Son yıllarda Avrupa'nın neredeyse tüm ülkelerinde aşırı sağ partilerin yükselişine tanık oluyoruz.
Bu partilerin bir kısmı İtalya'da olduğu gibi, içlerinden devlet başkanı/başbakan dahi çıkarmış durumdalar.
Bir başka kısmı ise diğer Avrupa ülkelerinde iktidar ortağı iken, Fransa ve Almanya gibi Avrupa'nın en önemli ülkelerinde ise iktidar adayı durumundalar.
Avrupa genelinde sağın yükselişine dikkat çeken analizler, bu gelişmelerin bir sebebi olarak yakın zamanlarda Avrupa ülkelerine gelen göçleri gösteriyor.
Fakat her ne kadar artan göçmen sayısının Avrupa'da aşırı sağ/sağ popülist partilerin yükselişinde belli bir rol oynadığını düşünmek mümkünse de bölgede bu siyasi ortamın ortaya çıkışını yalnızca artan göçmen sayısı ile ilişkilendirmek tutarlı olmayacaktır.
Zira bu argüman, göçmen sayısının oldukça az olduğu Polonya gibi Avrupa ülkelerinde aşırı sağ ve sağ popülist partilerin neden yükselişte olduğunu açıklayamıyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ünlü Fransız ekonomist Thomas Piketty başkanlığında bir grup araştırmacı, başta Fransa olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde son 200 yılın seçim sonuçlarına yönelik yaptıkları analizlerde Avrupa'da aşırı sağın yükselişinin ana gerekçesi olarak Avrupa'ya gelen göçmenlerden ziyade, sosyal dengesizliklerin yattığına işaret ediyor.
Buna göre, Avrupa'da aşırı sağ partilerin oyları büyük şehirlerden ziyade, taşrada/periferide, yani merkezi şehirlerin dışındaki küçük şehirlerde ve kasabalarda artış gösteriyor.
Piketty'e göre bunun nedeni 90'lı yıllardan itibaren başlayan küreselleşme sürecinde Avrupa'da söz konusu küçük şehir ve kasabalardaki birçok fabrikanın kapanmak durumunda kalmış olması.
Bilindiği gibi, 60'lı yıllara kadar Avrupa'da daha çok büyükşehirlerde olan fabrikalar, 60'lardan sonra ise büyük şehirlerden taşraya kaydırıldı.
Bu süreçte iş imkanları büyük şehirlerde daha çok hizmet sektörüne kaymış ve vasıflı insanlar doktor, avukat, mühendis gibi alanlarda iş bulurken, diğerleri ise garsonluk, kuaförlük benzeri meslekler edindi.
Bu anlamda büyükşehirlerde yaşayanlar Avrupa'da yaşanan bu yapısal dönüşümden pek de etkilenmedi.
Dolayısı ile büyük şehirler taşranın aksine işlerini kaybedenler gibi küreselleşmeden menfi manada fazla etkilenmedi; hatta özellikle büyükşehirlerdeki vasıflılar, küreselleşme sürecinden ekonomik çerçevede ve hayat kalitesi açısından olumlu manada istifade etti.
Küçük şehir ve kasabalarda yaşayanlar ise yukarıda zikredilen yapısal dönüşüme maruz kalmış ve küreselleşme onlar için işlerini, dolayısı ile de sosyal statülerini kaybettikleri negatif bir faktör haline geldi.
Fabrikalarda işçi oldukları dönemde bu kesimler siyasi anlamda daha çok sol partiler tarafından temsil edilmiş, fakat 90'lı yıllardaki küreselleşme süreci Avrupa'da hem merkez sağ hem de merkez sol partiler tarafından desteklenince ve daha önemlisi diğer partiler ortaya çıkan sürecin yarattığı negatif etkileri ortadan kaldıracak etkin politikalar geliştirilemeyince, bu kişiler ülkenin mevcut siyasal paradigmasıyla problemler yaşamaya başladı.
Tüm bunların neticesinde, ortaya çıkan bu durumu globalleşme karşıtı kavram ve içerikler geliştiren aşırı sağ partiler sahiplendi; sundukları basit çözüm önerileri ile bu kesimleri bir seçmen olarak kazanmaya başladı.
Bu anlamda aşırı sağ partilerin yükselmesi kısa süreli bir konjüktürel yükselişten ziyade, altında belli sosyo-ekonomik hususların yattığı bir hadise olarak görülmelidir.
Nitekim, ABD'de Trump'ın, Fransa'da Le Pen'in ve Avrupa'da diğer sağ ve sağ popülist partilerin oy aldığı bölgelere ve seçimlerde kullandıkları sloganlara bakıldığında Piketty'in bulgularının doğrulandığını görmek mümkün.
Bu açıdan Trump'ın başkanlık döneminde başta Çin olmak üzere birçok ülkeye karşı uyguladığı yüksek gümrük vergilerini ve ithalat kısıtlamalarını içeren politikalarını işte bu anlamda görmek gerekir.
Aşırı sağ partilerin yükselmesi, merkez partilerin de yer yer bu partilerin söylemlerini sahiplenmelerine neden oldu.
Yine ABD'de bunun örneğini Joe Biden döneminde görmekteyiz.
Demokrat bir başkan olarak tanımlanan Biden, Trump'ın Çin'e ve diğer ülkelere yönelik ithalatı kısıtlama politikasını olduğu gibi devam ettiriyor.
Biden ayrıca, yüksek devlet teşviki ile uyguladığı "Inflation Reduction Act" (Enflasyon Azaltma Yasa) politikası ile üretimde ABD'nin merkezi bir konuma gelmesi konusunda bayağı bir mesafe kat etti.
Bu çerçeveden bakıldığında son yıllarda globalleşmenin geriye götürülmesi süreci diyebileceğimiz sürecin hızlanmasında da ABD'nin işte bu tutumunun yattığı söylenebilir.
Gelişmiş Batılı ülkelerde aşırı sağın yükselişinin önemli gerekçelerinden birisi olarak gösterilen bu gelişmeler Almanya için de geçerli.
Diğer taraftan, Almanya'nın ırkçılık ile ilgili özel bir tecrübesi olduğundan, bu ülkeyi ayrıca mercek altına almak faydalı olacaktır.
Son gelişmelerin gösterdiği üzere, Almanya'da aşırı sağ parti AfD'nin anketlerde oyları yüzde 20'lerin üstüne çıkmış durumda.
Fakat burada asıl çarpıcı olan nokta AfD'nin ve fikirsel anlamda beslendiği havzaların, Nazi dönemine benzer söylem ve eylem planları içinde olmasıdır.
19'uncu yüzyılın başlarından itibaren, daha bugünkü Alman milli devleti kurulmadan, "Alman kimdir, nedir" fikri Alman düşünürleri tarafından tartışılmaya başlandı.
Bu konuları en fazla gündemine alanların listesi Johan Gottlieb Fichte, Ernst Moritz Arnt gibi filozoflardan başlayıp, Richard Wagner gibi bestekarlara kadar uzanır.
Bu akımın ana fikri; Alman olmayı "ötekini" dışlayarak, kendi etnik ve kültürel varlığını diğer etnisitelerden üstün tumak olarak tanımlayan bir temele dayanıyordu.
Özellikle Fichte gibi düşünürler bu konuyu tartışırken daha Alman milli devleti kurulmamıştı. Hatta Almanya, Napolyon'nun başında olduğu Fransa'nın istilası altındaydı.
O yıllarda Yahudilerin Avrupa'da öteki muamelesi görmeye karşı direnme süreci başarılı oldu, çoğu Avrupa ülkesi Yahudilere vatandaşlık vererek onları kendi uluslarının bir parçası olarak tanımladı.
Fransa gibi bu ve benzeri ülkeler, Fransız olmayı bu vesile ile etnik anlamda değil, anayasal vatandaşlık bağı üzerinden çözdü.
Almanya ise 1871 yılında milli bir devlet olarak kurulduğunda, devlet kurulmadan önceki "Alman kimdir" tartışması devam etmiş ve bu tartışma sonucunda Alman olmak etnik bir temelde tanımladı.
Dahası Alman vatandaşlığı da yasal olarak "Alman kanına sahip olmak" üzerinden temellendirildi ve bu yasa 2000 yılında ancak değiştirildi.
Tarihe bu gözle bakıldığında, 19'uncu yüzyılın sonları ve 20'nci yüzyılın başlarında, yani Alman devletinin kurulduğu dönemde Almanya'da yaşayan Yahudiler diğer Avrupa ülkelerine kıyasla Alman olmayan (undeutsch) ve Alman bedeninden (Volkskörper) dışlanması gereken unsurlar olarak görüldüğü tespit ediliyor.
Öyle ki 1933 yılından sonra Naziler döneminde bu düşünce devlet doktorini haline geldi; artık vaftiz olarak Hıristiyan olan ya da I. Dünya Savaşı'nda olduğu gibi heyecan ile Alman ordusuna asker olarak katılan Yahudiler, "tam anlamıyla" bir Alman olarak görülmedi.
Yahudilerin Almanya'da o dönem özellikle gündem olmalarının ikinci nedeni ise, Çarlık dönemi Rusya'da Yahudilere karşı uygulanan pogromdan dolayı çoğu Yahudi'nin Doğu Avrupa ülkeleri üzerinden Almanya'ya mülteci olarak gelmeye başlamasıydı.
Bu göçler neticesinde Almanya'da günümüze benzer bir mülteci tartışması başladı, bu tartışma çerçevesinde birçok antisemitik komplo teorileri gündeme geldi.
Bu bakımdan dönemin Tüm Almanların Birliği (Alldeutschen Verband) Derneği Başkanı Heinrich Claß'ın, "Bizim milli hayatımızın sağlıklı olabilmesi için, Yahudi etkisi ya tümden yok edilmeli ya da kabul edilebilir bir seviyeye çekilmesi gerekmektedir" şeklinde ifadelerine dikkat çekmek gerekir.
Bu söylemlerin 1933 sonrası Nazi Almanya'sında eyleme dönüştüğü malum…
Günümüzde Almanya'da, özellikle İslam ülkelerinden gelen göçmenlere yönelik, aşırı sağ grup ve partiler tarafından geliştirilen komplo teorilerinde de işte geçmişteki gibi benzer fikirler öne sürülüyor.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra yıkılan Nazi rejiminden sonra, Batı Almanya tarihi ile yüzleşerek o dönemde Yahudilere yönelik soykırım ve sürgünün bir daha gerçekleşmemesi için kapsamlı tedbirler almış olsa da dünyanın ve Almanya'nın da içinde bulunduğu Avrupa'da benzer söylemlerin bu kez özellikle Müslümanlara yönelik pervasızca dile getirilmesi, "tarih tekerrür mü edecek" endişelerini gündeme taşıdı.
Bu minvalde Almanya'nın Potsdam kentinde aşırı sağcı kişilerin ve yine aşırı sağ Parti AfD mensuplarının katıldığı bir toplantıda Alman vatandaşlıkları olsa dahi "bazı göçmen kökenlilerin" deport edilmelerinin gündeme getirilmesi tarihin tekerrür etme ihtimali tartışmalarını başlattı.
Burada kastedilen "bazı göçmen kökenlilerin" Müslüman göçmen kökenlilerin olduğunu bilmek için kâin olmaya gerek yok.
Bu tarihsel perspektiften bakıldığında, Almanya'da aşırı sağ bir partinin aldığı oy oranı ile artık bir kitle partisi olma konumuna gelmiş olması, bu partinin kısa vadede olmasa da orta vadede federal düzeyde en azından iktidar ortağı olacağını gündeme getirdi.
Almanya'nın doğu eyaletlerinde orta vadede bu partinin eyalet seçimlerinde tek başına iktidar olması dahi söz konusu.
Nazi döneminin söylemlerini kullanan ve o dönemdeki uygulamalara benzer eylem planlarını yapan bir parti o dönemde olduğu gibi, günümüzde de sadece Almanya'nın iç politikası için değil, dünya için de çok tehlikeli bir durum.
Toplam nüfusun yüzde 29'unun göçmenlerden oluştuğu bir Almanya'da, böyle bir partinin iktidar ortağı olması durumunda yol açacağı felaketi tasavvur etmeye gerek yok.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish