Osmanlı Lübnan'da din ve mezhep savaşlarına nasıl son verdi?

Mehmed Mazlum Çelik Independent Türkçe için yazdı

Osmanlıların Cebel-i Lübnan (Cebel "dağ" demektir) olarak isimlendirdikleri Lübnan, başta Fenikeliler olmak üzere sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış bir coğrafyadır.

Dürzi, Nusayri, Mutavâli, Hristiyan ve Marunîler bölgede söz sahibi olmuş kültürel çeşitlilik anlamında ülkemizde Mardin'e birçok açıdan benzeyen bir yerleşim olarak karşımıza çıkar. 

Bölge Osmanlı idaresi altında birkaç istisnai durum dışında uzun bir sükûn devresi yaşamış; ancak Düvel-i Muazzanın iştahını kabartan coğrafi konumu nedeniyle 19. Asırdan itibaren çalkantılara sahne olmuştur.

Bu çalkantılar ve yönetim krizi bugün de devam etmekle beraber, İsrail Arz-ı Mevud ütopyasının sınırları içerisinde yer alan bölgeye gözünü dikmesi Lübnan'ı da Filistin'in haritadan ve tarihten silinmesi teşebbüsü/tehdidine benzer bir tehlikeyle karşı karşıya getirmektedir.

Elbette İsrail'in işgal teşebbüsleri öncesi İran destekli Hizbullah'ın da neredeyse iki bin yıllık dinamikleri hiçe sayarak giriştiği yayılma ve hegemonya onaylanabilecek gibi olmasa da Siyonizm'in topyekûn işgalini meşru kılması söz konusu dahi olamaz.

Asıl soru Osmanlı, bu coğrafyayı asırlarca nasıl idare etti?


Lübnan'da Osmanlı idaresi

Cebel-i Lübnan'da 1697-1841 yılları arasında Sünni Şihab ailesinden seçilen idareciler bölgeyi Osmanlı adına yönettiler.

Bu devrede Lübnan'ın Osmanlı için önemi Şam'dan giden Hac kervanlarının güvenliğinin sağlanmasıydı.

Lübnan limanının stratejik öneminin artmasıyla beraber bölgede siyasi kaos da büyümeye ve mezhep çatışmalarına dönüşmeye başladı. 

Osmanlı, bu tür çatışmalar başladığında bölgeye sınırlı askeri müdahaleler yapar ve idareyi yine yerel dinamiklere bırakırdı; ama Kavalalı Mehmet Ali Paşa 1831 yılında Lübnan'ı işgal ettiğinde Osmanlı mirası olan yönetim anlayışını tamamen yıktı.

Bu durum dinler ve mezhepler arasındaki diyalogların bıçak gibi kesilmesine ve Lübnan'da her sınıfın kendi içine kapanarak karşı tarafa bilenmesine neden oldu. 

Osmanlı 1841 yılında çift kaymakamlık sistemine geçerek Hıristiyan Kaymakamlığı Bekfiye'de Dürzi Kaymakamlığı ise Şveyfat'ta kurulmuştur.

Marunî ve Dürzî kaymakamlıkları 12 üyesi olan karma bir meclis kurularak ülke siyaseti rahatlatılmaya çalışılmıştır.

Bu mecliste ayrıca Müslüman, Marunî, Dürzi, Ortodoks, Rum ve Şiiler 2'şer üye ile temsil ediliyordu.

Mehmet Ali Paşa'nın bu askeri müdahalesi öncesi büyüyen krizden yararlanmak isteyen Fransa, bölge Hıristiyanlarının hakkını gözetmek bahanesiyle bölgeye tasallut olmaya başlayacaktı.
 


Lübnan ve Fransa

Lübnan'da nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar ve Hıristiyanlar oluşturuyor. Sayıları az da olsa bir miktar Yahudi de bulunuyor.

Lakin Lübnan toplumu dinlere göre değil; mezheplere göre ayrılıyor. Müslümanlar kendi arasında Şii (Alevi, İsmaili ve Dürzi), Sünni(Hanefi, Maliki, Şafi, Hanbeli) ; Hıristiyanlar ise Marunîler, Ortodokslar ve Katolikler şeklinde ayrılmaktadır.

Lübnan toplumunun yoksul tabakasını Şii Müslümanlar oluşturmaktadır. Yönetici toplum ise Osmanlı idaresi altında Dürziler olmuştu; fakat Fransa, Osmanlıların aksine Hıristiyan Marunîleri askeri ve ekonomik olarak destekleyerek ülkede önemli bir güç haline gelmesini sağladı.

Osmanlı'nın Dürzi politikasına karşı, Fransa'nın Maruni kışkırtması Lübnan'da yüzyıllarca sürecek bir gerilimin başlangıç noktası oldu. 

1799 yılında Akka'yı kuşatan Napolyon donanması Marunîlerin daveti üzerine Lübnan'ı da işgal etmeye karar verdi; ancak Fransızlar Osmanlı karşısında başarılı olamadı. Osmanlı bu isyanı yakından takip etmiş ve Marunîler ile Fransızların ilişkisini kesmek adına Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya Lübnan'da geniş yetkiler tanıdı.

Bu kararla Lübnan'da kesin bir sonuç elde edemeyen Osmanlı bölgede "Çifte Kaymakamlı" idaresine geçti.

Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna doğru Lübnan toprakları Fransa tarafından fiilen işgal edilerek 1926 senesinde Lübnan Devleti kuruldu; ama bu devlet anayasasında Fransız Mandası koyarak artık tamamen Fransız idaresine geçmişti. 

Fransa, Lübnan'ı hâkimiyeti altına aldıktan sonra Marunîlerin ekonomik ve siyasi yönden güçlenmesi için elinden gelen katkıyı sağladı.

Bu durum Şii ve Sünni Müslümanların tepkisine neden oldu. Osmanlı döneminde de çıkar çatışması yaşayan Hıristiyan ve Müslümanlar; Fransız idaresinde yaşadıkları rekabet sonucu birbirleriyle savaşa girişti.

Kanlı iç savaş Lübnan halkına büyük acılar yaşatmış, yüzlerce yıldır birlikte yaşayan Lübnan toplumu yıkımın eşiğine kadar gelmişti.

Birkaç yıl önce Beyrut sokaklarında Lübnan'ın iç işlerinin Fransa'nın kendi meselesi olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı Macron, Akka'yı kuşatan General Napolyon'u aratmıyordu.

Akka'yı kuşatan Napolyon "Ben biliyorum ki bütün Marunîler Fransızdır" sözleriyle özellikle Lübnan coğrafyasında yaşananların kendi iç meseleleri olduğu mesajını veriyordu. 

Cumhurbaşkanı Macron'un Beyrut'taki sözlerine ve Fransız Mandası talep eden imzalara cevabı onlarca yıl ötesinden Fransız düşünür ve edebiyatçı Sartre şöyle cevap veriyordu:

Bu gerillalar benimsenmek için şövalyece davranmalıdırlar; insan olduklarını kanıtlamanın en iyi yolu budur. Bazen sol onları ayıplar: 'Fazla ileri gidiyorsunuz, sizi daha fazla destekleyemeyiz.' Yerliler onların desteğine hiç mi hiç aldırmazlar; bu desteği alıp bir taraflarına sokabilirler, değeri bu kadardır.

Savaş başlar başlamaz bu sert gerçeği gördüler: Biz de herkes gibiyiz, hepimiz onlardan yararlandık, bir şey kanıtlamaları gerekmez, kimseye ayrıcalıklı muamele etmeyecekler. Görev tek, amaç tek: her tür araçla sömürgeciliği sürüp atmak.

En uyanıklarımız gerektiğinde bunu kabul etmeye hazırdırlar, ama bu güç denemesinde aşağı-insanların bir insanlık belgesi elde etmek için kullandıkları tamamen insanlıkdışı yöntemi görmeden gelemezler: Hemen verin şu belgeyi de barışçıl yollarla bunu hak etmeye çalışsınlar. Soylu ruhlarımız ırkçıdır. Fanon'u okumaları iyi olur. Fanon, bu bastırılamaz şiddetin ne de bir bardak suda fırtına, ne barbar içgüdülerinin yeniden ortaya çıkışı ne de bir hınç olduğunu kusursuzca gösteriyor: kendine gelen insandır bu.

Şu hakikati geçmişte bildiğimize ama unuttuğumuza inanıyorum: tatlı dil şiddetin izlerini silemez; ancak şiddet onları yok edebilir. Sömürgeleştirilen, ancak sömürgeciyi silahla sürüp atarak sömürge nevrozundan kurtulur. Kaybettiği berraklık ve açıklığa ancak öfkesi patladığında yeniden kavuşur, kendini yarattığı ölçüde kendini tanır; uzaktan bakınca onların savaşını barbarlığın zaferi olarak görürüz; ama savaşçıyı adım adım özgürleştirmeye kendi başına girişir, sömürge karanlığını savaşın içinde ve dışında adım adım tasfiye eder. 

(Sartre'nin "Yeyüzünün Lanetlileri"
isimli esere yazdığı önsöz)


Beyrut sokaklarına Lübnanlıların acısını paylaşmaya geldiğini söyleyen Cumhurbaşkanı Macron, ziyaretini Fransız sömürge imparatorluğunun kalıntılarını kutsayan bir gövde gösterisine dönüştürdü.

Fransa; Cezayir, Tunus, Suriye, Fas ve Lübnan'da arkasındaki kanlı tarihi görmezden gelerek bugün Lübnan ile ilişkilerine tarihi bir bağ ve misyon yüklüyor.

Oysa aynı Fransız Hükümeti özellikle Cezayir'de yaşananları bir babanın günahı olarak tanımlayarak tarihi sorumluluğundan kaçmayı tercih ediyor.


Lübnan ile hiçbir tarihsel bağı olmayan ABD'nin işgal teşebbüsü

1900'lü yılların hemen başında ABD Monreo Doktrinleri gereği Avrupa işlerine pek müdahil olmasa da –bilhassa- Osmanlı topraklarındaki hadiseleri yakından izliyordu. 

1903 yıllında Osmanlı karasularına zırhlı gemi göndermesi ise Yıldız Sarayını hayli rahatsız etmişti. 
Konuyu yakinen takip eden Sultan İkinci Abdülhamit, yetkililere gereğini yapın talimatı gönderecekti:

Yıldır Saray-ı Hümâyânu Baş Kitâbet Dâiresi 

Aralık ayının ikinci günü Farsan (Kızıldeniz'de ada) sularına gelip demir atan Amerika bandıralı gambotu gözetim altında tutmak için yeterli vasıtalara sahip olmadığına dair Yemen valiliğinden alınan telgrafı takdim eden 27 Aralık 1903 tarihli hususi sadaret tezkereniz padişah tarafından görüldü. Malumunuz olduğu üzere Amerikalılar'ın, kabul ettikleri Monroe doktrini gereğince Avrupa işlerine müdahale etmedikleri halde Osmanlı devletinin işlerine karışarak, böyle Osmanlı sularına gemi göndermek gibi muameleye yeltenmeleri caiz olmadığından ve devletin yürürlükte olan kanunlarına aykırı bulunduğundan hükümetçe bu tür şeylere mahal bırakmamak neticesini temin edecek tarzda gerekli teşebbüslerin yapılması padişah efendimizin emir ve iradeleri gereğidir. 

Saray Başkatibi,
28 Aralık 1903


ABD, bu ısrarından vazgeçmeyecek ve bölgeye 3 zırhlı gemi daha göndererek Beyrut üzerinde hâkimiyet kurmayı deneyecekti.

ABD, daha evvel de zırhlı gemilerini Akdeniz'e (Bugünkü adıyla Ege kıyıları) göndererek misyoner okulları konusunda ciddi sıkıntılar çıkarmıştı.

Aslında ABD zırhlıların Beyrut'a girme gerekçesi 1897 yılında Bancroft zırhlısının amacıyla aynıydı. Misyoner ABD okullarını kapitülasyonlardan yararlandırmaktı.

Bu gemiler 1903 yılında Osmanlı karasularına girip ancak 1904 yılında ayrılacaktı. 

Sultan Abdulhamid, ABD ile doğrudan bir savaşa girmek istemedi; bu meseleyi farklı yollarla çözmeye karar verdi. ABD'lilerin zayıf karnı paraydı ve Abdülhamit'in bunu fark etmesi fazla uzun sürmeyecekti. 

Bazı kaynakların iddiasına göre gemilerin Osmanlı limanlarından ayrılması için ABD'li politikacı ve üst düzey askerlere yaklaşık 100 bin dolara yakın bir rüşvet verilecekti. Buna ek olarak misyoner okulları konusunda da bazı yumuşamalara gidilecekti. 

Osmanlı Devleti, Cebel-i Lübnan'da uyguladığı yönetim modeli bugün dahi gıpta edilecek demokratik bir anlayışa dayanıyordu.

Bölge krize girdiğinde merkezden gelen isimler kaosu çözdükten hemen sonra ayrılıyor ve hiçbir grubun ötekine sınırsız üstünlük kurmasına izin vermiyordu.

Ayrıca bölgede Sünni, Şii ve Hıristiyanların haklarını güvence altına alarak hakemlik görevi yürütüyordu.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU