Son dönemlerde Türk milliyetçiliğini Avrupa’nın muhtelif milliyetçilik sürümleriyle eşitlemeye çalışanların sayısı artıyor. “Avrupa milliyetçiliği” denildiğinde ise akla ilk olarak faşist doktrin, bir ileri aşamasında ise nasyonal-sosyalizm geliyor.
İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda milliyetçiliğin Batı’da tedavi edilmesi gereken yaygın bir cüzzam vakası şeklinde algılanması ve bu anlayışın kalkınma yoluna giren mazlum milletlere de didaktik bir tarzda aşılanmaya gayret edilmesi ortaya çok sakıncalı bir durum çıkardı.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) çöküşüyle birlikte milliyetçiliğin yanısıra her türden “vatan” idrakinin ve bu idrake bağlı reflekslerin de topyekûn hedef tahtasına oturtulmasıyla malum “Tarihin Sonu” tezleri yalancı bir zaferle taçlandırıldı.
Her ne kadar bugün beynelmilel kapital ve onun kaçınılmaz uzantısı olan emperyalizm dünyadaki bütün milliyetçilikleri aynı kefede ele almak için enerjisini seferber etse de tarihin akışı insanlığın farklı bir evreye geçişini mühürlüyor.
Bu bağlamda Türk milliyetçiliği özelinde de benzer bir kavga yaşanıyor. Uzun zamandır sindirilmek için uğraşılan, bir ara “ayaklar altına” alındığı ifade edilen Türk milliyetçiliği, 2020 yılı itibariyle kozasını yırtmakta ve millet nezdindeki coşkulu karşılığını yeniden fethetmektedir.
Peki, ama “Türk milliyetçiliği” derken hangi kurucu özelliklerden bahsediyoruz?
Bir kısım kötü niyetli çevrelerin ima ettiği gibi bilinçlenen, tıpkı Avrupa’da olduğu gibi, milliyetçiliğinin faşizan bir şablonu mudur yoksa onun Türkiye’ye özgü hâlet-i ruhiyesi midir?
Dahası, Türk milliyetçiliği birilerinin fısıldadığı şekilde 20'nci yüzyıldaki faşist ideolojinin bir nevî Türkiye şubesini mi ete kemiğe büründürmektedir?
Faşizm nedir ve Avrupa’da faşizm nasıl doğdu?
Bugün artık insanlar hoşlarına gitmeyen, kısıtlayıcı, baskıcı ve sansürcü her kişi, kurum ve düzene karşı faşist yaftasına sarılıyorlar. Ne var ki faşizm, bence bir siyasal teknikten ziyade, evvelâ Avrupa’ya has bir kültürel olguyu işaretler.
Çıkışı itibariyle Avrupa’daki “ulusal birlik” savlarıyla bezenen ancak derinine inildiğinde 1789 Fransız İhtilâli dâhil olmak üzere, 1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü’nü de içine alan bir entelektüel birikimden bahsedilebilir.
İlaveten ve esas olarak, faşizmi “faşizm” yapan ana etkenin kapital-emek çelişkinin tetiklediği sınıf savaşımları ile Birinci Dünya Savaşı’nda kaydedilen “siperler tecrübesi” olduğu ayrıca not edilmelidir.
O yıllardaki liberal dekadans, parlamenter demokrasinin iflâsı, Otto von Bismarck ve Giuseppe Garibaldi gibi önemli “ulusal birlik” şahsiyetlerinin miraslarının tehdit edilmesi, sosyal temelli çatışmaların artması ve savaşın kanla yoğurduğu neslin peşinden koştuğu militarist bir “yeni insan” projeksiyonu beraberinde faşist dünya görüşünü getirmiştir.
Aslında faşizm, ilk demlerinde hakikaten “anti-düzen” ve “anti-kapitalist” bir çizgide konumlanarak devrimci ilkeleri benimsemişse de iktidar olasılığı yaklaştıkça işbirlikçi ve reaksiyoner bir pratiğe doğru evirilmiştir.
Nihayetinde ise azgın emperyalizmin adeta vücut bulmuş halini almış, dünyaya büyük yıkım çileleri yaşatmıştır.
Faşizmin çelişkisini anlatan en iyi örnek ise şüphesiz İtalyan teorisyen Enrico Corradini olmuştur. Corradini’ye göre İtalya proleter bir ulustur ve İngiltere ile Fransa gibi plütokrat uluslara karşı mücadele etmektedir.
Dönemin şartlarında doğru addedilebilecek bu tahlil, Corradini’nin çözüm önerisiyle ise adeta boşa çıkıyor.
Corradini, İtalya gibi proleter ulusların ancak emperyalizmin aracılığı ve kolonyal bir politikayla “günışığı görebileceğini” ve Fransa ile İngiltere gibi plütokratik uluslarla boy ölçüşebileceğini, bunun yalnızca milliyetçilikle mümkün olacağını ifade ediyor.
Sonrası? Sonrası İtalya’nın Libya macerası, Arnavutluk işgali ve diğer savaşlarıdır.
Bu anlamda faşizmin (ve nasyonal-sosyalizmin) doğasını daha iyi özetleyebilecek başka bir açımlama sanırım olamaz.
Keza Almanya’da Hitler iktidar olduktan yalnızca 1 yıl sonra, 1934 yılında, Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin hâkim üretim ilişkilerine köklü eleştiriler getiren sol-devrimci kanadını “Uzun Bıçaklar Gecesi” kapsamında tasfiye etmiş ve düzen güçleriyle (ordu, bürokrasi, kapitalist burjuvazi ve dahi aristokrasi) anlaşmayı seçmiştir.
Nitekim bu süreci 2016 yılında yayımlanan “Paralel Devletin Modern Tarihi: Röhm’ün SA’larından Fethullah’ın FETÖ’süne” başlıklı kitabımda bütün ayrıntılarıyla işlemiş ve analiz etmiştim.
Fransa’daki Vichy rejimi (1940-1944) için de benzer yakınlaştırmalar yapmak mümkündür. Başlangıçta ideolojik nüvesini Charles Maurras öncülüğündeki monarşist gazete Action Française’in yanısıra Marcel Déat, Pierre Drieu La Rochelle ve Jacques Doriot gibi çevre ile şahsiyetler oluşturmuşsa da Mareşal Philippe Pétain’in “Ulusal Devrim” tasavvurunda zaman içinde devrimcilik davasının zerresi kalmamıştır.
Öyle ki Pétain neredeyse bütün devlet düzenini eski bir parlamenter olan ve ılımlı bir sosyalist-pasifist olarak tanınan Pierre Laval üzerine kurmuştur.
Ya Türk milliyetçiliği?
Türk milliyetçiliğinin faşizme nispetle farkı nedir?
Corradini’nin kavramsal tanımından hareketle Türk milliyetçiliğinin bilfiil iktidar olduğu yıllarda, Türkiye hakikaten proleter bir ulustur. Hoş, bence hâlâ öyledir. Ancak Türk milliyetçiliği bu vasfını Corradini örneğindeki gibi saldırganlığın yahut yayılmanın değil, dünyadaki diğer proleter ulusların kurtuluşunun hizmetine vermiştir. Cezayir örneği bu anlamda fevkalade belirleyicidir.
Türk milliyetçiliği tarihte Türk milletinin kendi varlığını koruma içgüdüsünün fikir hareketi, pusulası olagelmiştir. Anti-emperyalist tavır onun kök-hücrelerine değin sirayet etmiştir.
Türk milliyetçiliği bu anlamda ezmenin değil ezilmemenin, savaşın değil barışın, zulmün değil mazlumluğun taşıyıcı gücüdür. Dolayısıyla çağrısı Avrupa milliyetçiliğinin tarihsel tabanının aksine salt ulusal değil, evrensel ölçeklidir.
Dahası Türk milliyetçiliğinin oluşum merhalesinde ne Osmanlı’da ne de genç Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde sınıflar henüz tezahür etmemiştir. Dolayısıyla kompakt, sınıf bilincine erişmiş bir burjuvaziden de bir işçi sınıfından da konu açmak olanaksızdır.
Türkiye’de sosyal katmanlar, Avrupa’dan farklı olarak, Türk milliyetçiliğini okuyarak değil, yaşayarak öğrendi.
Bu “yaşam pratiği” de en azından 1944 yılındaki Milliyetçilik Olayı’na kadar (belki İnönü devrinin başına kadar uzatılabilir) Türk milliyetçiliği içindeki “değer yargıları” temelli ayrılıkların olgunlaşmasına da ket vurmuştur.
Bir parantez: Hakikaten “sivil” bir kimliği haiz Türk milliyetçiliğinin gelişiminin ancak 1960’lı yılların ortalarında açığa çıkması, Avrupa milliyetçiliğinin 19'ncu yüzyılın bitimine doğru tecrübe ettiği siyasî mülahazaları bizim Türkiye’de neredeyse yarım asır sonra yapmamıza yol açtı.
Üstelik bu tartışmaların sonuna kadar gidilemedi zira Türkiye büyük bir istikrarsızlık tehdidiyle karşı karşıya kalmıştı ve ekonomi levhasına ilişkin yapılması beklenen değerlendirmeler mecburen geri plana itildi.
Avrupa milliyetçiliğiyle mukayese edildiğinde Türk milliyetçiliğinin “hayatî” bir farkı da katı “tek-parti rejimine karşı” can bulmuş olmasında saklıdır.
İnönü’nün gölgesinde geçen 1943-1945 aralığında Türkiye’de kimse tek-parti düzenine karşı bir “çıt” bile çıkartamazken, Türk milliyetçileri tenkitlerini en yüksek perdeden dillendirdiler ve bu sebepten dolayı “tabutluk” işkenceleri dâhil ağır bedeller ödemek zorunda bırakıldılar.
Elbette Türkiye’de de Avrupa ortamında olduğu gibi “saf ırk” tahayyüllerine dair münakaşalar oldu – bunu görmezden gelemeyiz. Bilindiği üzere Nihal Atsız bu çerçevede öne çıkan en önemli yazardı.
Ancak Avrupa şartlarında etnik planda büyük ölçüde homojen olan toplumların varlığının ışığında belli bir gerçekleşme potansiyelini içinde barındıran bu anlayışın Türkiye’de karşılık bulması objektif olarak zaten imkânsızdı.
Nitekim öyle de oldu.
İmparatorluk geleneğinden gelen bir Türkiye’de Türk milliyetçisi de olsa insanların ve grupların etnik saflığı savunması kadar abes bir durum olamazdı ki, bu en başta “Türk milleti” nosyonunun ihtiva ettiği çoğulculuğa itiraz etmek anlamına gelirdi.
Türkçe'de Almanca'daki gibi “volk” (tam anlamı “kan bağıyla birbirine bağlı ulusal topluluk”tur) benzeri bir sözcüğün olmayışı tam da vurgulamaya çalıştığım bu imparatorluk şuurundan mülhemdir.
Biz Mekke’yi ve Şam’ı, Belgrad ve Viyana’yla aynı anda yönetebilmiş bir imparatorluğun mirasçılarıyız, bu yönüyle milliyetçiliğimiz de herhalde Bavyera’nın ötesine çıkamamış ve hayatını ovalarda soydaşlarıyla wurst-kartoffel ikilisini tüketerek geçirmiş bir milletin milliyetçiliğiyle eşdeğer tutulamaz – öyle değil mi?
Kaldı ki Mussolini’nin faşizmi de Hitler’in baskılarına boyun eğmeden evvel 1938 yılına değin içeride ırkçılığı tasvip etmemişti. İspanya’da Franco, Portekiz’de ise Salazar yönetimleri yüz binlerce Yahudi’nin hayatını kurtarmış, savaştan kaçanların Atlantik’i geçmeleri için serbest geçişler sağlamıştı.
Türk milliyetçiliğine düşmanlığın içyüzü
Geçtiğimiz günlerde kaleme aldığım ve Independent Türkçe’de yayınlanan “Türk milliyetçiliğinin ekonomi-politiğini inşa etmek” başlıklı yazı dizisine pek çok olumlu geri dönüş aldım. Söz konusu yazı dizisi milliyetçi camiada entelektüel bir tartışmayı da filizlendirmiş gibi duruyor. Gidişatı ilerleyen günlerde göreceğiz.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Aynı zamanda Türk milliyetçiliğini hâlâ ve ısrarla faşizmle, nasyonal-sosyalizmle ve dahi bunların “neo” versiyonlarıyla aynı kalıba sokmaya yeltenenlerin olduğunu üzülerek gördüm. Ezici bir çoğunluğu sığ, garip ve gülünç çıkarımlardan kaynaklanıyor maalesef.
Mesela Türk milliyetçiliğinin sosyal bir doktrinle beslenmesi gerektiği gibi günümüz şartlarında son derece makul, rasyonel ve anlaşılır bir sav dahi insanlarda absürt çağrışımlar doğurabiliyor.
Kurucu metinleri okumak, mukayeseli tarih okumaları icra etmek, düşünceyi özüne inerek keşfetmek mi? Hak getire!
Faşizmi salt “baskıcılık”, her türden milliyetçiliği de doğrudan “faşizm” belleyen bir zihniyete nasıl laf anlatılabilir ki?
Dünya milliyetçilikler tarihine dair bir tek kitap karıştırmamış, faşizm öncesi (pre-faşist) dönemin (Avrupa dâhil) çeşitli milliyetçilik akımlarına dair en ufak bir fikri olmayan, Türk milliyetçiliğini ise dikkate dahi almayan ve bu sahadaki bütün bilgilerini ya izlediği Hollywood yapımı filmlerden ya uluslararası liberal medyadan ya da dogmatik marksist külliyattan edinen insanlara neyi nasıl izah edeceksiniz?
Geçiniz.
Son söz mahiyetinde şunu ifade edebilirim ki, millete mal olmuş bir duruşun tahrip edilmesi tehlikelidir. Genel anlamda “Türk milleti” gerçekliğine ve onun da ötesinde Türk milliyetçiliğine yönelik düşmanlığı örgütlemek, bunların benliklerinde cisimleştirdikleri anti-emperyalist değerlere, sosyal adalet arayışlarına ve millî birliğe düşmanlık örgütlemektir.
Hele ki bunun hariçten (Batı’dan ya da Doğu’dan – fark etmez) ithal bir zihniyetle yapılması daha fenadır.
Mamafih Türk milliyetçiliğine suikast yapmaya kalkışanların önce hangi değerler manzumesine kast ettiklerini bilmeleri elzemdir.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish