Türkiye toplumu gerek siyasi iradelerin tarih boyunca tepeden inmeci politikaları sebebiyle gerekse de tabandan gelen tarihsel çekişmeler sebebiyle kutuplaşmaya alışmış bir toplum.
O yüzden pek çok meselede olduğu gibi kadın meselesinde de kamplaşmayı seçiyoruz. Oysa her sosyolojik sorunda olduğu gibi bu konunun da bilimsel, felsefi, dini, hukuki bir çok boyutu var.
Kadın bedenine yönelik tahakküm ve biyopolitikanın, Batı medeniyeti başta olmak üzere dünyada uzun bir geçmişi olduğu muhakkak.
Günümüzde kadınların uğradıkları saldırılarda artış görülmesi ülke gündemine “İstanbul Sözleşmesi” tartışmasını da taşımış oldu.
Sözleşmeyi hedefe koyan dindar-muhafazakar kesim, liberal, feminist ideolojinin aile kurumunu hedef aldığını; sözleşmenin bu hedeflere hizmet ettiğini savunuyor.
Bu eleştiriler, sözleşmeyi “şeytanın en büyük oyunu” gibi abartılı biçimde aileyi çökerten, boşanmaları arttıran yegane suçlu ilan etmeye kadar götürdü.
Sözleşmenin içeriğinde LGBTİ+ kimlikleri geçmemesine ve metnin konusunun aile içi/ev içi şiddetin önlenmesi olmasına rağmen tartışma, sözleşmenin eşcinselliği meşrulaştırdığı iddiası üzerinden de yürütülüyor.
Oysa ısrarla 2 cinsiyetten bahseden bu sebeple de LGBTİ+ lobisinin eleştirilerine maruz kalan 75 maddelik metin, kişilerin cinsiyetleriyle değil, kim olursa olsun yaşanan şiddet ile ilgileniyor.
Bu bağlamda bir Müslümanın da cinsiyeti ya da kimliği ne olursa olsun hiçkimsenin hukuk dışı bir şiddete uğramasını savunmayacağı çok açıktır.
LGBTİ+ bireylerin insan haklarını savunmak da İslami adalet anlayışının gereğidir.
Belirteyim ki bu, LGBTİ+'nin meşru bir hak olup olmadığı tartışmasının dışında bir mevzudur. Sap ile samanı karıştırmak da böyle bir şey olsa gerek.
Kaldı ki sözleşmenin ana öznesinin kadın ve erkek olduğu ev içi şiddeti engelleme tedbirlerini içeren bir metni hedef tahtasına oturtmak gerçekten anlamsız bir durum...
Peki, gerçek böyle mi?
Öncelikle belirtmek gerekir ki feminizmle hesaplaşmanın yolu feministlerin sahiplendiği, çözüm yolunda öncülük ettiği sorunları yadsımaktan geçmiyor.
Dindar-muhafazakar kesimler, İslami sorumluluk almak yerine neo-muhafazakar sağcılığa kayarak sorunun bir parçası haline gelmeyi tercih ediyorlar.
Bu açıdan yanlış yerde konumlanıyorlar. Bu yanlış saf tutma da paradoksal biçimde karşılarına aldıkları feministlere meşruiyet ve motivasyon zemini sağlıyor.
Kara liste
Gerek tüm dünyada gerekse de ülkemizde kadınlar, kadın oldukları için şiddet görüyorlar.
Evliler, aile içinde erkeğe yüklenen egemen kültürel kodlar sebebiyle koca dayağına maruz kalabiliyorlar.
Koca dayağı yıllara yayılan olağan bir işkenceye dönüştüğünde, boşanmak isteyen kadın, bu sefer de boşanmak istediği ya da boşandığı için saldırılara uğruyor ve cinayete kurban gidebiliyor.
Sevgili ya da nişanlı/sözlü çiftler arasında ayrılma istekleri yine eril şiddetle sonuçlanabilirken, platonik aşk duyan erkek olumlu cevap alamayınca da kadına karşı şiddete yönelebiliyor.
Bütün bunların yanında, daha feodal bölgelerde, ailenin isteği dışında yaşanan aşk ilişkileri ya da aldatma vakaları, aile ortak kararları ile kadına yönelik infazlarla sonuçlanabiliyor.
Bazen cezai ehliyeti olmayan küçük aile bireyleri ablalarını, kız kardeşlerini, yeğenlerini vs. öldürebilirken, bazen de babalar “namuslarını temizlemek” için kızlarını öldürüyorlar.
Hatta mağdur olmuş, tecavüze uğramış kız çocukları ve kadınlar korunacakları yere “kurtulunması gereken kirlere” dönüşüyor, horlanıyor, baskı görüyor, hatta öldürülüyorlar.
Bunun sebebi toplumda pohpohlanan erkek egemen cahiliye kültürü. Bunun için sadece Müge Anlı'nın programını izlemek bile yeterli.
Bu liste daha da uzayabilir. Ama bu kara listeden çıkartacağımız gerçek sonuç, “toplumsal cinsiyet” rollerinde erkeğe, kadını öldürmeye kadar varabilen bir tahakküm ve baskı hakkı verildiği; kadının ise tecavüz mağduru dahi olsa arınılması gereken bir leke olarak görülmesidir.
2019 bilançosu
Anıt Sayaç: Şiddetten Ölen Kadınlar İçin Dijital Anıt'ın verilerine göre, 10 Aralık itibariyle ülkemizde en az 402 kadın kara liste sebebiyle öldürüldü.
Bianet'in basın taramasına göre ise, öldürülen kadınlardan, en az 10’u Türkiye vatandaşı değildi (Bir Azerbaycan, iki Suriye, iki Afganistan, bir Irak, bir Çin, Bir Ukrayna, bir Fas, Bir Özbekistan vatandaşı).
Kadınların yüzde 64'ünü koca/eski koca, sevgili/eski sevgilisi öldürdü.
Kadınların 198'ini kocaları, eski kocaları, sevgili ve eski sevgilisi öldürdü; 31 kadını abi, baba, oğul gibi aile üyeleri, 20 kadını komşusu ya da arkadaşı; sekiz kadını da akrabaları öldürdü.
19 kadını damadı/eski damadı öldürdü. En az 23 kadını öldüren erkeğin yakınlık durumu basına yansımadı.
Kadınların yüzde 49'u ateşli silahlarla can verirken, 149 kadın kara listedeki gerekçelerle ateşli silahlarla, 74'ü bıçakla 25'i boğularak, 20'si dövülerek 4'ü yakılarak bir kadın ise asitli su ile öldürüldü.
Kadına karşıtı şiddetin sorumlusu İslam mı?
Bu kara listenin din ile motivasyon-meşruiyet bağı ise yok denecek kadar az. Yani laik-seküler tezlerin aksine, kişiler dindarlaştıkça; İslami bilinç kazandıkça bu şiddeti artırmamaktadır.
Aksine İslam’ın cahiliyye dediği bilinçsizlik hali koyulaştıkça kadına karşı şiddet artmaktadır.
Popüler tartışmalarda gündeme getirilen Kur’an’da kadını dövme ile ilgili ayet mevzuunda bile tartışmanın kendi bağlamı yukarıda bahsettiğimiz sosyolojik bağlamdan çok uzaktadır.
Çünkü Nisa 4/34’deki "darebe" fiilini “vurma” şeklinde anlasak dahi ayet ekstrem bir boşanma durumunu düzenleyen ve mahkemenin uygulayabileceği bir ayettir.
Yani Kur’an yukarıdaki kara listedeki hiçbir durumda erkeğin kadını öldürmeye, işkence etmeye, ağır şiddet uygulamaya asla cevaz vermemektedir.
Kaldı ki ilgili fiilin boşanmanın son aşaması olan kadını kendi özgür iradesiyle kendi hayatını çizme hakkı verme olduğuna dair olduğu ifade edilebilir.
Sünnet de bu yönde bir örneklik ortaya konmuş Peygamberimizin pratiğinde kadına karşı şiddet açıkça olumsuzlanmıştır.
Kur'an, kadınlara ve kız çocuklarına yönelik toplumsal cinsiyet kültürü sebebiyle uygulanan şiddeti "diri diri gömülen kız çocuğu" örneğiyle mücadele edilmesi gereken bir gündem maddesi olarak belirler.
Kadına karşı şiddetin motivasyonunun dinden kaynaklanmaması geleneksel cahiliye kültüründen kaynaklandığı anlamına gelir. Toplumsal cinsiyet rollerinin de bu yüzden reformize edilmesi elzemdir.
Evet, muhafazakar dini kültürde kadın karşıtı bir çok mit de mevcuttur, ama yapılması gereken sağlıklı dini bilgiyle hurafenin de ayrıştırılmasıdır. (Örnek bir çaba için bkz. Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri, Hidayet Şefkatli Tuksal, OTTO Yay.)
O halde günümüz dindarının aileyi korumak mottosuyla kadına karşı şiddete bigane kalması tam bir manipülasyon halidir.
Aileye zarar veren esas etken de zaten bu şiddeti küçümseyen, yok sayan, hatta bilgisizce küresel bir komplonun parçası zanneden bilinçsizlik halidir.
Feminizme gelirsek; feminizmin pek çok alt kolu olduğunu ve farklı felsefi siyasi yönelimlerden müteşekkil bir sosyal hareket olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Ancak Türkiye’de egemen olan feminist ekolün postyapısalcı, postmodernist felsefeden beslendiği açık.
O yüzden, tüm cinsel kimlikleri yapıbozuma uğratmak gibi ideolojik bir hedefi gözardı etmememiz gerekiyor.
Bu da LGBTİ+ lobisinin etkinliğini ve eril şiddeti gerekçe gösteren karşı-cinsiyetçi politik bir söylemle bizi karşı karşıya getiriyor.
Bu ideolojik konumlanma kadının uğradığı eril şiddetle mücadeleyi bu bağlamda bir çıkmaza sürüklüyor.
Özellikle aile kurumunu hedef alan agresif sloganlar, kadına karşı şiddete yönelik toplumda oluşabilecek genel konsensüsü baltalıyor.
Dindar kesimleri ne kadar yanlış yerde konumlanıyorsa bu karşı-cinsiyetçi söylemler de yanlış yerde konumlanıyor.
Erilliğin ya da dişilliğin politik bir kimliğe dönüştürülmesi genellemelere, cinsiyetçi çatışmalara yol açmakta.
Oysa yapılması gereken cinsiyet kökenli şiddetin kontrol altına alınmsı için daha bütüncül bir mücadele perspektifinin inşasıdır.
Sosyalist filozof Slavoj Zizek’in “The sex is (not) political!” (Cinsel Olan Politik Değildir) adlı kitabında tartıştığı da tam da budur.
Cinselliğin politikleştirilmesine karşı küresel bir adalet arayışının insan fıtratının yabancılaşma sorununun öne çıkartılması gerekiyor.
Ama öyle bir ince çizgide yürüyoruz ki tüm bunları yaparken diğer yandan da acı bir gerçeklik olan kadına karşı eril cahiliye şiddetiyle de fiili mücadele etmemiz gerekiyor.
Tüm erkeklerin cani, katil, şiddet uygulayan varlıklar olmadığını elbette bir erkek olarak hatırlatmama gerek yok.
Fakat bugün "Ama kadınlar da erkeklere şiddet uyguluyor" itirazının da adalet ve hakkaniyetle bağdaşmadığını belirtmemiz gerekiyor.
Erkeklerin gerek fiziksel güç üstünlükleri gerekse de toplumsal cinsiyet roller sebebiyle sağladıkları avantajlar, kadınlara yönelik şiddet uygulamalarını hem kolaylaştırıyor hem de istatiksel olarak ezici bir oranla şiddetin uygulayıcı tarafı kılıyor.
"Kadınlar kadar erkekler de şiddet görüyor; sorun şiddet sorunudur kadınları öne çıkartmayın" argümanı da gerçekle bağdaşmıyor.
Adalet, orantılı muameleyi gerektirir. Kadına kadınlığından dolayı şiddet, erkeğe erkekliğinden dolayı uygulanan şiddetten kat be kat daha fazlaysa, elbette bu cahiliye kültürünün bu yönü daha fazla konuşulacaktır.
BM Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin (UNODC) gerçekleştirdiği Küresel Cinayet Araştırması verilerinde kadın cinayetleri, detaylı olarak partner/aile içi cinayet kategorisine “cinsiyete bağlı cinayetler” olarak değerlendiriliyor.
Araştırmada, partner/aile içi cinayetlerde öldürülenlerin yüzde 64’ünün kadın, yüzde 36’sının ise erkek olduğu belirtiliyor.
Öte yandan sadece partner cinayetlerine bakıldığında bu oranının kadınlarda yüzde 82! (bkz. https://teyit.org/bm-verilerindeki-cinayet-oranlarina-bakilarak-kadina-siddet-abartiliyor-denebilir-mi/)
Cinayete kurban giden kadınların üçte ikisi partner/aile içi cinayetlerde öldürülüyor. Bu cinayetlerin sebebi ise “cinsiyetçilik ve eşitsiz güç ilişkileri"
İşte burada devreye İstanbul Sözleşmesi giriyor. Sözleşme, bu şiddeti önlemeye yönelik uluslararası bir belge.
Dindar camiadaki soruna yaklaşım problemlerinden biri de İstanbul Sözleşmesi ekseninde boşanmaların teşvik edildiği savı.
Burada hatırlatmak gerekir ki boşanma oranlarının artması, sosyal refahın yükselmesi ve kadının ekonomik statüsünün bağımsızlaşması ile ilgilidir.
İslami hassasiyet sahipleri, burada aileyi güçlendirecek çözümler üzerine yoğunlaşmalılar; ama bunun yerine boşanmaktan başka çaresi kalmayan şiddet mağduru kadınların aileyi yıkan taraf şeklinde suçlandığını görüyoruz.
Aileyi korumak konusunda hassas olan dindarların, insan hayatının ve onurunun aileden daha önemli olduğunu unuttuklarını söyleyebiliriz.
Ayrıca yıllardır Kur’an’a dönüşü savunan, İslami söylemleri Protestanlıkla suçlayan bu tip bir dindarlığın ironik olarak Katolik bir aile algısına sahip olduğunu görüyoruz.
Yani her ne olursa olsun, kadın ne kadar şiddet görürse görsün boşanmayı hak olarak görmeyen bir dindarlık…
Oysa İslam’da boşanma makul gerekçeleri oluştuğunda hem bir hak hem de bir rahmettir.
İşkence gör, dayak ye, çocuklarının yanında her gün aşağılan; ama sakın ha boşanma, aile korunsun, diyemeyiz.
Dindarın yeri böyle durumlarda mağdur kadının yanında yer almaktır.
Allah ve Resulü toplumdaki cahili cinsiyet kültürüyle ve o kültürün ürettiği şiddet ile diri diri toprağa gömülen çocuğu elinden tutup o çukardan çekip kurtararak tavrını göstermiştir.
Bugünün dindarlarının yapması gereken de tam da budur. Aksi bir konumlanma teorik, felsefi ve itikadi olarak karşı çıkılan Batı merkezli kimi dünya görüşlerinin mağduriyet zeminini doldurmasını doğal olarak ortaya çıkartmaktadır.
Ailenin korunması, ahlaki yapının güçlendirilmesinin yolu mağdurun yanında durmaktan geçer mağrura siper olmaktan değil...
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish