İslam dininde "ramazan ayı" önemli bir aydır.
Onu önemli kılan şey, yalnızca ondaki "oruç ibadeti" değil, aynı zamanda onda vuku bulan olaylardır.
Biz burada hem o olaylara hem ibadetlere ve hem de ibadet türlerine işaret edeceğiz.
Onlara geçmeden önce, ramazan ayına kaynaklık eden ve o ay ile uyum sağlayan Kur'an'daki "Kadir Suresi"ni nakledip, onun içerisinde konumuza kaynaklık eden hazineleri ele alacağız.
O hazineler üzerinden de mümkün derecede ramazanla ilgili konuları incelemeye çalışacağız. Sure şöyledir:
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
1- Biz onu (Kur'an'ı) Kadir Gecesinde indirdik.
2- Kadir Gecesi'nin ne olduğunu sen ne bilirsin?
3- Kadir Gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.
4- O gecede Rablerinin izniyle melekler ve Ruh, her iş için inerler.
5- O (gece) esenliktir. Ta fecrin doğuşuna kadar.
Bilindiği üzere, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi ramazan ayı, İslam tarihinde çok önemli bir zaman dilimidir.
Önemini, yalnızca "orucun" bu ayda farz kılınmasından veya bu ay içerisinde yer almasından almıyor.
Bu ay içerisinde vuku bulan başka olaylardan da alıyor.
Onları şöyle sıralamak mümkün:
1- İslam peygamberi bu ay içerisinde "meb'us" olmuş ve elçiliğe atanmıştır
Yani, Hz. Muhammed'e vahyin ilk ayetleri bu ayda nazil olmuştur. Bu hususu Kur'an açıkça şöyle nakleder:
Ramazan ayı ki, onda Kur'an… indirilmiştir. (Bakara: 185)
İslam ümmeti peygamberin bi'seti hususundaki tarih konusunda nasıl ihtilafa düşmüş, işin gerçeği bunu hala dahi anlamış değilim.
Çünkü Kur'an, Bakara 185'inci ayette, apaçık bir şekilde bi'setin ramazan ayı içerisinde gerçekleştiğini haber verir ve Kur'an'ın da o ayda nazil olduğunu bildirir.
Elbette ki vahiy ancak Peygamber'e nazil olur, dolayısıyla Kur'an ramazan ayında nazil olduğuna göre, peygamberlik de o ay içerisinde vahiyle birlikte ona verilmiştir.
Sünni Müslümanlar ramazan ayını peygamberin "bi'set" ayı olarak kabul etmişlerken, Şii Müslümanlar bi'setin Recep 27'de vuku bulduğunu kabul etmişlerdir.
Tabi ki bu ihtilafın "zati önemi" söz konusu değildir.
Fakat akla yatkın olan ve tarih ile uyum sağlayanı şudur:
Ramazan ayının 21 ya da 24 veya 27'nci gecesinde Cebrail Alak suresinin ilk 5 ayetini peygambere getirmiş ve 'bunları oku' demiş, peygamber de ben okuma bilmem diye söylemiş ve bu iş üç kez tekrar etmiş, sonunda da ayetler peygamberin zihnine yazılmıştır. Dolayısıyla bu olay, ramazan ayı içerisinde vuku bulmuştur.
2- "Kadir Gecesi", ilk başlarda peygamberin gecesiydi diyebiliriz.
Diğer bir ifadeyle ilk başlarda "Kadir Gecesi", peygamber için uğurlu ve mübarek bir geceydi.
Onun ruhunda ve kalbinde genişleme yapan ve onda fetihler gerçekleştiren de budur.
Yani, peygamber o gecede melekut alemini görmekle basireti açılmış ve başka bir insana dönüşüvermiştir.
Kendine yeni bir kimlik kazanmıştır. Yeni bir memuriyet bulmuştur.
"Hakikat" o mübarek gecede her taraftan onun için bir değer teşkil etmiştir.
"Kadir"; değer, kıymet, makam, yüksek ahlak ve yücelik anlamlarına gelir.
"Kadir Gecesi" demek; "şerefli bir gece, kıymetin, mertebe ve makamın yüceltildiği gece" demektir.
Her ne kadar ondan birçok tefsirler yapılmış olsa da kanaatimce "değer" ve "kıymet" anlamları bu gece için daha uygun ve kabulü daha doğrudur.
Yani, o gecede peygamberin ruhu yeni bir alem ile tanışık olunca, onun için o gece büyük bir derece ve makam oluverdi.
Yeni bir alem ile tanıştı, bu alemin Rabbi ile irtibata geçip onunla konuştu ve buradan beşer için yeni bir insanlık tarihi başlamış oldu.
İşte bu durum, bu ay için en önemli hadiselerden biridir.
3- Peygamberimiz miraç olayını biset'in ikinci yılında ramazan ayının 19'uncu gecesinde Mekke'de iken gerçekleştirmiştir.
Miraçta, peygamberin üzerine melekut alemiyle ilgili yeni marifet kapıları açıldı.
Ona bu seferinde birtakım şuhutlar (manevi farkındalıklar) elde etme fırsatı doğdu.
Ve yine bu menavi yolculuğunda birçok kazançlar sağladı.
Tekrar melekut aleminden mülk alemine döndü ve orada elde ettiği tüm kazanımlarını halk ile paylaştı.
Miraç yolculuğunda namaz farz kılındı.
Döndükten sonra halkına namazı nasıl kılacaklarını anlattı.
Müşahede ettiği tüm şeyleri birer birer izahta bulundu.
Kısacası, peygamber miraç ile yeni bir kimlik ve memuriyet elde etti.
O alemi görmekle bambaşka bir adam oluverdi.
Çünkü basireti açıldı, düşüncesi değişti ve melekut aleminden bayağı kazanımlar kesbetti.
Mülk alemine tekrardan dönünce de orada elde ettiği kazanımlarını insanlarla paylaştı.
4- Peygamber 13 yıl Mekke'de kalıp Medine'ye hicret ettikten 2 yıl sonra, Müslümanlar ile Mekkeli müşrikler arasında "Bedir Savaşı" vuku buldu ve bu savaş, ramazan ayının 17'sinde (Miladi 13 Mart 624) gerçekleşti.
Bedir Savaşı, peygamberin kesin zaferle sonuçlanan ilk savaşıydı ve çok önemliydi.
Bu savaş ile peygamber, kendi kesin prensiplerini hicaz bölgesine yerleştirmiş oldu.
Hem Mekke hem de bölge müşrikleri peygamberin ciddiye alınmayacak ve bir kenara itilecek biri olmadığını anlamış oldu.
Evet, müşrikler onu Mekke'den mahrum bıraktı, taraftarlarını göçe zorladı ve onlara birçok işkencelerde bulundular ama, bu yetmemiş olacak ki, peygamber Medine'ye yerleştikten 2 yıl sonra da Bedir Savaşı'nı onun başına getirdiler.
Bu savaşta Ebu Cehil gibi önde gelen müşrik büyükleriyle birlikte toplam 70 kişi civarında önemli şahsiyetler, İmam Ali'nin gösterdiği üstün gayret ve yiğitliği ile öldürülüp imha edildi.
Bu konu geniş bir şekilde Enfal suresinde anlatılmıştır.
Bedir Savaşı'ndan sonra peygamber için büyük bir zafer elde edildi.
O savaşta öldürülenlerin birçoğu İmam Ali'nin eliyle öldürüldü ve bu savaş, peygamberin Hicaz bölgesindeki varlığını tespit etmiş oldu.
Ondan sonra da Uhud Savaşı vuku buldu ve görünürde bu savaşta Müslümanlar yenilgiye uğradı.
Peşi sıra Hendek Savaşı ortaya çıktı. Bu savaş da peygamberin lehine sonuçlandı.
Dolayısıyla ramazan ayı, vahyin ve Kur'an'ın nazil olmasıyla birlikte buna, peygamberin miracı da ilave oldu ve yine onun ilk siyasi ve askeri zaferi, "Bedir Savaşı" ile birlikte bu ayda tahakkuk buldu.
5- Peygamberimizin ilk eşi Hz.Hatice validemizin vefatı da ramazan ayında (Hicretten 3 yıl önce m. 620 yılında) gerçekleşti.
6- İmam Ali b. Ebi Talib de ramazan ayının 19'uncu gününün sabahında darbelendi ve bu darbe sonucunda ramazanın 21'inci gününde de şehit oldu.
İmam Ali'yi şehit eden o harici zat (Abdurrahman b. Mülcem-i Muradi), onun kafir, kendisinin ise ondan daha üstün bir Müslüman olduğuna inandığı için, Allah rızasına dayalı bir düşünceyle onu şehit etti.
Hatta "Hariciler", İbn Mülcem' in imam Ali'ye vurduğu o kılıç darbesini, yer yüzünde ihlasa dayalı vurulan tek kılıç darbesi olduğu hakkında bir şiir bile söylemişlerdir.
Kısaca söylemek gerekirse, peygamberin hicretinden 40 yıl sonra, insanların imam Ali hakkındaki bakışları öylesine değişmişti ki, onun gibi İslam'ın bir numaralı adamına kafir gözüyle bakılmıştır.
7- Peygamberimizin "gözümün nuru" dediği torunu İmam Hasan, ramazan ayını 15'inde doğmuştur.
Dedik ki ilk başlarda "Kadir Gecesi", peygamberin Kadir Gecesiydi.
Daha sonraları insanlara şu mesajı verdi ve dedi ki, böyle bir gece sizleri de bekliyor.
Bu gece yalnızca benim için değildir, diğer insanlar da bu yoldan istifade edebilirler.
Hasılı; kimi rivayetlere göre "Kadir Gecesi", yalnızca ramazan ayında değil, her ayda olabilmektedir.
Fakat bu ayda olma ihtimali daha fazladır.
Çünkü ramazan ayında insanların ruhu, daha fazla tezkiye olmaktadır.
Yani, bu ayda maneviyatın yoğun oluşu, insanların sadıkane yol alışı, ihlaslı ve imanlı davranışı, onun takarrüp (Allah'a yakınlaşma) ve tekâmül basamaklarını birer birer yukarıya doğru çıkmasına vesile olmaktadır.
Dolayısıyla, ramazan ayının ilk iki on günlerinde manevi atmosferi teneffüs etmelerinden sonra, üçüncü on günlerinde, insanların ruhları uçuşa hazır olacak bir hal almaktadır.
Yani, aynen bir uçağın pistten ayağını kesmeden önceki uçuş hızına ulaşınca kalkışa geçtiği gibi, insanların ruhları da ramazanın ilk 20 gününde bu durumda olmaktadır.
O da ramazan ayının 20'sinden sonra yerden ayağını kesip, melekut alemine doğru uçuşa geçebilmektedir.
Bu uçuş peygamber için ramazanın 20'nci gününden sonrası için müyesser oldu.
Diğer herkes için de bu fırsat oluşabilir.
Hülasa peygamber, gittiği yolu ve açtığı kapıyı herkes için açtı.
Herkesi bu ziyarete davet etti. Herkese "Allah sizi miraçta görmeye hazırdır, kendi katındaki yüce makama çıkarmak istiyor" dedi.
"Miracın yalnızca peygamberlere has olduğunu düşünmeyiniz, herkes buna iştirak edebilir" diye beyanlarda bulundu.
Dolayısıyla ramazan ayı, yalnızca peygamberlere has "miraç" ayı olmadığı gibi, "Kadir Gecesi" de onlara has bir gece değildir.
Bütün Müslümanlarındır, miraç da kadir de her iman edenin hakkıdır.
Bu da bize şunu gösteriyor:
Ramazan ayını 'oruç ayı' yapan şey ve yine Allah'ın izniyle peygamberin ramazan ayını 'oruç ayı' olarak tercih etmesindeki maksat, belki de bu söylediğimiz münasebetlerin tümünden dolayıdır.
Nitekim Müslümanların Mekke'de iken ramazan orucu tutmadıkları herkes tarafından bilinmektedir.
Muhtemelen yalnızca peygamberin kendisi o ayda oruçlu oluyordu.
Tarihin kayıtlarına göre peygamber, Medine'ye hicret ettikten sonra "aşura orucu" tutuyordu.
Bu, Yahudilerin "Yom Kippur" orucundan farklı bir oruçtur.
Zira Yahudilerde "Yom Kippur" orucu, kefaret ve günahlardan arınma orucu olarak tutulurken, "aşura orucu" bir şükür orucu kastıyla tutulmaktadır ve Hz. Musa'nın Firavun'dan kurtuluşunun mukabilinde Tanrı'ya teşekkür etmek için yapılan bir ibadet türüdür.
Yom Kippur orucu, Yahudilerin Tişri (Eylül-Ekim arası) ayının 10'uncu günü tuttukları ve "kefaret günü" olarak bilinen kutsal bir gündür.
Böyle bir günde Yahudiler, günahlarından arınmak ve tövbe etmek amacıyla oruç tutup ibadet ederler.
Hem Şiilerin ve en çok da Sünnilerin kaynaklarında nakledildiğine göre, peygamberin şöyle söylediği geçer:
Bana bir şey teşri olmadığı (hüküm altına alınmadığı) müddetçe, benden öncekilerin şeriatına amel etmeği severim.
Dolayısıyla, o günlerde ramazan orucu teşri edilmediği için peygamber de Medine'de, Yahudilerin "aşura" günkü orucunu tutardı.
Ramazan orucu farz olunca ve peygamber müminlerin bu ayda oruç tutmalarının farz olduğunu söyleyince, artık "aşura" orucu üzerinden farzlık kaldırıldı ve sünnet olarak kalıverdi.
Şiilerde "aşura orucu" mekruh kabul edilirken, Sünnilerde "sünnet" olarak devam etti.
Yani, İmam Hüseyin'in katli peygamberin vefatından 40 yıl sonra hicretin 61'inci yılında gerçekleşince, Şii imamları kendine tabi olanlara bugün de oruç tutmamalarını söyledi.
Çünkü dediler ki Emevîler, Hz. Hüseyin'e karşı zafer elde ettikleri için, şükretmek kastıyla aşura gününde oruç tutup o günü bayram ettiler.
Bundan ötürü Şiiler nezdinde bugün de oruç tutmak mekruh olarak kabul edildi.
Fakat bir kısım Sünniler hala dahi o günü sünnet olarak oruç tutmayla geçirmekteler.
Fakat İslam'daki oruç ayı, ramazan ayıdır ve bu ayın orucu, Medine'de teşri olmuştur (hüküm altına alınmıştır.)
Peygamber de o ayın orucunu tüm Müslümanlara farz kılmıştır.
Kendisi de o ayda oruçlu olmuştur.
Peygamberin kendi şahsi deneyleri de bu ayın oruç ayı olmasında etkin olabilir.
Çünkü bu ayda "Kadir Gecesi" ile "miraç" hadisesi vuku bulmuştur ve bu ay içerisinde, onun bildiği başka birtakım olaylar da olabilir.
Bildiğiniz üzere Hz. Peygamber (s), nebi olmadan önce de ramazan aylarında hep Hira mağarasına giderdi.
Orada o ayı nasıl geçirdiğine ve nasıl bir ibadette bulunduğuna dair, elimizde tam bir bilgi mevcut değildir.
Büyük ihtimalle orada oruç da tutuyordu. İşte bu ibadet ve oruçlar, Allah'ın hitaplarını kabule onu hazır hale getirdi.
Bu deneylerini kendine uyanlara da söyledi ve dedi ki;
Ben bu yoldan yürüdüm ve bu yüce maksada ulaştım. Sizler de benim peşim sıra bu yoldan geliniz ve miraç ediniz ki burası çok yüce bir makamdır.
İşte ramazanın hikâyesi bundan ibarettir.
8- Mekke'nin fethi, hicretin 8'inci yılında ve ramazan ayının 20'sinde vuku buldu ve peygamber için en önemli gazvelerden birisi oldu.
Çünkü bu fetih kansız gerçekleşti ve "Fetih Suresi" gibi önemli bir sure bu ayda nazil oldu.
Şimdi de Kur'an'ın ramazanla ilgili bize neyi söylediğine bir bakalım:
Kur'an şöyle diyor:
Kur'an, ramazan ayında nazil olmuştur. (Bakara: 185)
Kadir Suresi'nde de şöyle der:
Biz bunu Kadir Gecesinde nazil ettik. (Kadir:1)
Ayet, Kur'an'ın ismini zikretmemesine rağmen, onda geçen "hu" zamiri, açıkça Kur'an'a işarettir.
Yani, biz Kur'an'ı Kadir Gecesi'nde nazil ettik.
Kadir Gecesi de "ramazan" ayı içerisindedir.
Müfessirler kendilerine şöyle bir soru yöneltirler:
Acaba Kadir Gecesi'nde Kur'an'ın tümü mü yoksa ondan bir bölümü mü nazil oldu?
Bu hususta iki kısma bölünmüşlerdir.
Bir kısmı şöyle demiştir:
Kur'an'ın kendisinde ''Ramazan ayında Kur'an nazil olmuştur' (Bakara:185) ayeti nazil olduğuna göre, demek oluyor ki, Kur'an'ın tümü o ayda nazil olmuştur.
Ayrıca Kur'an denildiğinde, akla Kur'an'ın tümü geliverir.
Dolayısıyla diyebiliriz ki, ramazan ayında Hira mağarasında Kur'an'ın tümü bir bütün olarak peygambere nazil olmuştur.
Diğer bir kısmı ise şöyle demiştir:
Kur'an denildiği zaman, onun tümünün olması gerekmez. Şayet Kur'an'dan bir kısmı dahi nazil olmuşsa, onunla da Kur'an'ın nüzulü başlamış bulunur.
Bu da Kur'an'ın "bu ayda ya da bugünde nazil olmuştur" sözünü doğrulayıcı olur.
Ayrıca, bizim elimizde Kur'an'ın parçalı indirildiği hususuna dair başka ayetler de vardır.
Örneğin, Kur'an şöyle der:
Bir Kur'an'dır ki onu insanlara dura dura, yavaş yavaş, okuman için ayet ayet, sure sure ayırdık ve onu azar azar indirdik. (İsra:106)
Yani, biz bu kitabın tümünü bir yerde nazil etmedik.
Bilerek ve kasıtlı olarak Kur'an'ı parçalı ve dilim dilim nazil ediyoruz ki, sen de parça parça halka okumuş olasın.
Demek ki, Kur'an'ın kimi ayetlerinde buna vurgu yapılması, onun bir bütün olarak nazil olmadığından ötürüdür.
Kısacası bu, Kur'an'da yer alan "Biz onu Kadir Gecesinde nazil ettik" (Kadir: 1) ayetiyle ilgili ilk sorudur.
Bu gecede Kur'an'ın tümü mü yoksa bir kısmı mı nazil olmuştur, buna dair müfessirlerin iki kısma bölündüklerini ve iddialarını naklettik.
Bir kısım insanlar da bu iki görüşün arasını bulmak ve orta yolu oluşturmak için, bir takım uyduruk rivayetlere tevessül edip şöyle demişlerdir:
Kur'an-ı Kerim hem bir bütün hem de parçalı bir şekilde nazil olmuştur.
Bu sözleriyle bu iki görüşün her ikisinin de doğru olduğuna vurgu yapmış ve aşağıda naklettiğimiz bu gibi hurafi rivayetlere istinatta bulunmuşlardır.
Rivayet şöyledir:
Kur'an, ilk önce bir bütün olarak birinci göğe indi. (Yani, ilk önce levh-i mahfuzdan birinci göğe nazil oldu. Daha açıkçası Kur'an, ilk önce ilahi ilmin yazıldığı levh-i mahfuz'dan, yerüzündeki Beytüllah'ın (Kabe'nin) birinci gökteki tam karşısında yer aldığı "Beytü'l Mamur'a" nazil oldu. Beytü'l-Mamur ise, meleklerin gel-git yaptıkları bir yerdir.) Sonra da oradan aşamalı olarak Cebrail vasıtasıyla peygambere indirildi.
Bundan dolayı dediler ki "Kur'an'ın, hem bir bütün olarak birinci semaya nüzulünün hem de oradan aşamalı olarak yeryüzünde peygambere nazil oluşunun doğruluğunu söyleyebiliriz."
Allame Tabatabai gibi büyük alimler de bu rivayet ve görüşün sahih olduğunu kabul etmiş ve Kur'an'ın bu şekilde nazil olduğuna iman etmişlerdir.
Evet, bu da önemli noktalardan biridir.
Şunu da arz edeyim ki Kur'an'ın, "diyalog" gibi bir özelliği vardır.
Bundan kastım onun konuşma tarzıdır.
Kur'an, insanlarla irtibat kurma ve konuşma hususiyetine sahiptir.
Örneğin, peygamber bir söz söylüyordu ya da bir iş yapıyordu, Müslümanlar buna tepki gösteriyorlardı.
Bu durumlar derhal Kur'an'a yansıyordu.
Kur'an'ın bu durumu İncil'den çok farklıdır.
İncil'i oluşturanlar, İsa Mesih'in biyografisini yazanlardır.
Kur'an'ın Tevrat ile de hayli bir farkı vardır.
Hz. Musa Tur dağına gidip, "on emri" almış ve tümünü bir arada getirmiştir.
Daha sonra kendine inananlara okumuş ve işi o şekilde tamamlamıştır.
Yani, kimse Allah ile konuşmamıştır.
Daha açıkçası Yahudilikteki vahiy, tek taraflı nazil olmuştur.
Fakat Kur'an'daki durum öyle değildir.
Siz Kur'an'ı okuduğunuzda, onun aşamalı olarak husule geldiğini görürsünüz.
Yani, herhangi bir savaş olduğunda, onunla ilgili nazil olan ayetler görürsünüz.
Peygamberin eşleri ya da Aişe ile ilgili bir hadise söz konusu edildiğinde, peygamber eşleri olmalarına rağmen, yine onlarla ilgili ayetler bulursunuz.
Hasılı Kur'an, yalnızca bir yerde yazılan ve sadece düsturlardan ibaret bir kitap değildir.
Kur'an, aşamalı olarak husule gelmiş ve diyalog özelliği bulunan bir kitaptır.
Açıkçası "diyalog özelliği", Kur'an'a has bir özelliktir.
Kur'an'ın bu diyalog özelliği kaldırılır ise, onun fiil ve infiali de ortadan kalkmış olur.
Yani, Kur'an'da geçen konuların önceden malum olduğunu kabullenmiş oluruz.
Yine önceden kimin nerede ve ne zaman peygamberden bir soru soracağı ve peygamberin de ona şöyle şöyle cevaplar vereceğini de kabullenmiş bulunuruz.
Daha sonra da bu durumların bir defada ya da aşamalı olarak peygambere nazil olduğuna iman ederiz.
Fakat bu, Kur'an'ın ruh ve dinamizmi ile uyum sağlamamaktadır.
Çünkü Kur'an'da "nasih" (hükmü kaldıran) ve "mensuh" (hükmü kaldırılan) ayetler mevcuttur.
Aslında Kur'an'ın tek seferde nazil olduğunu kabul etmenin anlamı şu oluyor:
Yani, önce biz bu ayeti indirelim, şu hükmün uygulanmasını isteyelim, sonra da o ayeti ve o hükmü iptal edip, yerine şu ayeti ya da şu hükmü indirelim" gibi olur.
Bu gibi düşünceler, şu andaki Kur'an ile asla uyum sağlayacak türden değildirler.
Kur'an ister tek seferde birinci semaya nazil olsun, ister direkt olarak levh-i mahfuzdan peygambere indirilsin, bu görüşlerin hiç birisi Kur'an ile uyum içerisinde değildir.
En doğru ve isabetli görüş, Kur'an'ın tedrici/aşamalı olarak nazil olduğu görüşüdür.
Zira tek seferde nazil olduğunu söylemek şu anlama geliyor; "Yani, peygamber bir tek yerde Kur'an'ı tanımıştır. Tek bir yerde Kur'an'ı kabul edecek bir konumda olmuştur."
Kısacası Kur'an tek seferde nazil olmuştur demek, onun "mekanikliğini" kabullenmek olur.
Tekrardan yine söylüyorum;
Şayet Kur'an tek seferde nazil olmuştur der isek, onun içerisinde yer alan hükümlerden bir tür "cebir" kokusu gelmiş olur ve o söz şunu ifade eder:
Allah önceden, (örneğin) falanın kafir olmasını tayin etmiş ve onun küfrünün mukabilinde de şöyle şöyle demiştir.
Veya;
Allah "falan savaş mutlaka yapılmalıdır ve o savaşın vuku buluşunda da falan ayetler nazil olmalıdır.
Yani, insanların aklında "vuku bulan hadiseler, daha önceden taktir edilmiş ve daha sonra da yavaş yavaş perdenin gerisinden önüne çıkmıştır" düşüncesi oluşur.
İslam'ın doğuşuyla ilgili şöyle bir görüş vardır.
Demişler ki; "İslam'ın doğuşu ve peygamberin eğitimi, tümüyle tedricidir/aşamalıdır. Yani, nebi tedrici olarak peygamberleşmiştir, aşamalı olarak Kur'an ile buluşmuştur. Kur'an da tedrici olarak şimdiki haline gelmiştir."
Yani, peygamberin toplumda baş gösteren hadiseler ile ilgili hangi ayetlerin nazil olması gerektiği hususlar, sorulan sorular içerisinde hangi soruya cevap verilmesi, nelerin söylenip nelerin söylenmemesi meselesi, o toplumda nelerin dinamik olduğu ve nelerin olması gerektiği durumlar, bunların tümü, Kur'an'ın tek seferde nazil olduğunu kabullenmeye engel teşkil etmektedir.
Daha açıkçası, Kur'an'ın aşamalı olarak elde edilme dinamizminin ondan alınıp, yerine ruhsuz ve asırlarca levh-i mahfuz'da tozlanmış ve aniden peygamber döneminde üzerinden örtünün kaldırılması sonucu yüzünün ortaya çıkması, Kur'an'ın topluca nazil olması görüşünü kabule engel teşkil etmektedir.
Özetlersek; Kur'an'ın nüzulü görüş hususunda ortaya 2 görüş çıkmış ve bunlardan birini tercih etme işi sizlere kalmıştır. Fakat müfessirlerin kendi aralarındaki ihtilafları, bu söylediklerimdir.
İşte Kadir Suresi'nde örtülü durumların bulunduğunu söylememin sebebi, buradan başlıyor.
Fakat Kur'an'dan bir bölümünün ramazan ayı içerisinde nazil olması hususunda asla şüphe yoktur.
Tüm tarihçiler ve özellikle de İbn Hişam'ın siyresi şöyle yazmıştır:
Peygamber (s) ramazan ayında Alak suresinin ilk 5 ayetine muhatap olmuştur.
İbn Hişam'ın yazdığına göre (ki bu da İbn İshak'ın tarihinden özet çıkarmıştır.)
Hz. Peygamber (s) ilk eşi Hatice'ye şöyle demiştir:
Biri gelip beni birkaç kez sıktı ve bana 'Oku' dedi. Ben 'Okuma bilmem' dedim. Tekrar beni sıktı ve 'Oku' dedi. Böylece 3 kez bunu yaptı ve ben her seferinde 'Okuma bilmem' dedim. 'O da bana şunları öğretti' deyip Alak Suresi'nin ilk 5 ayetini okudu.
Buradan hareketle diyebiliriz ki, Kur'an'ın bir bölümü ramazan ayı içerisinde nazil olmuştur.
Fakat soru, Kur'an'ın tümünün o ay içerisinde nazil olup olmadığıyla ilgilidir.
Kadir Suresi hususunda ikinci nokta da şudur:
Acaba kadir suresinde geçen "Biz Kadir Gecesinde onu nazil ettik" ayetindeki "Kadir" kelimesinin anlamı nedir ve bundaki kasıt ne olabilir?
Şöyle diyebiliriz:
"Kadir" kelimesinin birden çok anlamı vardır.
Kimi müfessirler "kadir" in, "kudret" kökünden geldiğini söylerler.
O taktirde ayetin anlamı şöyle olur:
Biz bu Kur'an'ı ilahi kudretin tecelli ettiği gecede nazil ettik.
Kimi müfessirlere göreyse, "Kadir" kelimesi "taktir" anlamına gelmektedir.
Bu anlamı birçok müfessir söylemiştir.
Bu manadaki "kadir", hem Şii hem de Sünni rivayetlerinde geçmiştir.
O halde ayetin anlamı şu oluyor:
Gelecek yıl içerisinde vuku bulacak hadiseleri taktir etmek, bu gecede karar kılınmaktadır.
Elbette "Kadir"in bu anlamda olduğunu birçok insan da duymuştur.
Yani, "eceller, rızıklar, işler vs., bu gecede Allah tarafından tayin edilir" denilmiştir.
Kısacası, "falanın eceli ne zaman tamam olacak, onun rızkı ne kadar bir ölçüde bulunacak, mutluluğu, mutsuzluğu ve yıl boyunca başından geçecek olan hadiseler vs., ta gelecek ramazanın Kadir Gecesine kadar Allah tarafından tayin edilmektedir" iddiasında bulunulmuştur.
Dolayısıyla "kadir" gecesinin, "taktir gecesi" olduğu söylenmiştir.
Bu hususta hem İranlı hem de Sünni olan büyük alim Fahrettin Razi, şöyle demiştir:
Ayette geçen 'Kadir' kelimesi, 'değer' ve 'kıymet' olarak yorumlanmalıdır.
Bence makbul olan da onun bu sözüdür.
Çünkü "kadir"in bu anlama geldiğine dair, surenin kendisinde de birkaç şahit söz konusudur.
Örneğin, surede "Biz bunu Kadir Gecesinde indirdik" dedikten sonra, bu cümlenin peşince; "Kadir Gecesinin ne olduğunu sen ne bilirisin?" cümlesi geçmiştir.
Bu cümle demek istiyor ki, bu gece çok önemli, azametli ve şerefli bir gecedir.
Öyle ki, hatta senin gibi yüce bir peygamber bile bu gecenin azametini idrak edemez.
Sonra, ayetin peşince şu cümle ilave ediliyor:
Kadir Gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.
Bu sözü, bu gecenin yüceliği hakkında söylüyor.
Yani, "bu gece bin aydan daha hayırlıdır" sözü, gecenin önem ve değerini bize bildiriyor.
Dolayısıyla bu ayetlerde ne "taktirden" ve ne de "kudretten" söz ediliyor.
Bu surede, asla bu iki anlamla ilgili bir şey mevcut değildir.
Kısacası sure bize şunu anlatıyor:
Biz Kur'an'ı, çok değerli ve konumu yüce bir gecede nazil ettik. Bu gecenin konum ve şerefi o kadar değerli ki, senin gibi şanı yüce bir peygamber dahi onu idrak edemez. Bu gece, değer ve şeref açısından, bin aydan daha yücedir.
Dolayısıyla surede yer alan "Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır" cümlesi için yapılacak en güzel tercüme, o gecenin "hayırlı", "şerefli", "değerli" ve "önemli" bir gece olduğu tercümesidir.
Ve bu gece, ramazanın ikinci on gününden itibaren başlıyor.
Kur'an da bu gece için "bin aydan daha hayırlıdır" tabirini kullanıyor.
Kimileri bu bin ay meselesinin muhasebesini tutmuş ve hesabını yapmışlardır.
Yani, bin ayın 80 yıla tekabül ettiğini söylemişlerdir.
Tarihe bakıldığında Emevilerin iktidar dönemlerinin de 80 yıl olduğunu, dolayısıyla da Allah peygamberini müjdeleyerek, 'Senin için biz bir Kadir Gecesi karar kıldık ki, o bir gece, Emevilerin 80 yıllık iktidarlarından daha hayırlıdır' dediği iddiasını ortaya atmışlardır.
Gerçeği söylemek gerekirse, bu türden iddialar bana uyduruk geliyor.
Çünkü Kur'an'da geçen "bin ay", zamansal anlamda kastedilmiş değildir.
Buradaki "bin ay"dan kastın, "fazlaca ve çokça" gibi çoğulculuk anlamı olmalıdır.
Yani, bu bin ay sözü, aynen birisine "ben sana bunu 100 kez söyledim" ya da "Sen bu işi 70 kez de yapsan" sözleri gibi çokluğu ifade eden sözlere benzemektedir.
Dolayısıyla vermiş olduğumuz örneklerde de olduğu gibi aslında bu rakamlardan o sayıların bizatihi kendisi kastedilmez.
Bunlardan kasıt, "çokluk" olmalıdır.
Bundan dolayı diyebiliriz ki "Kadir Gecesi bin aydan üstündür" sözünden kastedilen şey, o gecenin şeref ve yüceliğinin fazlalığıdır.
Hatta şayet Kur'an "bu gece yüz bin aydan daha hayırlıdır" deseydi bile, yine de durum değişmezdi.
Kısacası, hesap tutmak ve rakamların peşince gitmek, bu ayetin verdiği mesaja bir değer katmamaktadır.
Yani, bu gece "nurani" bir gecedir.
Çok üstün dereceli bu gecede, hayli değerli ve şerefli olaylar, tarihte ya da peygamberin ruh sahnesinde baş göstermiştir.
Aynı şekilde bu gece, tüm müminlerin ruh sahnesinde çok önemli birtakım etkiler de bırakacak bir gecedir.
Ebu Zer el- Gifari'nin Peygamberden şöyle sorduğu rivayet edilir:
Ya Resulullah. Siz bu dünyadan göç edince, artık 'Kadir Gecesi' olmayacak mı?
Yani, demek istiyor ki;
"Kadir Gecesi" yalnızca enbiya dönemine has bir gece midir?
Peygamber buyurdular ki:
Hayır. "Bu gece, kıyamete kadar devam edecektir."
Ebu Zer el- Gifari'nin bu sözünden anlaşılan o ki, onun içinden "Kadir Gecesi, yalnızca peygamberler için vardır?" düşüncesi geçmiştir.
Yani, o; "peygamberlerin tümünün de Kadir Gecesinin bulunduğunu" düşünmüştür.
Elbette ki Ebu Zer'in bu düşüncesi çok önemlidir.
Ayrıca bu gece peygamberin, hem "Kadir Gecesi" hem de "Leyletü'l- Vahiy" (Vahiy gecesi) idi.
Yani, peygamberler elçi olduklarında, gece ya da gündüzleri onlar için bir genişleme de husule geliyordu.
İşte peygamberlerin "Kadir Gecesi" budur.
Arifler ve genel halk için de "Kadir Gecesi" vardır.
Dolayısıyla "Kadir Gecesi"nin kıyamet gününe kadar devam etmesi sözü, doğru bir sözdür.
Şimdi de yukarıda naklettiğimiz ayetten bir sonraki ayeti ele alalım, ayet şöyledir:
O gecede Rablerinin izniyle melekler ve ruh, her iş için inerler.
Bu ayet, gerçekten çözülmesi zor ayetlerden biridir.
Yani, "ruh ve melekler, bir kısım emirlerle birlikte nazil oluyorlar" sözünü çözmek zor bir konudur.
Soru şu ki, "acaba bu ruh ve melekler kime nazil oluyor?"
Şayet peygamber hayatta olsaydı, denilirdi ki ona nazil oluyor.
Fakat peygamber hayatta olmadığına göre, peki şimdi kime nazil oluyorlar?
Şiilerin imamlarından şöyle birtakım rivayetler nakledilmiştir:
Evet, melekler bu gecede bize (Yani, imamlara) nazil oluyorlar.
Diğer bir soru da şudur:
Peki, yeryüzüne nazil olan bu melekler, kimin ya da kimlerin işlerini taktir etmek için iniyorlar?
Müslümanların mı, Hıristiyanların mı yoksa Hindu ve Çinlilerin işlerini mi taktir etmek için nazil oluyorlar?
Diğer bir ifadeyle, "Kur'an'ın ifade ettiği bu meleklerin Kadir Gecesinde nazil olmaları, acaba tüm dünya insanlarının ecelini, rızkını, işini vs. taktir etmek için midir? Şayet öyleyse, acaba o işleri nasıl tanzim ve taktir ediyorlar?"
Hasılı ayetteki bu sözler hayli örtülü ve meçhul konulardır.
Buradaki büyük sorulardan birisi de şudur:
Bizim kaderimiz daha önceden taktir edilmiş ise, bir daha yeniden 'Kadir Gecesi' taktir edilmesine ne gerek vardır?
Yani, şayet Allah herkesin ölüm, ecel, rızık, doğum vs. gibi durumlarını dünyaya gelmeden önce taktir etmiş ise, peki ikinci defa "Kadir Gecesi"nde niçin ve hangi gerekçeden ötürü bunları taktir etmeyi kendine vazife bilmiştir?
Yani, bu yılın "Kadir Gecesi"nden gelecek yılın "Kadir Gecesi"ne kadar benim veya sizin başınıza nelerin geleceğini yeniden niçin taktir ediyordur?
Dolayısıyla burada hayli karışık soruların olduğunu söyleyebiliriz.
Fakat bu sözler söylenmiş ve üzerinden es geçilmiştir.
Yani, pek de aydınlığa kavuşturulmamıştır.
Bu gecede "taktirlerin tayin edildiği"ne anlama geliyor, melekler nazil oluyor ama kime nazil oluyor ve ne iş yapıyor, planları nelerdir vs. gibi birçok durumlar bilinmiyor.
Şayet vahiy için nazil oluyorlarsa, derdik ki bunlar peygambere vahiy getiriyorlar, onun için nazil olmuşlardır.
Fakat peygamber olmadığına göre, peki meleklerin buradaki işleri nedir?
Şayet birtakım işleri yapmak için nazil oluyorlarsa, o halde o işleri kime nazil ediyor ve kimin yanına gidip mukadderata şekil verip onun listesini çıkarıyorlar?
İşte bu sorular, gerçekten cevapsız kalan sorulardır.
Zannedersem bu hususlarda bizlerin de kapıları kapatmamıza bir gerekçe yoktur.
Hatta bu hususun aslının olmaması da muhtemeldir.
Bunlar, birtakım noktaları nakleden rivayetler de olabilir.
Önemli olan bizim, bu gecenin değeri ve azameti hususunda tefekkürde bulunmamızdır.
Bu gecede neler oluyor ve kimler bizlerin işlerini taktir ediyor, Amerikan mı, emperyalistler mi, yoksa melekler mi?
Ya da kimler taktir etmiyor?
Acaba bizlerin bu hususta müdahale imkânımız olur mu olmaz mı?
Bizler ki bizim hakkımızda neleri yazdıklarını ve neleri yazmadıklarını bilmiyoruz.
Şayet bunları bilmiyor isek, o halde bu taktirlerin pek de önemi yoktur, çünkü şayet bir işe müdahale imkânımız yok ise, onu bilip bilmememizin de pek önemi olamaz.
Ben şöyle düşünüyorum:
Her ne kadar bu söylediğim işler bu surede çok kısa ve örtülü bir şekilde gelmiş olsa da bizlerin zihinlerini daha fazla kendisiyle meşgul etmemeli ve kargaşa yaratmamalıdır.
En iyisi bu gecenin değer ve azameti hususunda tefekkürde bulunup, bu geceye has özel ibadetleri yerine getirmeliyiz.
Bu gecede en önemli husus, herkesin kendi özel ibadetini seçmesidir.
Bu gecedeki ibadet, yalnızca namaz kılmak, dua etmek, tesbih çekmek, zikretmek ve secdeye kapanmak değildir.
Elbette bunlar da ibadettir. Fakat birisinin ibadeti "tefekkürde bulunmak", ötekininki "mürakebe etmek", başka birisinin ibadeti de "hayır ve hayrat" işleriyle uğraşıp "iyilik yapmak" olabilir.
Unutmayalım ki bu geceler, çok şerefli ve azametli gecelerdir ve bunlarda yapılan işlerin Allah tarafından bolca ödülleri vardır.
Çünkü bu gecede yapılan ibadetlerin, başka gecelerde yapılanlardan bin kat daha üstün olduğu söylenmiştir.
Şunu da unutmayalım ki bizim tek çeşit ibadetimiz yoktur.
Onlarca çeşit ibadet türlerimiz vardır.
İbadet odur ki, onu yapanı harekete geçirsin, ruhuna hareket versin, uçuşa hazır hale getirsin, huzurlu kılsın, hafifletsin ve onu geliştirsin.
Hadislerde "tefekkür" etmenin de ibadet olduğu söylenmiştir.
Örneğin şöyle denmiştir:
1 saat tefekkürde bulunmak, 40 yıl (ya da kimi rivayetlerde 70 yıl) ibadetten daha hayırlıdır.
Bu türden hadislerde geçen "tefekkürden" kasıt, ilmî, felsefî, siyasî vs. gibi tefekkürler değil, insanın kendi kaderi hakkında düşünmesidir.
Nitekim Mevlâna tefekkürün ne olduğunu şöyle açıklar:
Fikretmek, bir yol bulmaktır. Yol ise, insanın bir güç sahibi (Şah) olması için onu yönlendirmesidir. /Fikr onest ki güşayed rahi, rah onest ki güşayed şehi.
Yani, insan için fikir, bir yol bulmaktır.
Fikir; odur ki, içerisinde bulunduğunuz sıkıntılı durumdan sizi kurtarsın ve önünüze gerçek bir çıkış yolu açmış olsun.
Sizde bir azim ve irade meydana getirsin. Şimdiye kadar yaptığınız fikirler şayet sizin üzerinizde bir etki bırakmamış ise, bu gecede yapıldığı taktirde, diğer zamanlardaki fikirlerin bin katı daha fazla sizde etki bırakır.
Sizin yaşamınızı yeniden tasarlar. Sizin kaderinizi belirler.
Kısacası, bu gecede fikir ediniz ki, sizin önünüze bir yol açmış olsun veya sizin toplumunuzun önüne bir yol haritası koysun ve sıkıntı çekenlere genişlik versin.
Dolayısıyla bu gecede fikretmek, o geceyi ihya etmek, murakabede bulunmak, kendinle halvet etmek ve kendinde dalıp kalmak da ibadettir.
Ve yine Allah ile konuşmak ve O'nunla bozmayacak şekilde ahitleşmek de ibadettir.
Çünkü ahdi bozmak, insanın akıbeti üzerinde fazlasıyla kötü etkiler bırakır.
Allah'a verdikleri sözü tutmamaları ve yalan söylemeleri nedeniyle, kendisi ile karşılaşacakları güne kadar onların kalplerine nifak soktu. (Tevbe: 77)
Yani, Kur'an açısından "ahitlerini bozanlar", nifak hastalığına yakalanmış olurlar.
İşte bu gecede en güzel işlerden biri de "Allah ile ahitleşmektir."
Yine bu gecede yapılacak en güzel işlerden biri de insanın kendi kitabını önüne koymasıdır.
Yaşamını gözden geçirmesidir.
Sonra da kararlar alıp Allah ile ahitleşmesidir.
Bu hususta saatlerce tefekküre dalsa, yine de azdır ve saatlerce şöyle düşünmelidir:
Biz, şu varlık kitabımızı bir ömür yazdık ve bir ömür de bu yazdığımız varlık kitabımızın sayfalarını teker teker okumalıyız. Okurken de bütünüyle sadakat ile okumalıyız. Kendimizden hiçbir şeyi gizlememeliyiz. Çünkü hiçbir şey Allah'tan gizli değildir.
Açıkçası kendi kendimize ikrarda bulunmalıyız. Bu da bir tür tövbe etmektir ve tövbede bulunmak, en büyük ibadetlerden biridir.
Tövbe; her dua ve namazdan üstündür.
Tövbe; kendine isyan etmektir.
Kendi geçmişine baş kaldırmaktır.
Kendini yeniden yıkamaktır.
Yeni bir insan olmaya azmetmektir.
Allah'ın eline el vermektir.
O'nunla sözleşmektir.
Tüm bunlar o gecede vuku bulan en büyük ibadettir.
Ben bunları söylemekle, sizleri başka ibadetlerden mahrum bırakmak istemiyorum.
Ben yalnızca şeriatın apaçık olan hükümlerini sizlerle paylaşmak istiyorum o kadar.
Görüyorum ki, Şii avam halkın birçoğu, gelenekçi din adamlarını taklit ederek, bu gecede ibadetlerin en önemlisinin "başa Kur'an almak" olduğunu zannetmişlerdir.
Bununla ilgili muteber sayılacak herhangi bir senet söz konusu değildir.
Peki bunu böyle yapmakla ne demek istiyorlar?
Yani, siz Kur'an'ı başınızın üzerine koyup ve birkaç kişiyle birlikte bağırıp çığırmakla ve "Allah'ım. Benim yardımıma koş" demekle, Allah'ın size yardımını mı düşünüyorsunuz?
Hıristiyanlığın en önemli düşünür ve teologlarından Saint Augustaine şöyle der:
Bazı geceler dua ediyordum ve hayli ıztırarla feryatlarda bulunuyordum. Bana şöyle bir ilham geldi: 'Augustaine. Benim şu feryatlarına ihtiyacım yoktur. Ben, senin ne demek istediğini biliyorum. Fakat senin, benim söylediklerimi duyman için sessiz olmana ihtiyacın vardır. Sen, sessiz ol ki, benim sesimi duymuş olasın.'
Yani, kendi kendini kontrol et ve kedinde dalarak düşün.
Kabuğu bol, özeği (içi) az olan işlerden uzak dur.
İçi, beyni ve hakikati olan işlerin peşince git.
İşte en büyük ibadet budur.
Bu, her zaman böyledir.
Özellikle de o gecede bunu böyle yapmalıyız.
Çünkü o gece hakkında buyurulmuş ki, "ondaki ibadetler bin ayın ibadetlerinden daha hayırlıdır."
Yani, bir tek bu gecenin ibadeti, bin ayın teklifini tayin edebilecek bir gecedir.
Bunlara çok dikkat etmek gerekir.
Gerçekten de bu böyledir.
Özellikle de topluluklar oluştuğunda, kalpler ve azimler bir araya geldiğinde, gönüller bir olup ve bu temiz nefesler birlikte alınıp verildiğinde, bu güzel iradeler birbirleriyle bir arada toplandıklarında, o büyük topluluklardan çok büyük bir enerji çıkışı oluşmaktadır.
İşte ariflerin dedikleri gibi bu büyük irade ve azimlerden istifade etmek gerekir.
"Himmet" demek; "psikolojik enerji" demektir.
Yani, bu toplantılarda öylesine büyük yığınlar bir araya geliyor ki, insan onların oluşturduğu o psikolojik enerji (himmet) ile evreni dahi yönetimi altına alabilir.
İnsan bu kalabalıklar arasında kendini hüznün elinden kurtarabilir.
Ve hüzün, gerçek anlamda tövbeyi gerektirir.
Bu gecedeki tövbe etmek ise, en iyi ibadetlerden biridir.
Demişler ki:
'Kadir Gecesi' son 10 günün tekli olan gecelerinden birindedir.
Yani, 21-23-25-27 ve 29 günlerinin birisindedir.
Fakat bence bunların pek fazla bir önemi yoktur.
Ne zaman hoş bir an elimize geçerse, onu fırsat bilmek lazım.
Kimse işin sonunun nereye varacağını bilemez.
Nitekim, Hafız da şöyle der:
Her çe xoş şud muğtenim şumarid- Kes ra vüguf niyst payanı kar kuca resed
(Her ne mutlulukla sonuçlanırsa, onu ganimet bilin; çünkü hiç kimse işlerin sonunun nereye varacağını bilemez.)
Gece ya da gündüz, hangisinde kendinizi iyi hisseder iseniz onu fırsata dönüştürünüz, o anda diz çökünüz, o esnada secdeye gidiniz, o anda sessiz kalınız, o esnada tenhalaşınız, o anda zihni meşgul eden şeylerden uzak durunuz ve Allah'a yöneliniz.
Yarım dakika veya bir saniye de olsa güzel bir an yakaladığınızda, o kısa zaman size, bin aydan daha fazla iş görür.
Çünkü ayet bunu böyle söyler.
Bugünlerdeki bizim için hasıl olan o maneviyattan istifade edip Allah'a doğru hareket eden o kervana katılmak gerekir.
Aksi taktirde yerimizde kalmış oluruz. Üzülürüz.
Başka bir zamanın ele geçmesi de mümkün olmayabilir.
Çünkü kimse işin sonunun ne olacağını bilemeyebilir.
Bu gecelerdeki en güzel dualardan birisi de Mefatihü'l-Cinan isimli dua kitabında da geçen ve Ramazan ayının 27'sinde okunması tavsiye edilen şu duadır:
Allahümmerzügni tecaafiye an darü'l- Gurur- Ve'l- İnayete ila Dari'l- Hulud. /Allah'ım. Beni aldatıcı dünyanın esaretinden uzaklaştır ve beni sonsuzluk yurduna yönlendir.
"Daru'l- Gurur"; Yani, o alem ki en önemli işi insanları aldatmasıdır.
Allah'ım. Bana öğret ki ben, bu aldatmadan kenar kalayım ve ebedi aleme doğru meyledeyim.
Ve'l- İsti'dade lil mevti gable vürudi'l- mevt/ Ölüm gelmeden önce, ona hazırlıklı olayım.
Bu ramazanlar gelip gidiyor.
İmam Ali'nin şehadetinden bu tarafa 1404 ramazan gelip geçmiştir.
Muhammedî ve Nebevî vahiyden bu tarafa da 1444 ramazan gelip geçti.
1444 ramazan daha gelip geçecektir ve bizler toprak olacağız.
Bundan dolayı bu gecelerdeki en önemli şeylerden birisi "tenebbühümüz/uyanıklığımız"dır.
Fani olduğumuzu bilmemizdir.
Kendimizi arındırmak ve tövbe etme hususunda uyanmak, nefsi tezkiye etmek ve temiz yaşam için önemli ve samimi kararlar almaktır.
Gidişatımızı güçlü bir irade ile tayin etmektir.
Bu ramazanda oruçlu olanlardan ricam, Allah'ı herkes için çağırmalarıdır.
O'nun rahmetini herkes için talepte bulunmalı ve de güzel bir durum içerisinde olduklarında herkesi o güzel hallerine ortak etmeleridir.
Sizleri, şu ümitle Allah'a emanet ediyorum:
Rabbim. Önümüzdeki Kadir Gecesini hepimiz için hayırlara vesile kılsın, tüm insanlık alemini ve Muhammed ümmetini yer, gök ve şerirlerin şerrinden mahfuz buyursun, özellikle de ülke insanlarımızın birlik ve beraberliğini bozmasın ve bozmak isteyenlere de fırsat vermesin.
Ramazan amelleriniz makbul ve bayramınız mübarek olsun.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish