İdlib’den hafta başında gelen şehit ve yaralı haberleri bir yandan millet olarak hepimizi derinden üzerken bir yandan da yaşananların perde arkasını anlamaya ve politikalarımızı sorgulamaya sevk etti.
Gerçekten İdlib’de ne olmuştu?
İç savaşın onuncu yılına girilirken pek çok cephede başı dertte olan Suriye neden bizim konvoyumuza saldırmıştı?
Öte yandan siyasi ve askeri açıdan bakıldığında, Türkiye terörist olarak tanımladığı grupların kontrolünde bulunan İdlib şehrine Suriye ve Rusya kuvvetlerinin operasyon yapmasına neden karşı çıkıyor?
Sık sık atıfta bulunulan Soçi Mutabakatı (2018) İdlib sorunu hakkında neler söylüyor?
Ve esas önemlisi bundan sonra ne olacak?
Türkiye’nin Suriye’ye verdiği ‘ültimatom’ pratikte ne anlama geliyor ve bundan sonra neler olması muhtemel?
Çok karmaşık gibi görünen İdlib ve Suriye sorunu Ankara ve Şam hükümetleri açısından çözüm yoluna girebilir mi?
Soçi Mutabakatı
Astana Sürecinde İdlib şehri Suriye’nin çatışma yaşanan diğer bölgeleriyle (Doğu Guta, Duma, Kuneytra vb) birlikte çatışmasızlık alanı olarak belirlenmişti.
Soçi Mutabakatı (17 Eylül 2018) olarak anılan anlaşmaya göre İdlib’de silahtan arındırılmış bir bölge oluşturulacak ve Birleşmiş Milletler ile uluslararası toplum tarafından terörist olarak kabul edilen HTŞ, El Kaide ve bunların bütün türevleri söz konusu bölgeden çekilecekti.
Öte yandan Türkiye’nin kontrolünde bulunan ılımlı silahlı muhalefet unsurları ise bu bölgeden kalacak; M4 ile M5 karayollarının güvenliği sağlanacak ve Suriye hükümet kuvvetleri bölgeye yönelik askeri harekat yapmayacaktı.
Mutabakat kağıt üzerinde fevkalade başarılı görünüyordu. Ayrıca yaklaşık bir hafta önce Tahran’da yapılan ve İdlib’de bir ateşkes isteyen Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ateşkesin kiminle yapılacağını sorgulayan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında kameralara yansıyan tartışmaların ardından bu Mutabakatın kotarılması çok önemli bir başarıya işaret ediyor ve Astana sürecinin devam edeceğini gösteriyordu.
Türkiye açısından Mutabakat’ın en önemli tarafı zaman kazanılmasıydı; çünkü 2018 yılı boyunca Suriye’deki diğer çatışmasızlık alanları Suriye/Rusya kuvvetleri tarafından Şam’ın etkin egemenliği altına alınmıştı.
Bu bölgelerde Suriye’ye karşı savaşan, pek çoğu BM/Uluslararası toplum tarafından terörist kabul edilen ve yaygın tabirle 'cihatçılar' olarak bilinen gruplar, büyük ölçüde bu bölgelerden tahliye edilerek İdlib’e getirilmişlerdi.
Öte yandan Suriye’nin özellikle Halep şehri ile yoğun çatışmaların yaşandığı diğer bölgelerinden büyük kitleler İdlib şehrine sığındıkları için şehrin nüfusu savaş önceki sayılara kıyasla epeyce artmıştı.
Suriye ve Rusya kuvvetleri bu şartlarda İdlib’e bir operasyon yapacak olurlarsa 700 bin ila 1 milyon kişi arasındaki büyük bir kitlenin Türkiye’ye doğru kaçarak kontrol edilemeyen bir sığınmacı akını oluşturmasından korkulmaktaydı.
Böyle bir kitlenin içerisine teröristlerin de normal vatandaş gibi sızarak Türkiye’ye gelmesinden endişe edilmekteydi.
İşte bu şartlarda İdlib Mutabakatı’nı imzalayan Ankara, kendi desteklediği ve ılımlı silahlı muhalifler olarak tanımladığı o zamanki adıyla Özgür Suriye Ordusu (şimdilerde Suriye Milli Ordusu) kuvvetlerinin terörist grupların üstesinden gelerek İdlib’de hakimiyet sağlayacaklarını bekliyordu.
Fakat bu beklenti gerçekleşmedi; çünkü sonraki aylarda ılımlı silahlı muhaliflerle başını HTŞ’nin çektiği terörist gruplar arasında meydana gelen çatışmalarda ılımlılar sahadaki kontrollerini büyük ölçüde kaybettiler ve şehir neredeyse tümüyle terörist grupların denetimine geçmiş oldu.
Mutabakat alanda uygulanamadı
Sorunlar da bu noktadan sonra başladı. Rusya tarafından desteklenen Suriye kuvvetleri, İdlib’in güney bölgelerine yönelik operasyona başladığında Türkiye, Mutabakat’ın çatışmasızlık ve ateşkes içeren bölümlerine atıfta bulunarak Şam’ın ihlallerini dile getirip, Rusya’nın Suriye’yi durdurmasını isterken, Moskova da Türkiye’nin Mutabakat çerçevesinde üstlendiği yükümlülüklerini yerine getiremediğini ifade etmekteydi.
Kısacası İdlib, Türkiye ile Rusya arasında gittikçe genişleyen ve pek çok alanda başarılı bir şekilde derinleşerek devam eden ilişkileri dinamitleyecek bir alana dönüşmekteydi.
Başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler ile Suriye içinde devletleşmeye çalışan PYD/YPG ellerini ovuşturarak İdlib’den gelecek haberleri bekler gibiydiler.
Hatta dinamiti patlatmak için bir kimyasal saldırı mizanseni hazırlandığına dair haberler de gelmekteydi.
Özellikle Rusya Savunma Bakanlığı kaynakları yer ve zaman vererek Duma’da yapıldığı gibi bir kimyasal saldırı mizanseninin sahneye konulmasına yönelik çekimlerin yapıldığına dair haberleri belki de böyle bir ihtimalin önünü almak için zaman zaman medyaya sızdırıyorlardı.
Suriye kuvvetlerinin İdlib’e takviye olarak gönderilen Türk birliklerine ateş açması haberi işte böyle bir ortamda geldi ve özellikle Türk yetkililerin yaptıkları ilk açıklamalara bakıldığında Ankara-Moskova ilişkilerinin neredeyse Rus savaş uçağı düşürme dönemindeki kadar gerginleştiği sonucu çıkarılabilirdi.
Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ukrayna ziyareti dönüşü uçakta yaptığı açıklamada Rusya ile mevcut şartlarda ilişkileri bozmaya niyetli olmadıklarını açıklamış olması yumuşamanın sinyalleri olarak yorumlansa da, TBMM grup toplantısında yaptığı konuşmada Suriye’ye adeta bir ültimatom vererek, Şubat ayı sonuna kadar kuvvetlerini Türk gözlem noktalarının gerisine çekmesini istemesi; aksi takdirde Türkiye’nin gereğini yapacağını söylemesi durumun ciddiyetini koruduğuna işaret ediyor.
Türkiye’nin verdiği ültimatoma rağmen Suriye kuvvetlerinin güneydoğudan ilerlemesi hız kesmedi ve M4 ve M5 karayollarının güvenliği için kritik öneme sahip Serakib kasabasını ele geçirdiler.
Krizin tırmanma ihtimali
Mevcut şartlarda Suriye’nin alandaki bütün kazanımlarını bırakarak geri çekilmesini beklemek gerçekçi görünmüyor.
Türkiye’nin durumu tersine çevirmek için askeri güç kullanması ihtimali olsa bile, bunun da çok gerçekçi bir seçenek olduğu söylenemez; çünkü pek çok dış politika sorunuyla aynı anda uğraşan Türkiye’nin Rusya tarafından aktif bir şekilde desteklenen Suriye Ordusuna karşı doğrudan kuvvet kullanması askeri olarak akla yatkın bir seçenek olamaz.
Siyasi açıdan böyle bir harekat Türk dış politikasının tam manasıyla savrulmasıyla sonuçlanabilir; zira Türkiye Rusya ile pek çok konuda yürüttüğü ticari, ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerin tümünü bir daha ne zaman ve nasıl toparlanacağı bilinmeyen bir tarihe kadar ertelemek zorunda kalabilir.
Uçak düşürme krizi sonrasındaki yedi ayda yaşananlar dikkate alındığında böyle bir ihtimalin ne kadar büyük risklerle dolu olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Üstelik Rusya ile yaşanacak böyle bir kriz sırasında başta ABD olmak üzere Batı’dan ciddi bir destek geleceğini beklemek fazla hayalci olabilir; çünkü ABD ve diğerleri Türkiye’nin Suriye içlerinde PYD/YPG’ye karşı kullandığı askeri gücünün azalmasını fırsat bilerek bu terör örgütüne sınırlarımızın ötesinde bir devlet kurdurma işine hız verebilirler; bu işe öyle bir ortamda Rusya da göz yumabilir ve hatta o da destekleyebilir.
Dolayısıyla İdlib yüzünden Rusya ile çatışmaya girme ihtimalini öne çıkaran böyle bir askeri seçeneğin Ankara tarafından tercih edilmemesi gerekir.
Hangi diplomatik adımlar atılabilir?
Özelde İdlib ve genelde Suriye politikalarımızın gözden geçirilmeye ihtiyacı olduğu açık.
Mevcut politikalar çok büyük riskler içerdiği ve tehditlere yol açtığı gibi aşırı derecede güç ve enerji kaybına mal oluyor.
Oysa Türkiye’nin milli güç unsurlarını Doğu Akdeniz’de çok daha aktif kullanmaya ihtiyacı var.
İdlib ve Suriye politikalarımızı gözden geçirirken şu soruyu sormamız ve açıkça cevaplamamız gerekir:
Biz Türkiye olarak nasıl bir Suriye isteriz/istemeliyiz? Nasıl bir Suriye Türkiye’nin ulusal çıkarlarına en fazla hizmet eder?
Bu sorunun cevabı yakın geçmişte saklı. Bizimle 1998 Adana Mutabakatı’nı imzalayan ve bu anlaşmayı hem lafzına hem de ruhuna uygun bir şekilde 2011 yılına kadar uygulayarak sadece dostumuz değil adeta kardeşimiz kadar bizimle yakınlaşan Suriye, Türkiye açısından rol model olmalıdır ve buna ulaşmak için gayret gösterilmelidir.
Onuncu yılına evrilmesine az kalmış olan savaşta, sonra böyle bir ihtimal kalmadığını düşünenlerin şu noktayı değerlendirmesinde fayda vardır.
Türkiye-Suriye ilişkileri bu devletin Hatay saplantısı ve PKK’ya verdiği aktif destek yüzünden onlarca yıl boyunca gergindi ve 1998 Adana Mutabakatı öncesinde iki devlet savaşın eşiğindeydi.
Kısacası eğer istenirse Adana Mutabakatı çerçevesinde yeniden eski günlere dönülebilir, her ne kadar zaman alacak olsa da…
Türkiye açısından en uygun Suriye, mevcut milli-üniter anayasal yapıdaki Suriye’dir ve buna sahada aktif destek vermek gerekir.
Bu ülkenin anayasal yapısını değiştirmeye zorlamak hem mevcut şartlarda gerçekçi değil; çünkü bunu Şam ve Moskova’ya kabul ettirmek imkansız derecede zor hem de kısa ve orta vadede Türkiye’nin zararına sonuçlar verir.
Milli-üniter yapıdaki bir ülkeyi yeni bir anayasal yapıya zorlamak şu veya bu ölçüde kantonlaşma/federalleşme demektir.
Mevcut halde Suriye’de bölgelere dayalı otonom yönetimler oluşturmaya uygun bir durum olduğunun altını çizmek gerekir ki, bu yapı fazla uzun olmayan bir sürede ülkeyi bölünmeye götürür ve bunun içinden her halükarda bir PYD/YPG devleti çıkar.
Öte yandan etnik/mezhebi temelde çok partili bir siyasal yapı da Irak’ta görüldüğü gibi laçka/yönetilemez bir devlet ortaya çıkarır ve bundan en fazla faydalanan PYD/YPG olur.
Suriye ile uzlaşma için neler yapılabilir?
Suriye ile uzlaşmak için birkaç aşamalı yeni diplomatik girişimlere ihtiyaç olabilir.
Örneğin 2018 tarihli İdlib hakkındaki Soçi Mutabakatı güncellenerek işe başlanabilir.
Alandaki durum üzerinden yeni bir mutabakat yaparak Türkiye açısından en önemli sorun terör örgütlerinin organize edecekleri göç dalgası olarak belirlenir ve bunu önlemeye yönelik askeri/teknik detaylar içeren bir mutabakat imzalanabilir.
Terör örgütlerinin kitleleri Türkiye’ye doğru hareket ettirmeleri ihtimaline karşı Türk güvenlik güçleri Suriye ve Rusya kuvvetleriyle koordinasyon içinde hareket ederler.
Buna ilaveten Türkiye ile Rusya ve Suriye Adana Mutabakatı’nın yeniden yürürlüğe girdiğini belirten bir başka anlaşmaya imza atarlar ve Rusya bu anlaşmada Adana Mutabakatı’nın uygulanmasını kolaylaştırıcı görevler üslenmeyi taahhüt eder.
Böylece Türkiye’nin esas sorunu olan PYD/YPG’ye karşı ortak mücadele garanti edilir ve aynı zamanda Türkiye’deki Suriyelilerin geri gönderilmesine dair işbirliği protokolü imzalanır ve buna da üç devlet imza atar.
Rusya burada da geri dönüşleri kolaylaştırıcı bir rol üstlenebilir. Ardından da büyükelçi teatileriyle normal diplomatik ilişkiler başlayabilir.
Böyle yapıldığı takdirde ABD ve PYD ikilisinin en önemli varsayımı olan ‘Türkiye ne olursa olsun Suriye ile anlaşmaz, Suriye topraklarından çekilmez ve bu sayede mevcut durum devam eder biz de buradaki devletçiğimizi kalıcı hale getiririz’ beklentisi sona erer ve psikolojik üstünlük Ankara-Şam-Moskova eksenine geçer.
Suriye konusunda gerçekleşecek uzlaşma bir sonraki adımda Türkiye’yi bütün bölge ülkeleri ile ilişkilerini gözden geçirmeyle sonuçlanacak dış politika revizyonuna götürebilir ki, o zaman Türkiye-İsrail ve Türkiye-Mısır ilişkilerini onarmak da mümkün olabilir.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish