Almanya'da faşizmin ayak sesleri

Bülent Güven Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Filip Singer/EPA-EFE

Almanya, 20'nci yüzyılda faşist bir sistem kurup yöneten ülkeler arasında insanlığa en büyük zararı vermiş devletlerden biridir.

Yahudilere karşı yapılan soykırım sonucunda 6 milyon insanın sistemli bir şekilde gaz odalarında imha edilmesi, bir o kadar insanın yerini, yurdunu, ailesini bırakıp sürgüne gitmesi, sebep olduğu II. Dünya Savaşı'nda 25 milyon insanın ölmesi ve milyonlarca insanın ağır yaralanması, Hitler liderliğindeki Alman faşizminin "eseridir".

İnsanlığa böyle bir felaketi yaşatmış bir ülkede, faşizmin yenildiği 1945 yılından 80 yıl sonra, Almanya'da benzer bir tehlike ile karşı karşıya kalmayı nasıl açıklamak mümkün? 

Bu tehlikenin yeniden gerçek olma ihtimali var mı?

II. Dünya Savaşı'nda Almanya'nın teslim olmasından yaklaşık 1 buçuk ay sonra, 26 Haziran 1945'te, dönemin ABD Başkanı Harry S. Truman, San Francisco'da Birleşmiş Milletler'in kuruluş belgesinin imza töreninde şu sözlerle konuşmasına başladı:

Faşizm, Mussolini'nin ölümüyle sona ermedi (...) Hitler öldü, ancak onun hastalıklı ideolojisi birçok fanatiğin zihninde kök salmış durumda. Zorbalara son vermek ve toplama kamplarını özgürleştirmek kolaydır, ancak bu felaketlere yol açan düşünceleri ortadan kaldırmak çok daha zordur.


Gelinen noktada, Truman'ın konuşmasından 80 yıl sonra, kehanetinin ne kadar gerçeği yansıttığını seçim arifesinde olan Almanya'da aşırı sağ partilerin söylem ve eylem planlarından anlıyoruz.

Savaşta yenilen faşizm fikren hâlâ ayaktadır. Fikren ayakta olan Alman faşizmi, İkinci Dünya Savaşı sonrası nadasa yatmışken, son yıllarda tekrar görünür olmaya ve toplumsal meşruiyet kazanmaya başladı.

Almanya'da bu görünürlüğün ve meşruiyetin platformu, son anketlerde oyları yüzde 20'nin üzerine çıkan ve yükseliş trendi devam eden aşırı sağ parti AfD'dir (Almanya için Alternatif).

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

AfD'nin lider kadrosunun kullandığı söylemler, birebir Hitler'in partisi NSDAP'nin söylemleri ile aynıdır.

Bunu, Alman mahkemelerinin AfD liderlerine bu söylemlerden dolayı verdiği cezalardan anlıyoruz.

Örneğin, Almanya'nın Thüringen eyaletinde oyların yüzde 32,8'ini alarak birinci parti olan AfD'nin eyalet başbakan adayı Bernd Höcke, Hitler dönemi söylemlerini kullandığı için Alman mahkemelerinden defalarca para cezası almıştır.

Bu söylemlerin arkasındaki temel strateji, Almanya'daki ırkçı söylemlere dair tabuları yıkarak ırkçı söylemlere meşruiyet kazandırmaktır.

Böylece, bu söylemlerin toplumsal zeminde daha fazla yankı bulması hedeflenmektedir.

AfD sadece bir siyasi parti değil, aynı zamanda sosyolojik bir altyapısı ve arka planı bulunan bir harekettir.

Çok sayıda milliyetçi dernek, hareket ve entelektüel akım, AfD'nin üzerine oturduğu zemini oluşturuyor.

Bu realite, AfD'yi şimdiye kadar farklı konjonktürlerde ortaya çıkmış, nispi başarılar elde ettikten konjüktür değiştikten sonra ortadan kalkmış diğer aşırı sağcı partilerden ayırmaktadır.


Ayrıca AfD'nin yönetim kadrosu, lümpen bir kesimden ziyade Almanya'nın "establishment"ine dâhil insanlardan oluşmaktadır.

Partinin kurucularından ve önceki genel başkanı, hâlihazırda onursal başkan unvanını taşıyan Alexander Gauland, meslek hayatına gazeteci olarak başlamış, Almanya'nın en kaliteli ve etkili gazetelerinden biri olan Frankfurter Allgemeine gazetesinin yayın yönetmenliğinin yanı sıra, Hessen eyaletinde başbakan müsteşarlığı ve kültür bakanlığı görevlerinde bulunmuştur.

Gauland, aynı zamanda ciddiye alınan kitapları olan bir entelektüeldi.

Partinin şu anki başbakan adayı Alice Weidel'in ekonomi doktorası bulunmaktadır.

Ayrıca geçmişte yatırım bankası Goldman Sachs ve dünyanın en büyük danışmanlık şirketlerinden McKinsey'de üst düzey yöneticilik yapmıştır.

Yine AfD Milletvekili Gerrit Huy, geçmişte Mercedes otomotiv şirketinde üst düzey yöneticilik yapmıştır. AfD yönetiminde ya da tabanında bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

AfD'yi başarılı kılan temel gerçek ise, hemen hemen tüm Batı ülkelerinde yaşanan yapısal sorunlardır.

Batı sistemi, aslında 1980'lerde başlayan fakat 2007 dünya ekonomik krizinden sonra hissedilen bir ekonomik durgunluk sürecine girmiştir.

2007 öncesinde, başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerde kalkınma oranı yüzde 3'ün üzerinde iken, bu oran krizden sonra yüzde 1'ler civarına düşmüştür.

Bu ekonomik düşüşün bir nedeni Batı sisteminden kaynaklanan aksaklıklar ise, diğer nedeni ise başta Çin olmak üzere Batılı devletlere ekonomik anlamda Batı dışı ülkelerden ciddi anlamda rakiplerin oluşmasıdır.

Tasvir edilen bu iç ve dış nedenler, Batılı devletlerde hem genel olarak refah kaybına hem de gelir dağılımında bir dengesizliğe yol açmıştır.

Bu ekonomik dengesizliğin yanı sıra, son yıllarda başta Almanya olmak üzere dünyanın farklı kriz coğrafyalarından gelen mülteci akınını Batılı devletlere yönelik hız kazandırmıştır.

Mültecilerin sayıca çoğalıp görünür olması, bu ülkelerde kültürel bir meydan okuma olarak algılanmıştır.

Burada ana meydan okumanın Müslümanlardan geldiği kanaati, AfD gibi ırkçı partiler tarafından özellikle vurgulanmaktadır.

Batılı toplumların bu ekonomik ve kültürel meydan okuma ile karşı karşıya kalmaları ve AfD'nin Almanya özelinde bu kötü durumun müsebbibi olarak göçmenleri göstermesi, halk tarafından da karşılık bulmaktadır.

Almanya'da AfD'nin ve diğer Batılı ülkelerde aşırı sağ partilerin yükselişinin altında böyle bir zemin bulunmaktadır:

Hepsinin ana söylemi, tüm sorunların temel nedeni olarak mültecileri/göçmen kökenli insanları göstermeleridir.

Almanya özelinde AfD'nin bu söyleminin halkta karşılık bulup oy oranını artırmasıyla, siyasi arenadaki söylem üstünlüğü AfD'nin eline geçmiş bulunmaktadır.

Böylece, bundan 10 yıl önce söylendiği zaman söyleyenin kariyerini bitirebilecek söylemler meşru hâle gelmeye başlamıştır.

Örneğin, bundan bir yıl önce, içinde AfD'ye mensup kişilerin de bulunduğu bir grup, Almanya'nın Potsdam şehrinde yapılan gizli bir toplantıda göçmenlerin deport edilmesi ile ilgili konuları tartıştıkları ortaya çıkınca kamuoyunda büyük bir infial oluşmuştu.

Almanya'nın hemen hemen tüm şehirlerinde "Faşizme Hayır" adı altında yürüyüşler yapıldı, medya konuyu günlerce işledi.

Fakat AfD, bu söylemleri gündemde tutup oylarını artırdıkça, siyasi arenadaki söylem üstünlüğünü ele geçirdi.

AfD artık göçmenlerin deport edilmesini (remigration) parti programı ve seçim sloganı hâline getirdi.

Göçmenleri deport etmenin ana enstrümanı olarak AfD, göçmen kökenli insanların Alman vatandaşlığının ellerinden alınması üzerine odaklanıyor.

Gelinen noktada, seçim sonrasının hırıstyan demokrat partinin başkanı ve muhtemel Başbakanı Friedrich Merz'in de göçmen kökenli olup suç işlemiş olan insanların vatandaşlığının elinden alınarak sürgün edilmesi söylemini seçim kampanyasında kullanması dikkat çekicidir.

1 yıl önce tepki çeken bir söylem, bir yıl sonra merkez bir partinin oylarını artırmak için kullandığı bir argümana dönüşmüştür, maalesef.
 


Alman toplumundaki bu değişimin yansımalarını, toplumdaki zemin kaymalarını araştıran sosyolojik analizlerde de görmek mümkündür.

Alman Friedrich Ebert Vakfı'nın yaptığı araştırmaya göre, daha önce yapılan araştırmalarda Almanya'da faşist olarak tabir edilecek insanların oranı yüzde 3 civarındayken, bu oran iki yıl önce yapılan bir araştırmada yüzde 8'e çıkmış bulunmaktadır.

Yine aynı araştırmada, geçmişte aşırı sağ partilere oy verme potansiyeli toplumun yüzde 20'sine tekabül ederken, bu oran yüzde 30'lara yükselmiştir.

Son gelişmeler ışığında bu rakamların muhtemelen daha da artmış olduğu varsayımından yola çıkmak mümkündür.

Zamanın ruhu, aşırı sağın bu yükselişini maalesef destekler niteliktedir. ABD'de Trump ve Avusturya'da aşırı sağ partinin başkanı Herbert Kickl gibi liderlerin, aşırı sağcı İtalyan Başbakan Meloni'nin iktidar koltuğuna oturmuş veya oturacak olmaları, Almanya'da da AfD'nin lehine gelişen olaylardır.

Bu süreç, partinin meşruiyetini artırdıkça, partinin en geç bir sonraki seçimde iktidara gelmesinin önünü açacaktır. Fakat AfD'nin dünyadaki diğer aşırı sağ partilerden bir farkı bulunmaktadır:

Diğer aşırı sağ partiler iktidara yaklaştıkça söylemlerini ve iktidardayken eylemlerini ılımlı hâle getirirken, AfD'nin iktidar olma ihtimali arttıkça hem söylemleri hem de kadroları daha da radikalleşmektedir.


Almanya'nın içinde bulunduğu bu durumu nasıl tanımlamak mümkün?

Almanya'nın Weimar Cumhuriyeti dönemindeki tarihini az çok bilen herkes, mevcut durumdan yola çıkarak "Biz bu filmi daha önce görmüştük" kanaatine varabilir.

Şu anki seçim anketleri ile 1928 yılında Weimar Cumhuriyeti'nde yapılan seçimlerin sonuçları birbiriyle uyum hâlindedir.

Merkez partilerin eridiği, partiler yelpazesinin parçalandığı, Hitler'in NSDAP'sinin yükselişte olduğu bir yapı.

Birinci Dünya Savaşı'nın Almanya için getirdiği yenilgi, tüm dünyada yaşanan ekonomik kriz, Weimar döneminde Hitler'i iktidara getiren ana nedenlerden birkaçıydı.

Aynısı olmasa da dünya konjonktüründe yukarıda tasvir edilen nedenlerden var olan sıkıntılar, aşırı sağcılar için bulunmaz bir zemin ve bu partiler tüm eleştirilerini bu istikrarsız dönem üzerine kurguluyorlar.

Bu nedenlerden dolayı, Almanya'daki mevcut durumu "pre-faşizm" olarak tanımlamak, aşırı karamsarlık değil, verilere dayalı bir tespit olarak algılanabilir.

Bu süreç, Almanya'da eskiden olduğu gibi Almanya'yı ve dünyayı kana bulayan faşist bir iktidara sürükleyebilir mi, bilinmiyor. Fakat böyle bir tehlike az da olsa var.

Almanya, Weimar Cumhuriyeti'nde olduğu gibi artık homojen bir toplum değil. Toplumun yaklaşık yüzde 30'u, yani yaklaşık 26 milyonu göçmen kökenli insanlardan oluşuyor.

Tekrar Weimar'ı yaşamak düşük bir ihtimal olsa da AfD'nin yükselmesi, yakın zamanda iktidar olmasa dahi Almanya'yı olumsuz anlamda çok değiştirecektir.

Tüm gerçekler ışığında, Almanya'da yaşayan göçmen kökenli insanlara büyük görevler düşmektedir.

Göçmen kökenli insanlar, öncelikle 23 Şubat'ta yapılacak seçimde mutlaka oy kullanma hakkını ciddiye alarak demokratik partilere oy vermelidir.

Ayrıca önümüzdeki süreçte, göçmen kökenli insanlar marjinal etnik partiler kurmaktan ziyade mevcut oturmuş partilerin içinde faaliyetlerde bulunarak hem yönetimde söz sahibi olmalı hem de Alman demokrasisini savunmak için mücadele etmelidir.

Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere Türkiye'deki siyasi parti liderleri, Almanya'daki sempatizanlarını seçimlerde oy vermeleri yönünde telkinde bulunmalı ve seçim öncesi bir kampanya hâlinde bu konuda çağrıda bulunmalıdır.

Bu seçim sadece Almanya için değil, özellikle göçmenler için bir kader seçimidir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU