1973-74 yılları...
Tıpkı bir güneşin doğması gibi, baharda doğanın canlanması gibi, insan ruhunun en karanlık noktalarına kadar aydınlığın girmesi gibi heyecanlı, coşkulu ve kendine güvenli bir arayış yaşanıyordu...
Bir bakış...
Bizler 70'li yılların gençlik kuşağıydık.
Genç 78'lilerdik.
Bizim yaşadığımız dünyada emperyalist, sosyalist ve geri bırakılmış ülkeler adı altında farklı siyasal, toplumsal ve kültürel özelliklere sahip ülkeler bulunuyordu.
Bizim yaşadığımız dünyada ABD ile SSCB arasında süren Soğuk Savaş, tüm gelişmeleri etkilemekte, hatta belirlemekteydi.
İşte biz, böylesi bir dünyada, emperyalizme bağımlı, geri bıraktırılmış, yeni sömürge bir Türkiye'nin devrimcileri, demokratları ve yurtseverleriydik.
Ülkemizin geleceğinin emperyalizme karşı mücadeleden, bağımsızlık ve demokrasiden geçtiğine tüm yüreğimizle inanıyorduk.
Halkımızın bu yönelişinde ve toplumsal gelişme sürecinde önemli bir misyon taşıdığımız kanısındaydık.
Başkaları da vardı.
Bu kerameti kendilerinden menkul kişiler, kendilerini ülkenin sahibi görüyorlardı.
Yabancı iş birlikçisi bu karanlık güçler, bizlere ve halkımıza karşı var olan yükümlülüklerimizi yerine getirme, ülkemizin geleceği üzerinde söz ve karar sahibi olma fırsatı tanımamak için ellerinden ne geldiyse yaptılar.
Bizi sokaklarda kurşunlattılar, sorgu merkezlerinde en ağır işkencelerden geçirdiler.
On yıllarca zindanlarda tuttular, lanetlediler, yok saydılar.
Bizimle ilgili "yitik kuşak" efsanesini hemen herkese kabul ettirdiler.
Her şeye ama her şeye rağmen, 12 Eylül 1980 darbesinden yirmi yıl sonra, 20 Ağustos 1999 tarihinde İstanbul'da toplanan Yüzler Meclisi'nin ortak kararıyla yine tarih arenasına çıktık.
Takvim 18 Ağustos 2025'i gösteriyor, tarihi yürüyüşümüz sürüyor.
Anlatılan senin hikâyendir.
70'li yıllardan 80'li yıllara...
70'li yılların Türkiye'sinde oligarşik bir zümrenin egemenliği vardı.
Ülke, bu azınlığın yarattığı ağır ekonomik bunalım ve siyasi sorunlarla karşı karşıyaydı
Aslına bakılırsa, özellikle başlangıçta muhalefetin gücü, egemen azınlığın iktidarını tehdit edecek durumda değildi.
Muhalefet ağırlıkla öğrenci gençliğe, özel olarak üniversite gençliğine dayanıyordu. Gelişme çizgisi kendiliğindendi.
Örgütlü halk desteğinden ise büyük ölçüde yoksundu. Bu haliyle bile muhalefet, egemen sınıfları telaşa düşürüyordu.
Onlar en küçük demokratik kıpırdanmayı dahi kanla boğmaya alışmışlardı.
Muhalefetsizliği yönetim biçimi haline getirmişlerdi.
Başka şeyler de vardı.
Güç dengesinin elvermemesi nedeniyle 12 Mart darbesi “yarım kalan” bir darbe idi.
Bu nedenle toplumsal sürecin mecrasını kurutamamışlar, 27 Mayıs Anayasası'nı ve getirdiği -nispi- özgürlükleri istedikleri gibi tırpanlayamamışlardı.
Genlerinde her türlü farklılığa ve muhalefete tahammülsüzlük yatan egemen oligarşik zümreler ülke çapında kapsamlı bir faşist saldırı hazırlığı içerisindeydiler.
Bu konuda, ABD emperyalizminin tam desteğini almışlardı.
ABD ve SSCB arasında II. Dünya Savaşı'ndan sonra başlayan Soğuk Savaş'ta, inisiyatif başlangıçta ABD'deydi.
70'li yıllara gelindiğinde SSCB stratejik ve askeri bir dengeyi yakalamıştı.
Ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarının peş peşe patlak vererek buna eklenmesi, güçler dengesini ABD aleyhine değiştirmeye başlamıştı.
ABD, bu yönlü gelişmenin önünü almak, SSCB'nin Ortadoğu'da Baas rejimleri ile kurduğu ittifakın yarattığı ilerlemeyi etkisizleştirmek için, Türkiye, SSCB'yi kuşatmaya yönelik -sonraları “yeşil kuşak” denecek- yeni bir strateji geliştiriyordu.
Bu strateji, Afganistan ve Türkiye'ye “olmazsa olmaz” bir stratejik misyon yüklüyordu.
Bir süre sonra İran'ın emperyalist nüfuz alanının dışına çıkmasıyla birlikte, Türkiye'nin misyonu son derece yaşamsal karakter kazanacaktı.
ABD'nin, II. Dünya Savaşı'ndan sonra bizim gibi bağımlı, yeni sömürge ülkelere yönelik olarak geliştirdiği, iç pazarın geliştirilmesi ve görece refah koşullarına dayalı sermaye birikim modeli tıkanmıştı.
Bu tip ülkeler dış borç yükünü ve borç faizlerini taşıyamaz hale gelmişti.
70li yılların sonunda Türkiye gibi ülkelere dayatılan birikim modelinin esasları ise şunlardı: İç pazarın daraltılması, halk kitlelerinin yaşam düzeyinin düşürülmesi ve içerde ne varsa satılıp dış borçların ödenmesi.
ugün yıkıcı sonuçlarını yaşadığımız neoliberal reçetelerdi bunlar…
Öte yandan ülkemizde solun demokratik gücünün etkisi artarak gelişiyordu.
Bu etki giderek öyle bir noktaya ulaştı ki hem neoliberal ekonomik modelin hem de ülkemizi emperyalist çıkarlar için dış maceralarda kullanma politikalarının uygulanması önünde en önemli engel haline geldi.
Bunun üzerine CIA, Pentagon ve NATO devreye girecekti.
Malum “beynelmilel komünizm” tehlikesine karşı savaş adı altında, solun hızla tasfiye edilmesi için düğmeye basılacaktı.
Amerikancı faşizmin egemen olduğu istikrarlı bir Türkiye yaratılmak isteniyordu.
Bunun için öncelikle, istikrarsızlaştırma siyaset stratejisiyle toplumun ve toplumsal psikolojinin yeni duruma hazırlanması ve uydurulması gerekiyordu.
Gençliğin durumu
İç ve dış egemen çıkar şebekeleri sola dönük böylesine çok yönlü kapsamlı bir tasfiye hazırlığı içerisindeyken, bizler henüz 17-18 yaşlarında, halk tabiriyle yeni yetme gençlerdik.
71 sürecine bir şekilde katılmış ya da izlemiş sol ve demokrat çevreler, genel bir duyarsızlık içerisindeydiler. 74 affıyla cezaevlerinden çıkan devrimci ağabeylerimizden beklentimiz büyüktü.
Yarattıkları tam bir hayal kırıklığı oldu.
Çoğunun iradesi kırılmıştı.
Ayakta kalabilenler ise tecrübeleriyle bizlere yol gösteremediler.
Yapay tartışmalar ve kısır polemiklerle moral bozmaktan, saflarımızda direnme azmini kıracak bir ortam yaratmaktan, sonuçta parçalanmalara yol açmaktan başka bir şey yapamadılar.
O tarihi dönemeçte çok azı olumlu rol oynayabildi.
Onlar da daha sonra bizimle beraber 12 Eylül darbesini karşılayacaktı.
Biz ise henüz çok genç, tecrübesiz ve toyduk.
Hangi tuzaklarla karşılaşacağımızın tam olarak farkında değildik.
Fakat kendimize güvenimiz tamdı.
Engel tanımaz, boyun eğmez bir ruh hali içerisindeydik.
Toplumsal sorunlara ve halka karşı müthiş bir duyarlılık ve özveri duygusuyla yanıp tutuşuyorduk.
Emperyalizme ve faşizme karşı direnerek düşen 71 devrimcilerinin manevi etkisi altında, koşulsuz direnmeye ve düşmeye hazırdık.
Dünyada direnen ve bu nedenle katliamlara, baskılara uğrayan tüm halkların mücadelesi ilgimizi çekiyordu.
Nerede bir baskı ve katliam gündeme gelse, bir yolunu bulur hemen protesto ederdik.
Che'nin ve Denizlerin, İbrahimlerin, Mahirlerin mirasına sahip çıkıyorduk.
Dünya halklarının çocuklarıydık!..
(Devam edecek...)
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish