Ortadoğu notları (11) "Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?"

Altan Tan Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: economica.net

2010 yılı sonlarında Arap Baharı başladığından beri en çok duyduğumuz soru "Türkiye'nin Suriye'de ne işi var?"

"Ne işi var?" diye soranların cevapları da hazır; 

Hiçbir işi yok! 

Olan bitenler asla bizi ilgilendirmiyor, AK Parti Hükümeti en kısa zamanda tasını tarağını toplayarak Suriye'den çekilmeli ve kapılarını, pencerelerini de sıkı sıkıya kapatarak hiçbir şeyle ilgilenmemeli.


Hayret!

ABD'nin, Rusya'nın, Fransa’nın İran’ın... 72 kısım tekmili birden tüm dünyanın Suriye'de işi var, Türkiye'nin yok!

Bu soruyu en fazla soranlar ve dillerine pelesenk edenler, başını CHP'nin çektiği muhalefet partileri ve özellikle de 'Beyaz Türkler' ile 'Tatlı su solcuları'.

Aslında bu "Ne işi var?" söylemi çok da yeni değil. 

Bu söylemin babası daha ilk gençlik yıllarımda eserini bir çok yönüyle beğeniyle okuduğum 'Zeytin Dağı'nın yazarı hızlı Kemalist Falih Rıfkı Atay.

"Hem 'Daha ilk gençlik yıllarımda Zeytin Dağı'nı beğeniyle okudum' diyorsun hem de eleştirel yaklaşıyorsun, bu ne yaman çelişki?" diye soracak olursanız; cevaplayayım:

Lirik üslubu, birinci elden yalın gözlemleri, akıcı anlatımı, portre analizleri ve tasvirleri ile Zeytin Dağı, gerçekten de Birinci Dünya Savaşı yıllarında Anadolu, Suriye, Lübnan, Filistin ve Hicaz'ı  en acı gerçekleriyle gözler önüne seren bir yapıt.

Ancak iş sebep sonuç ilişkilerine, bu gözlemlerden hareketle çıkarılan neticeye ve önümüze 'çare' olarak konulan yola gelince durum farklı.

"Türk'ün, Türk'ten başka dostu yoktur!" sığlığıyla, Laikçi-ulusalcı bir diktatörlüğü yegane kurtuluş yolu olarak kabul etmek mümkün değil.

Nitekim 1924'ten itibaren yaşadığımız çok acı tecrübeler, bu yolun yol olmadığını 2020'de de olsa, CHP'ye bile gösterdi!

Tek parti diktatörlüğü ile ezanın Türkçeleştirilmesini, kamuda başörtüsü yasağını, Kürtçenin yasaklanmasını... bugün birkaç dinozorun dışında hiçbir CHP'li savunmuyor/savunamıyor.

Çoğunluğu Rumelili Hıristiyan ailelerin çocukları olan Devşirmeler ile Anadolulu ve Türk olan Kapıkulu Sipahileri’nin mücadelesi çok eski ve derin bir mücadele.

Bu acılı ve çok sancılı tarihi anlatmak ayrı bir yazı konusu.

“Türkiye'nin Suriye'de ne işi var?” sorusuna gelince;

En sonda söyleyeceğimi ilk başta söyleyerek mevzuya gireyim;

Türkiye'nin sadece Suriye'de değil, Venezuela'da da, Çin-u Maçin'de de, Mozambik'te de... 'işi' var.

"Ne işi var?" yerine "Türkiye'nin nerede, hangi işleri var?" ve "Türkiye neler yapmalı?" diye sormak lazım.

Lozan Anlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senedidir, aynı zamanda da Osmanlı'nın tasfiye senedi.

Lozan'ın 'zafer' mi, yoksa 'hezimet' mi olduğunu yaklaşık bir asırdır tartışıyoruz. İnşallah bir asır daha tartışmak zorunda kalmayız.

Lozan Anlaşması'ndan sonra yeni cumhuriyetin aldığı en önemli siyasi kararı; Ortadoğu'dan (İslam ülkeleri demek daha doğru) elini eteğini çekmek ve jakoben ulusalcı bir anlayışla 'Batılılaşmak ve modernleşmek' oldu.

Araplar, Kürtler ve İslam ile mümkün olduğunca uzak durulmaya çalışıldı.

Bu karar doğrultusunda Türk Halk Müziği'nin yanı sıra Arap esintilerinden dolayı Türk Sanat ve Klasik Müziğinin radyolarda çalınması bile yasaklandı.

Bütün bir Ortadoğu İngiliz ve Fransız nüfuz bölgeleri olarak kesilip, biçildi.

İlk etapta, Lübnan'ı da sayarsak Suriye altı parçaya bölünerek, 6 hükümet kuruldu.

Yunan, Bulgar sınırına döşenmeyen mayınlar Suriye, Irak sınırına döşendi.

Eskilerin tabiri ile taammüden (bilerek, tasarlayarak, planlayarak) tarihe ve coğrafyaya sırtını dönenleri ayrı bir kefeye koyalım.

Bunlarla 'hesaplaşma' sonra.

Öncelikle yoğun anti-propaganda altında kalan ve olan bitenleri anlayamadıklarından yanlış safta duranlarla ilgilenilmeli. 

Bu gibileri, turistik turlar halinde Samandağ'dan, Reyhanlı, Kilis, Kargamış, Suruç, Akçakale, Ceylanpınar, Şenyurt ve Nusaybin'e; oradan da Cizre, Silopi, Uludere, Çukurca, Şemdinli, Yüksekova, Saray, Çaldıran, Doğubeyazıt üzerinden Iğdır, Posof, Hopa'ya götürmek lazım.

Dini, dili, mezhebi, toprağı, şarkısı, türküsü, düğünü, taziyesi bir olan kardeşlerin yüreklerinin nasıl hain bir hançerle ikiye bölündüğünü; çoğu yerde tel örgülerin şehirlerin ortasından geçtiğini görmeleri için;

Lazkiye'yi, Haleb'i, Münbic'i, Afrin'i, Cerablus'u, Kobani'yi, Tel Abyad'ı, Serékani'yi, Derbesiye'yi, Amudé'yi, Kamışlı'yı, Ayndiwar'ı, Zaxo'yu, İmadiye'yi, Urmiye'yi, Maku'yu, Erivan'ı, Batum'u gezdirmek lazım.

Sadece Müslüman Türk, Kürt ve Arapları değil, sınırın hemen üstündeki anavatanları Midyat Turabdin Dağları'na bakarak ah! çeken Kamışlı'daki Süryanilerin feryatlarını duymalarını sağlamak lazım.

Benim gibi babası Kürt, annesi Türk, babaannesi Arap olanların yüz yıllık serencamlarını, ayrıca anlatmak; "Ayrılsak da beraberiz" şarkısını defalarca dinletmek lazım.

Halepçe'de kimyasal gazlarla öldürülen Kürtlerin, Şengal'de soykırıma uğratılan Ezidilerin, Münbic'de bombalanan Araplar ve Türkmenlerin 'Yedi iklim el' değil; 'Biz' olduğunu beyinlerine sokmak lazım.

"Boş verin bu kardeşlik edebiyatını! 

Müslümanlık, Türklük, Kürtlük, Araplık;

Kan kardeşliği, din kardeşliği, can kardeşliği;

Tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi; bunların hepsi karın doyurmayan hamasi sözler!

Bizi, zorla kurtulduğumuz Ortadoğu bataklığına tekrar çekerek batırmak isteyen ümmetçi, Neo-Osmanlıcı, emperyal tuzaklar!

Kardeşlerinize, akrabalarınıza çok meraklı iseniz Yallah Arabistan'a, Yallah Kürdistan'a!" diyenlere; 

"Din, iman söylemlerine karnı tok" ve sadece "Karın doyuran işler peşinde olanlara" laf anlatmak mümkün değil!

O zaman "Karın doyurucu işlerden" bahsedelim!

"Karın doyurucu işlerden" bahsedersek, bu arkadaşları birazcık da olsa belki ikna edebiliriz!

Arkadaşlar!

Türkiye’nin, yüzüne bakmak istemediğiniz Ortadoğu ile tüm olumsuzluklara rağmen yıllık 60 milyar dolarlık bir ticaret hacmi var.

Birkaç küçük düzenlemeyle bu rakamın çok kısa bir zamanda 100 milyar dolara, doğru düzgün bir entegrasyonda ise bu rakamın en az iki üç katına çıkmaması için hiçbir neden yok.  

Türkiye'nin petrol ve doğal gaza ödediği miktar yaklaşık olarak yıllık 50 milyar dolar.

Varil hesabı yaparsak günlük 750 bin varil civarında ve bu rakam her geçen yıl artıyor.

Sadece Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nde üretilen petrol ise günlük 1 milyon varil.

Dünya petrol rezervlerinin üçte ikisi bölgede ve dünya petrolünün yüzde 7'si tek başına Kerkük'te.

Dicle ve Fırat'ın suladığı dünya medeniyetinin beşiği Mezopotamya toprakları bereket fışkırıyor.

Bereketli Hilal'de, fıstıktan, zeytine; buğdaydan, pamuğa; mısırdan, bademe; muzdan, cevize kadar her şey yetişiyor.

Yapılması gereken inşaat, sağlık, eğitim, turizm, hayvancılık, bilişim, lojistik... yatırımlarının haddi hesabı yok.

ABD'den Rusya'ya; İngiltere'den, Çin'e kadar bütün dünyanın gözü, eli, ayağı, beyni burada. 

Kendi refahından başka bir şey düşünmeyen sizlerin de, Türkiye'nin de geleceği bu bölgede.

Türkiye'yi düşünmüyorsanız bile hiç olmazsa kendinizi düşünün!

Yahu kardeşim!

Niye anlamak istemiyorsunuz?

Din, iman, kardeşlik de;

İnşaat, turizm, bilişim de,

Badem, fıstık, zeytin de,

Petrol, gaz, dolar, euro da lazım değil!

100 yıldır 'Ne Şam'ın şekeri, ne Arabın yüzü' diyoruz, yine de anlatamıyoruz!

Şam'ın şekeri de, Musul'un dillere destan 'manda kaymağı' da sizin olsun!'

Bizden uzak, Mısır'a sultan olun!


Maalesef eski ve yeni İttihatçılara, ulusalcı jakobenlere laf anlatmak mümkün değil.

Ancak "Türkiye, Suriye'ye niye girdi?" diyenler bilmeliler ki, Türkiye Suriye'ye girse de, girmese de Suriye, Türkiye'ye girdi! 

Tıpkı, Çerkezlerin, Arnavutların, Çeçenlerin, Boşnakların, Bulgaristan vatandaşı Türklerin, Kürdistanlı Ezidilerin... girdiği gibi.

Bizim "Ne işi varcılar" ne yaparlarsa yapsınlar, yüzlerini, gözlerini; duygularını, düşüncelerini ve ceplerini; ne kadar bölgeye kapatırlarsa kapatsınlar iş dedikleri kadar basit değil.

Türkü, Kürdü, Arabıyla 4 milyon Suriyeli Türkiye'de, 4 milyonu da kapıda. 

2 Milyon Afgan, Özbek, Tacik, Ermeni, Iraklı... da cabası.

Türkiye'de 17-18 milyon Kürt var ve Erbil'de, Kamışlı'da rüzgar esse, Türkiye'de camlar, çerçeveler zangırdıyor! 

"Ne işi var?"cılar bu kafayla, sadece Kadıköy'de, Şişli'de, Bakırköy ve Beşiktaş'ta değil; Bodrum, Marmaris ve Çeşme'de de rahat oturamazlar.

Din, iman, Türklük, Kürtlük, para, pul için olmasa bile kendi rahat ve huzurları için bu meseleyle ilgilenmeleri gerekiyor.

En azından Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, İsveç ve Yunanistan kadar!

Bizden söylemesi!

Rahmetli annem sağ olsaydı; 

"Yeter boğazını paraladığın oğlum, dilinde tüy bitti

Sen insanlığını yaptın, söylenmesi gerekenleri söyledin, adam akıllı uyardın.

Gerisi onların bileceği; 

Akıl tuttular, tuttular; tutmadılar, Allah müstahaklarını versin!" derdi.

Türkiye'nin Suriye politikasına gelecek olursak;

Yine sonda söyleyeceğimizi başta söyleyerek söze başlayalım;

2010'dan beri yanlış.

Hem de ne yanlış!

Yanlış, üstüne yanlış!

Türkiye, Suriye ile 2010 yılına kadar eksiğiyle-gediğiyle, genelde doğru bir siyaset izledi.

İki ülkenin bakanlar kurullarının ortak toplantılar yapması, Fenerbahçe'nin Halep Stadyumu'nun açılışına katılması, 

911 kilometrelik sınır boyunca döşeli mayınların temizlenmesi kararı, bunun için ihale aşamasına gelinmesi, 

Başta Nusaybin Kapısı olmak üzere iki ülke yetkililerinin tek kontrol noktası ile geçişlerin sağlanacağı yeni sınır kapılarının inşası, 

Vizelerin kaldırılması...

Bunların hepsi diplomaside 'Soft Power' (yumuşak güç) uygulanması sonucu kat edilen büyük mesafelerdi.

İşler bu şekilde bozulmadan devam etseydi, geride bıraktığımız 10 yıl sonucunda bugün tam bir entegrasyon sağlanmış ve Suriye, Türkiye'nin arka bahçesi, Türkiye ise Suriye'nin Avrupa'ya açılan ön bahçesi durumuna gelmiş olacaktı. 

Aynı durum Kürdistan Bölgesel Yönetimi dahil topyekun Irak için de geçerliydi.

Bunu dışarısı da, dışarının içerideki uzantıları da (Türk, Kürt, Arap...) istemedi.

Mayınlar sökülerek kimlikle giriş çıkışlar yapılacakken 911 kilometre sınıra bir uçtan, diğer uca, tıpkı Filistin'deki gibi duvarlar örüldü.

Millet eski durumu arar hale geldi.

Birinci Dünya Savaşı sonrası bölgeyi çıkarları doğrultusunda dizayn eden Batılılar kendi kuklaları olan diktatörlüklerle işlerini yürüttüler.

Baskı, yolsuzluk, fakirlik ve perişanlık altında çözüm arayan halklar, sosyalizmden Arap, Türk, Pers milliyetçiliklerine kadar bütün yolları denedi, hiçbiri dertlerine derman olmadı.

100 yıldır boş kaynayan düdüklü tencere patlama noktasına geldi!

21'nci yüzyıla gelindiğinde toplumsal muhalefetin odağı İslamcılar oldu.

İşte tam bu noktada 'Büyük Ortadoğu Projesi' çaresiz halklara 'Demokrasi, özgürlük ve refah' vaat ederek devreye girdi.

İran, Hizbullah, Rusya desteği ile İsrail için ciddi bir tehlike haline gelmekte olan Suriye'nin bu bloktan ayrılarak Batı Bloğu yanında yer alması için ABD, Suriye'ye yaptırımlar uygulamaya;

Suriye ile ilişkileri iyi olan Türkiye'yi de, Suriye'ye baskı uygulaması için sıkıştırmaya başladı.

Türkiye, başlangıçta bu rolü kabul etmemesine rağmen, bir müddet sonra ikna edildi ve ilişkiler bozulmaya başladı.

Suriye içinde ise halk sokaklara döküldü.

Der'a'da başlayan olaylar, çok kısa bir sürede başta Hama, Humus, Halep şehirleri olmak üzere ülkenin bütününe yayıldı ve Baas rejimi şiddet uygulamaya başladı.

Binlerce kişi rejim tarafından öldürüldü, on binlerce kişi tutuklandı.

Muhaliflerin başarıya ulaşmaları durumunda Müslüman Kardeşler'in (İhvan-ı Müslimin) iktidara geleceği anlaşılınca başını ABD ve İsrail'in çektiği Batılılar muhalefete desteklerini geri çektiler.

Birçoklarına göre ABD'nin bunun böyle olacağını başından beri bilmiyor olması mümkün değildi ve her şey ilk başından beri bir kurmacaydı.

Oltanın ucuna 'Demokrasi, özgürlük ve refah' yemleri takılmış ve halklar bu zokayı yutmuştu!

Aslında olayların tam olarak kırılma noktası da burasıydı.

Türkiye, eski bir Suriye şarkısında anlatıldığı gibi (Vassaltini nıssıl biyr, ıkta'ti hablıl fine vay le, vay le!)  Batılıların kendisini 'Kuyunun içine sarkıttıktan sonra tam yarı yolda ipi kesmelerini' görerek, hızla kuyudan çıkmaya ve 2010 öncesi politikalarına dönmeye çalışmalıydı.

Maalesef, Enver Paşa'nın Sarıkamış seferi gibi hesapsız, kitapsız ve en önemlisi de bilgisiz ve hazırlıksız olarak; Neo-Osmanlı hayalleri ile yola tek başına devam etmeyi seçti.

İslamcı Suriye muhalefetinin durumu da Türkiye'den farksızdı!

Hakimiyet sağladıkları bölgelerde baskıcı, tek tipçi otoriter davranışlarıyla,

İdlib'te sokakta uyguladıkları infaz görüntüleriyle,

'Hıristiyanlar denize, Nusayriler mezara' söylemleriyle;

Batılı ülkeleri, Suriye'deki Hıristiyan ve Nusayrilerle seküler Sünnileri korkuttular.

Dünyanın dört bir köşesinden gelen ve kimin kontrolünde oldukları bilinmeyen paramiliter grupların çeteleşmesini önleyemediler.

Kürtleri küstürdüler.

Ümmetçi olduklarını söyleyen Türkiyeli ve Suriyeli İslamcılar ise yıllardır Baas zulmü altında en az onlar kadar inim inim inleyen ve bir kimlik sahibi bile olmayan Kürtlerle ilgili hiçbir proje ortaya koyamadılar.

Ülkenin 'Suriye Arap Cumhuriyeti' olan adının, 'Suriye Cumhuriyeti' olarak değiştirilmesini bile kabul etmediler ve Kürtleri PKK eliyle ABD'ye teslim ettiler!

Türkiye'nin Suriye politikası, her ne kadar "Biz Kürtlere değil, PKK'ye karşıyız" denilse de; PKK-ABD iş birliği gerekçe gösterilerek;

"Ne olursa olsun, Kürtler Suriye'de bir statü elde etmesin" eksenine oturdu.

TBMM kürsüsünden de dillendirdiğim, ulusalcı-laikçilerin cumhuriyet tarihi boyunca düsturları olan;

"Kürdün bir çadırı olmasın, gerekirse benim evim yıkılsın!" politikası hortladı!

Yanlışlıklar bunlarla bitmiyor...

Geldiğimiz noktada ABD, Rusya, İran, İsrail, Suudi Arabistan...gibi ülkelerin kendilerine göre uzun vadeli stratejileri var.

Türkiye ise 'oyun bozabiliyor' ancak bir türlü 'oyun' kuramıyor, sürekli günü kurtarmaya çalışıyor.

Ne yazık ki doğru, kalıcı ve en az 100 yıllık bir stratejisi yok.

En son olarak İdlib Savaşı denizin bittiği yer!

Kangren olan bir ayağın neden bu hale geldiği, bizzat "Söz dinlemez hastanın" hata ve kabahatleri, bir birinden yanlış ve kötü sözde tedavi yöntemlerini kimseyi dinlemeyerek kendi kafasına göre uygulamış olması acı gerçeği değiştirmiyor.

Bir farkla ki hasta olan AK Parti, ama maalesef kesilecek olan bizim bacağımız.

Hastaya sövüp saymak da bu sıratı müstakimde derde derman olmuyor.

Bugüne kadar olanları ayrı, bugün ve bugünden sonrasını ayrı ayrı konuşmak gerekiyor.

Bugün ya bu ayak kesilecek veya hasta ölecek!

"Bundan sonra Türkiye ne yapmalı?" diye soracak olursanız;

Önünde birkaç yol var:

1- Tası tarağı toplayarak, tüm Suriye'den geri çekilecek, çıkacak.

Baas Partisi, ABD, Rusya, İran, Hizbullah-Cündullah... ne yapacaksa yapacak ki;

Türkiye'nin bundan sonra olacaklara bigane kalması ve geri çekilmenin sonuçlarını kaldırabilmesi mümkün değil.

2- Suriye'de İdlib'ten, Afrin'e; Munbic'ten, Cerablus'a; Telabyad'tan, Serékani'ye kadar bulunduğu yerlerde kalıcı bir şekilde yerleşecek.

Tabii ki iş yerleşme ile bitmiyor. Sağlık, eğitim, ziraat, ticaret, yol, köprü, güvenlik polis, zabıta, iş maaş nasıl olacak ve ne kadar sürecek?

Tüm bunların Türkiye'ye ekonomik ve siyasi maliyeti ne olacak?

Önemli bir kısmı çeteleşmiş olan paramiliter örgütler sorunu nasıl çözülecek?

Afrin Dağları'na 'Ne mutlu Türküm' diye mi yazılacak, yoksa Kürtçe, Arapça eğitim mi yapılacak?..

Kısaca nasıl bir düzen kurulacak?

"Ne düzeni kardeşim, Türkiye'de ne düzen varsa orada da o düzen olacak, 'Terör devleti' kurulmasın yeter!
 

Halep 82, Kerkük 83. vilayet! 
 

Cemal Paşa'nın bıraktığı yerden İttihatçılığa devam!" denilirse; yandı gülüm keten helva!

3- En doğru ve en kestirme yol ise Türkiye'nin hatalarını geçmişte bırakarak yeni bir Suriye politikası oluşturması.

Suriye bölünse de, bütünlüğünü koruyarak bölünmese de yeni bir politika.

En son İdlib'e de yerleşmesinden sonra Türkiye, 'Yeni Suriye' masasında Türkiye, ABD, Rusya, İran ve Baas rejimi ve bu devletlerin yan kuruluşları ile birlikte masanın en güçlü aktörlerden biri. 

Devre dışı bırakılması veya Türkiye'ye rağmen bir şey yapılabilmesi mümkün değil. 

Muhalefetin diline pelesenk ettiği "Esed'le görüşün" sözlerinin ise sahada bir karşılığı yok. Tamamen boş sözler!

Esed'le ne görüşülecek?

22 milyonluk Suriye nüfusunun 7 milyonunun ülke dışına kaçmak, en az 6 milyonunun da ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalmasına rağmen; adam hala silah zoruyla "Meşru iktidar benim" diyor!

Size, "Suriye benim toprağım, tüm Suriye'den çıkıp gidin" sözün den başka ne söyleyecek?

Esed'le tabii ki görüşülecek; ancak 'Yeni Suriye'yi görüşmeye mecbur bırakıldıktan sonra!

Türkiye'nin tezi etnik, dini ve mezhebi olarak çoğulcu bir yapıyı kurabilecek ve koruyabilecek 'Demokratik bir Suriye' olmalı.

Sünni dindar Arapların, Nusayri ve Hıristiyanların, seküler Sünnilerin, Türkmen ve Kürtlerin... her türlü haklarının garanti altına alındığı, yeni bir anayasa yapıldıktan sonra demokratik seçimlerle her kesimin temsil edildiği yeni bir yönetimin oluşması için çalışılmalı.

Tabii ki nihai çözüme öyle birkaç ayda ulaşmak mümkün değil. 

Uzun ve zahmetli bir süreç yaşanacağı ortada, birileri yapmaya çalışırken birileri bozmaya çalışacak.

Türkiye'nin önünde acilen yapması gereken iki önemli ödev var.

1. Bu süreçten başarıyla çıkabilmesi için öncelikle kendi içindeki sorunlarını çözmesi lazım.

Kendi içinde demokratik, adil ve şeffaf bir hukuk devleti olamayan Türkiye'nin, dışarıda savrulup gitmekten, içeride ise daha da totaliterleşmekten başka yapabileceği bir şey yok.

2. 100 yıldır bütün iç enerjisini tüketen, Batılıların Türkiye politikalarında yumuşak karnı olan Kürt meselesine artık nihai bir çözüme kavuşturması gerekiyor.

Ortadoğu'da elini, ayağını bağlayan ve başına türlü belalar açan sorunların çoğu ile çözüm bulamadığı, içine girip de çıkamadığı işlerin neredeyse tamamı bir türlü kurtulamadığı 'Kürt fobisi'nden kaynaklanıyor.

Bin yıldır Türklerle birlikte yaşayan Kürtlerin, Türkiye içinde tüm demokratik haklarını tanıyarak, birlikte eşit yurttaşlığa dayalı bir 'Demokratik Cumhuriyet' oluşturmak ile;

Suriye ve Irak Kürtlerinin bulundukları coğrafyada tıpkı Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile olduğu gibi Türkiye ile dost ve kardeş bir statü elde etmeleri için çalışmak, bu statülerinin karşıtı değil, bizzat garantörü olmak ve en hızlı bir şekilde pasaportsuz, vizesiz entegrasyonu sağlamak, en kestirme yol olarak önümüzde duruyor.

AK Parti iktidarının geçmiş hataları ve mevcut yetersizliği ortada.

Muhalefet ise iktidardan da beter bir durumda ve sadece 'İSTEMEZÜK!' diyor.

Hepimizi rahatlatacak çözüm için Türkiye'nin vicdanı ve sigortası olan; milletimiz ruhundaki 'derin aklın' uyanması ve bir an önce harekete geçmesi gerekiyor.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU