Bir düşünürün kahraman olarak portresi: 99. yaşında Aliya İzzetbegoviç

Ahmet Mansur Tural, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Dr. Johnson, Boswell’in otobiyografisini yazacağını ilk duyduğunda bunu engellemek için gerekirse onun canını alacağını söylemişti. Zira Carlyle’ın da dediği gibi büyük yazarların, büyük adamların biyografileri kötü biyograflar tarafından kaleme alınmamalıydı. Hele ki bu bir otobiyografiyse hemen hemen hiçbir büyük adamın kendi hayatlarını anlatmakta başarılı olduğu görülmüş iş de değildi pek. Ne de olsa yüce hayatlar iyi kaleme alınmış bir yaşam kadar nadir değil miydi ? O hâlde hayatlarını kaleme almayı başaran yüce adam daha da nadir bulunan bir türdü! İşte, geçtiğimiz günlerde doksan dokuzuncu yaş gününü kutladığımız Aliya İzzetbegoviç de bu açıdan belki de yegane kişiydi. Hatta öyle seçkin bir kişiydi ki her birimiz onu mistik bir sükunetle andığımız için diğer büyük adamlara nasip olmayacak kötü biyografilere sahip olma günahından kurtulmuş, böylelikle bizler bir nevi Dr. Johnson olarak onun canını almıştık. Ancak yine de ben bu sükuneti kırarak kötü de olsa bir biyografi günahı işlemek istiyorum!

Aliya İzzetbegoviç’in 20. yüzyılın ikinci yarısının en saygın kişileri arasında olduğunu söylesek pek de hata yapmayız herhalde. Bu saygıyı yalnızca düşüncelerini ifade edişindeki inanç tonuna değil, aynı zamanda dünyanın saplanıp kaldığı ideolojilerin pratiğe geçiş krizlerini kavramasına ve bu sayede Bosna-Hersek’i romantik teorilerden kurtararak gerçekçi bir pratiğe eriştirmesine borçludur. Aristoteles’in ihtiyat (φρόνησις) teorisine göre iyi karar alma yetisi ve kişinin ahlâkî üstünlüğü sadece hikmeti yahut erdemi tanıyarak belirli bir amaç uğruna doğru kararlar vermesi değil, aynı zamanda genel olarak iyi yaşama hedefiyle tutarlı bir biçimde erdemli amaçlar üzerine düşünme ve bunları gerçekleştirebilme yetisidir. Bu açıdan Bosna-Hersek’i Büyük Sırbistan projesinden özgürleştirirken İzzetbegoviç’in izlediği yol günümüzdeki Filistin sorununa da ışık tutarak bir insanın nasıl pratik zekayla bir halkı ihtiyatla kurtarabileceğini gözler önüne sermektedir.

Aliya’nın çöküşüne denk geldiği eski dünya keskin ideolojilerle örülüydü. Toplumlar öyle ya da böyle ideolojinin militanları ve mazlumları arasına aşılmaz bentler çekiyordu.

Henüz bir şakaya yahut slogana indirgenmemişti ideolojiler. Ağırdılar. İnsanları politik şekillerde damgaladılar. Böyle bir çağda Aliya İzzetbegoviç’in de Doğu ve Batı Arasında İslam eserinde belirttiği üzere ya materyalist olma şansı tanınıyordu bireye yahut mâneviyun. Bir kısmı da doğalarının ve zihinlerinin önceliğini eşitleyerek düalist bir politika izleyebiliyorlardı. Ancak teori ve pratiğin arasında sıkışıp kalmış ve teorileri harfiyen uygulayan rejimler totaliterleşiyor, insana kesinlikle hiçbir yer bırakmıyordu. Sözde insanı önceleyenlerse tüm bu süre boyunca terör yoluyla insanın hayatını pazarlık etmekten hiç çekinmemişlerdi. Yugoslavya da bu durumun net örneklerinden biriydi. II. Dünya Savaşı sırasınca Nazi işgaline uğramış ; Ustaşa, Çetnikler ve Partizanların kanlı çatışmalarına sahne olmuştu. O yıllarda askerliğini ifa etmesi gereken İzzetbegoviç’se bu gruplardan hiçbirinin kendisini temsil etmediğini hissederek memleketi Sava’ya sığınmış, orada Genç Müslümanlara katılmıştı. Ama sakın yanlış anlaşılmasın! Bu askerlikten yahut militarizmden kaçtığı anlamına gelmiyordu kesinlikle (ki savaş sonrası askere de alınacaktı). Tersine bu ideolojik çatışmaların her birinin totaliterizmden başka bir şey getirmeyeceğini hissetmiş ve hepsinden uzak durarak İslamî bir söylem üretmeyi seçmişti. İzzetbegoviç’e göre İslam ne maddi ne de manevi bir ideolojiydi, İslam onun gözünde hem materyalizmin hem de maneviyatın birleştiği, hem onları yadsıyan hem onları kapsayan diyalektiğin üçüncü terimiydi. O salt bir din değil, yaşamın en üstün biçimi ve kainatın var olma sebebiydi. Zira, İslam hem insanı dikey planda kemâlâta erdiyor hem de ilk insandan dahi öncesinde var olması sebebiyle kainatın düzenini yansıtıyordu. Böylelikle Genç Müslüman hareketinde diğer tüm militarist grupların karşısında barışçıl bir şekilde ayrımcılığa uğrayan müslümanlara yardımlar ediyor, militaristler tarafından yakılıp yıkılmış müslümanların mülklerini onarıyorlardı.

Yine de bu Genç Müslümanları bütünüyle onayladığı anlamına da gelmiyordu Aliya İzzetbegoviç’in. Zira bu grup militarist yapıda olmasa dahi onun gözünde haddinden fazla ruhani meselelerle boğuşuyor, İslam’ı da tıpkı diğer dinler/ideolojiler gibi maneviyata indirgemeye çalışıyordu. Onun bu eleştirel tutumunu özellikle Genç Müslümanlar hareketinin 1944’te bölge imamlarını temsil eden El-Hidaja’yla birliktelik kurması sonrası Genç Müslümanlara karşı takındığı tavrında rahatlıkla görebiliriz. Ona göre hareketin kurduğu bu manevi birliktelik hareketin hem içten hem dıştan büyümesine engel teşkil ediyordu.

Yine de İzzetbegoviç Genç Müslümanları terk etmiş değildi. Hâlen onları destekliyor, hâlen barışçıl bir yolla Yugoslav halkları arasında eşitçe ve özgürce bir yaşamı düşlüyordu. Ancak bu desteği II. Dünya Savaşı bitip komünistlerin Yugoslavya’nın kontrolünü ele geçirmesiyle Genç Müslümanlara karşı başlayan cadı avında kendisinin de adının geçmesine sebep olacaktı.

O dönem askerde olduğu için askeri mahkeme kendisini 1946’nın mart ayında üç yıllık cezaya çarptırdı. İlk bakışta genç bir delikanlı için her ne kadar ağır bir ceza gibi görünse de İzzetbegoviç’in sorgulamaları sırasında kaldığı Saraybosna Cezaevindeki koğuşunun neredeyse yarısının idama mahkum edildiği göz önünde bulundurulduğunda onun için üç yıllık mahkumiyet diğerlerinin yanında hüzünlü bir teselliye dönüşüyordu.

Saraybosna Cezaevinde bir süre geçirdikten sonra cezası kürek mahkumiyetine çevrildi. İlk olarak iki aylığına Zenika’ya yollandı. Sonrasındaysa yedi ayını geçireceği Stolak’a gönderildi. Burada vaktini yalnız parmaklıklar ardında okuyarak geçirmiyor, Boracko Gölü’nde kendisini sorgulayan Yugoslav Gizli Servisinin tatil evini inşa ediyordu. Bu inşaat bittikten sonra tekrar Saraybosna’ya yollandı. Ancak bu sefer sorgulanmak için değil, Komünist Partinin Saraybosna Merkezini inşa etmek içindi. Bir nevi komünist rejim, Zehrudin İsakoviç’in de İzzetbegoviç üzerine kaleme aldığı nitelikli biyografide dile getirdiği gibi politik karşıtlarına kendi tapınaklarını inşa ettiriyordu.

İzzetbegoviç’in bu üç yıllık mahkumiyetinin son durağı da Macaristan sınırındaki Beli Manastır’ı oldu. Orada insanların yakacak olarak kullanmaları için ağaçları kesmekle görevlendirilmişti. Böylelikle kürek mahkumiyetinde ilk kez doğrudan rejime değil, halka hizmet ediyor ve psikolojik olarak da toparlanıyordu.

24 yaşına geldiğinde ilk mahkumiyeti sonlandı. Yalnızca fiziki olarak olgunlaşmamış, zihni bir olgunluk da getirmişti hapishane hayatı ona. Böylelikle bu üç yıl boyunca mektuplaştığı Halida’yla evlendi. Ancak İzzetbegoviç kendisini tümüyle aile hayatına adayacak bir kimse değildi. Hapisten çıktıktan sonra ilk iş olarak yakın arkadaşı Hasan Biber vasıtasıyla tekrardan Genç Müslümanlarla irtibat kurdu. Fakat dört gün sonra, 11 Nisan 1949’da Biber Yugoslav rejimi tarafından bir dizi Genç Müslümanlar üyesiyle beraber tutuklandı. Sorgulamaları süresince arkadaşının tekrar Genç Müslümanlara katıldığını asla itiraf etmeyen Biber, İzzetbegoviç’in hayatını kurtarmıştı. Ancak kendisi bunun karşılığında aynı yılın haziran ayında idam cezasına çarptırıldı ve ekimde cezası infaz edildi.

Genç Müslümanların tutuklamalarla dağılmaları sonucu Aliya İzzetbegoviç kendisini tümüyle eğitime verdi. Bir yandan Yugoslav toplumunu ve komünist rejimi inceliyor, diğer yandan önce ziraat mühendisliği, sonrasında hukuk fakültelerine kaydoluyor ve hukuku bitiriyordu. Bu süreçte ailesini geçindirmek için de kürek mahkumiyetinden öğrendiği ustalığıyla Perurika’daki hidroelektrik santrali başta olmak üzere birçok inşaatta çalışarak para kazanıyordu.

On yıllık bu eğitim ve çalışma sürecinin ürünü olarak İslam Deklarasyonu’nun ilk hâlini 1969’da tamamladı ve 1970’te basıma hazır hâle getirdi. Müslüman dünyasında hemen hemen her dile çevrilip büyük yankı uyandıran bu deklarasyon İzzetbegoviç için Yugoslavya’da yeni bir baskı döneminin başlayacağı anlamına geliyordu. Radikal islamcılık ve Yugoslav rejimini yıkmaya teşebbüs suçlarıyla on yıl sonra ünlü Saraybosna Davalarında bu eseri yüzünden yargılanacaktı. Her ne kadar İslam Deklarasyonu İzzetbegoviç’in düşüncelerinin ilk kez bir sistematik içerisinde ortaya konmuş hâli olsa da, İzzetbegoviç sonrasında bu eserdeki homojen İslam fikrinin oldukça ütopist olduğunu fark etmiş ve İslam’ın şartlarına dayalı bir rejimin yozlaşma anında nasıl totaliterleşeceği hissederek buradaki fikirlerini kısmen de olsa bir kenara itmişti. Özellikle 1997’deki Tahran Konuşması’ndaki ifadeleri İzzetbegoviç’in fikir dünyasındaki bu değişimi açık bir şekilde ortaya koymuştu. İzzetbegoviç İslami şeriatla yönetilen bir devletin değil, ancak İslam’ın temel alınacağı laik bir devletin insanın modern dünyada insanlık problemini çözebileceğini düşünüyordu. Zaten Bosna’yı da gelecekte bu modele olabildiğince yakın inşa etmeye çalışmayacak mıydı? Hatta bu hususta günahtan alıkoyan totaliter bir rejimdense günah işleme hakkını tanıyan demokrat bir devletten yana olduğunu gerek anılarında gerek konuşmalarında farklı tonlarda dile getirdi.

Yine de İzzetbegoviç’in bu süreçte yalnızca modern dünyayı İslami bir formda anlamaya ve kurmaya çalıştığı düşünülmemeli. O, dönemin diğer tüm ideolojilerini titizlikle inceliyor ve teori-pratik geriliminde neleri kaybettiğini tespit etmeye çalışıyordu. Özellikle kapitalizm ve komünizmi bu açıdan değerlendiriyor ve anlamaya uğraşıyordu. Ona göre komünizmin en ciddi sıkıntısı demokrasiye yer vermeyişiydi. Her biri -ister Tito’nun rejimi olsun, ister Çavuşeşku’nun, ister Enver Hoca’nın- tek adam miti etrafında otoriter bir Levianthan’dan ibaretti. Bu düşüncelerini 1970’lerde çocuklarının baş harflerinden esinlenerek kullandığı akronim “L.S.B.” mahlasıyla Takvim gibi balkan müslümanlarının gazetelerinde dile getirmeye başlamıştı. Ancak 1970’lerin getirdiği kısmi refah 1979’da Tito’nun Raif Dizdareviç ve Branko Mikuliç’i Koprinicvika’daki av köşkünde ağırlamasıyla ciddi bir kesintiye uğradı. İzzetbegoviç’in de anılarında belirteceği gibi, Tito’nun bu iki isme verdiği Pan-İslamizmin kökünü Yugoslavya’dan kazıma emri yeniden baskının dönüşünü bildiriyordu.

23 Mart 1983’ün sabahı İzzetbegoviç evinde polisler tarafından tutuklandı. Yüz kusur gün süren sorgusunda sonra aynı günlerde tutuklanan diğer Müslüman düşünürlerle beraber Saraybosna Davalarına çıkarıldı. Bosna-Hersek’te silahlı çatışmaları önleyerek barışçıl bir şekilde mücadele veren tüm bu isimler -İzzetbegoviç’in haricinde Edhem Bıçakçı, Mustafa Sipahiç, Cemaluddin Latiç, Ömer Behmen, Hasan Cengiz- İslami bir devlet kurmaya teşebbüsle suçlandı. Suçlamalar ağırlıklı olarak İslam Deklarasyonu etrafında dönüyordu. Yugoslavların iddiasına göre İzzetbegoviç bu deklarasyonu diğer müslüman entelektüellerle paylaşarak bir karşı-devrim hazırlığının fitilini ateşlemişti. Gizli polisin günlerce süren ağır baskıları sonucu bazı isimler yalan ifade vermek zorunda kalınca İzzetbegoviç ve daha birçok isim tekrardan hapishaneye dönüş yaptılar.

Foça’daki iki metrelik hücrede, artık altmışlı yaşlarındaki İzzetbegoviç beş yıl sekiz ay yattı. Bu mahkumiyet sırasınca akli dengelerinin sınırlarında gezinse de kendisini çocuklarıyla mektuplaşmaları kurtarıyordu. Kendi ifadesiyle umudunun tükendiği, melankoliye kapıldığı anlarda çocuklarının günlük hayatlarındaki sorunları ona danışmaları, onun bunları düşünerek meşgul olması babalığın getirdiği mesuliyeti güçlendirirken mental olarak da onu delilikten kurtaran yegane şeydi. Tüm bu süreç boyunca İzzetbegoviç elbette 1999’da basılacak olan Özgürlüğe Kaçışım kitabını da notlar hâlinde kendini yalnızlıktan ve delilikten korumak için kaleme alıyordu. Bu sırada insan hakları örgütlerinin ve İslam ülkelerinin yoğun baskısı sonucu 1988’in 25 Kasım’ında tekrardan özgürlüğüne kavuştu.

İlk iş olarak siyasi bir parti kurma fikri vardı kafasında. Artık Yugoslavya eskisinden de karışık bir sürece giriyordu. 1980’lerin sonu Yugoslavya’sında Miloseviç gitgide güçlenmiş ve sırpların tehdit altında olduğu fikrini onlara aşılamıştı. Böylece faşizan bir sırp milliyetçiliği yükselişteydi. Aynı şekilde Franjo Tudjman da Hırvatları örgütleyip bağımsızlık istemeye hazırlanıyor, Yugoslavya’dan tümüyle koparak İzzetbegoviç’in deyimiyle halkı için özgür demokratik bir devlet kurarken bölgeyi kaosa sürüklüyordu. Tüm bu değişimleri ve siyasetteki yeni figürleri ihtiyatla inceleyen İzzetbegoviç de Novi Pazar’dan Sazin’e kadar Müslümanları örgütlemeye karar verdi. Aslında ilk kişi değildi bunu düşleyen. Kendisinden önce de Mehmed Spaho Yugoslav Müslüman Örgütü’nü kurarak bunu denemiş, ancak ciddi bir başarısızlığa uğramıştı. İzzetbegoviç’se Spaho’nun başarısızlığından ders çıkararak ilkin partinin hukuk temelleri üzerine kurulmasını diliyordu. Bunun için ilk olarak bu fikrini hukuk profesörü Muhammed Filipoviç’le paylaştı. Filipoviç her ne kadar teklifini reddetse de partinin temelini on beş kişi olarak Zagreb Camii’ndeki bir toplantıda attılar. Yalnızca Boşnakları birleştirmek yoktu akıllarında. Yugoslavya’da yaşayan tüm müslümanları tek çatı altında toplayacak bir partiydi düşledikleri. Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla Yugoslavya’nın da sarsılmasını fırsat bilerek 27 Mart 1990’da İzzetbegoviç Saraybosna’daki Holiday Inn Otelinde partinin kuruluşunu resmen duyurdu. Partinin amacı Yugoslavya’dan kopmak değil, özgür ve eşit bir Yugoslavya içinde Müslümanların haklarını savunmak, isteklerini dile getirmekti.

18 Kasım 1990’daki seçimlerde İzzetbegoviç ve partisi 240 sandalyelik mecliste 86 sandalye kazanmıştı. Aynı zamanda başkanlık için yedi sandalyenin üçü de Müslümanların eline geçmişti. Sonunda uzlaşmaya dayalı, eşitlikçi ve Müslümanlara da saygı gösterecek bir demokrasi kıvılcımı ufukta görünmüşken tam bu sırada Hırvatistan ve Slovenya bağımsızlıklarını ilan ederek Yugoslavya Savaşları’nı başlattılar. İlk bakışta doğrudan Bosna’yı ilgilendirmese de Hem Karadziç hem de Tudman’ın Bosna üzerinde hak iddia etmesi savaşın asıl cephesinin Bosna-Hersek’e kaymasına yol açtı. Her ne kadar İzzetbegoviç her ikisiyle de görüşüp barışçıl yollarla çözüm arasa da görüşmeleri başarısızlıkla sonuçlandı. Böylelikle Bosna-Hersek 29 Şubat-1 Mart tarihlerinde referanduma gitti ve yüzde 63’ün katılımlı referandumda yüzde doksan dokuz bağımsızlık talebi çıktı. Böylelikle artık 67 yaşına varmış İzzetbegoviç’in karşısına yeni bir sınav çıkmıştı : Bosna’yı kurtarmak ve barışı tesis etmek.

20 Haziran 1992’de Bosna da resmi olarak Yugoslav Savaşlarına girdi. Ancak çok ciddi bir sorun vardı. Müslümanlar milis gruplar hâlinde örgütlenebilmekten öteye gidemiyordu. Bunun da başlıca sebeplerinden biri silah ve mühimmat tedariklerinin olmamasıydı. Bu durumda Bosna-Hersek’in ahlakî kazanımlar elde etmesinin önünde ciddi sorunlar yaratabilir, Bosna’nın bir devlet olarak tanınmasını engelleyerek bir terör örgütü olarak görülmesine yol açabilirdi.

İşte İzzetbegoviç meşruiyetin ancak ordunun tesis edilmesiyle kazanılacağını ve örgütlerin terörden öteye gidemeyeceğini hissederek savaş için Bosna’da düzensiz birlikleri desteklemek yerine düzenli bir Bosna ordusu tertip etmekle uğraştı. Ancak Amerikan ambargosu altındaki Yugoslavya’ya silah satışı yoktu. Sırplar ve Hırvatlarsa Rusya’dan ve Yugoslavya’dan kalan silahları çoktan ele geçirmişti. Böyle bir dönemde İzzetbegoviç’in başlıca en büyük sınavı Bosna ordusunu kurabilmek için çeşitli müzakerelerle silah bulmaya çalışmaktı. Fakat Karadziç’in bu süreçte Saraybosna’yı kuşatma altına alışı durumu git gide güçleştiriyordu. Anılarında da anlattığı üzere silah tacirleri kendisiyle iletişime geçiyor, ancak İzzetbegoviç bu görüşmelerden ciddi bir sonuç alamıyordu.

Bu açmazı çözmenin yolunun dünyanın Bosna’da olan bitene kulak vermesinden geçtiğini biliyordu. Bu sebeple her ne kadar çok tehlikeli olsa da her gün kurşunlarla taranan Saraybosna’dan birçok kez ayrılarak hem Batı hem Doğu ülkelerinde Bosna’nın durumunu anlatmaya başladı. Bu dönemde İzzetbegoviç’in imdadına ilk olarak İran yetişmiş ve silah tedariki yapmıştı. Ancak böyle bir savaşın kazanılabilmesi için ambargonun kaldırılması gerekiyordu. İşte İzzetbegoviç’in çabalarına Cidde’de düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatının oturumu karşılık verdi. Henüz göreve başlamamış ABD başkanı Bill Clinton, Suudlu yetkililer kanalıyla ambargoların yakında kalkacağını müjdeledi. Böylece İzzetbegoviç’in savaşın başından beri çözmek için çabaladığı düzenli ordu sorunu böylelikle ortadan kalkıyordu.

Fakat İzzetbegoviç için savaş sadece ordularla değil, savaş ahlakına sahip ordularla kazanılabilirdi. Bir başka deyişle kendisi savaşın ahlakî bir şekilde yürütülmesine inanıyordu. Ona göre modern dünyada Sırplara ve Hırvatlara karşı Bosna’nın savaşı kazanabilmesinin tek yolu yalnızca ordusunun başarıları değil, onun ahlakî üstünlüğüydü de. Bu sebeple sivillerin hedef alınmasına kesinlikle karşı çıkıyor, Bosna ordusunun Hırvat ve Sırp ordularının aksine yalnızca diğer ordularla çatışmaya girmesini emrediyordu. Bu tavrını 1993 ağustosunda Bosna ordusundaki bir grup askerin Dolcani köyündeki Hırvat sivilleri hedef almasından sonra yaşanan İzzetbegoviç’in tepkisinde rahatlıkla görebiliriz. İzzetbegoviç bu olayların sorumlularını ağır şekilde cezalattırmış, hatta başka bir olayda 27 hırvat sivilin öldüğü Grabovica Köyündeki olayların sorumlularını doğrudan mahkemeye iletmişti. Böylelikle İzzetbegoviç yalnızca Bosna ordusunun ahlaki bir üstünlüğe sahip olmasını tesis etmeye çalışmıyor, aynı zamanda bu kaotik dönemde zor kurulan ordunun silahlı, başıbozuk bir gruba dönüşmesini engelliyordu. Kendisi de tüm bu çatışmaların içinde en sıkıntılı yerlerde dahi orduyu bizatihi teftiş ediyordu.

Savaşın sonlarına doğru, İzzetbegoviç’in kendi hayatı tüm bir Bosna’nın hayatıyla bir olmuştu. Artık Bosna’sız bir Aliya İzzetbegoviç yaşamı olamayacağı gibi Aliya İzzetbegoviç’siz de bir Bosna devletinden söz edilemezdi. İşte devletiyle demokratik yollarla bütünleşmiş, tek adamdan ziyade kahraman mitinin ete kemiğe büründüğü İzzetbegoviç 1995’in yeni yılında Bosna halkına barışı tesis etme sözü verdi. Aynı yılın mart ayında Bosna ordusu Travnik yakınlarındaki Vlasiç Dağı’nı da işgalden kurtararak kesin zaferini ilan etti. Ancak bunun karşılığında Temmuz ayında Srebrenitsa Soykırımını gerçekleşti. Tüm bu trajediler üzerine onun için Bosna’yı mutlak zafere taşımak artık ulus devletine bürünerek

Bosna’yı müslüman boşnak hâkimiyetinde yeniden tesis etmek değildi, sadece yıllardan beri her koldan öldürülen Boşnaklara öyle ya da böyle barışı getirmekti.

1 Kasım 1995’te Barış Müzakereleri resmi olarak başladı. İzzetbegoviç müzakereleri hayatındaki en zor dönem olarak anlattı. Zira, Sırbistan Saraybosna’nın bölünmesini dilerken Amerikalılarsa Saraybosna’nın federal bir şehir olmasını istiyordu. Yaşı artık iyice ilerlemiş olan İzzetbegoviç bu dönemde kana kana uyuyarak savaşı tekrardan körüklemeden Saraybosna’yı kurtarmanın yolunu arıyordu. Savaşın, Bosnalılara karşı uygulanan sistematik baskının ve katliamın sorumlularını dahi siyasi kişiliklerinden ayırarak bir insan olarak da onları görmeyi asla bırakmayan İzzetbegoviç’i tüm bu sıkıntıları içerisinde aniden Miloseviç şaşırttı. Dayton Görüşmeleri’nde uzun ve yorucu münazaraların ardından cesur olduğundan hiç şüphe etmiyorum (...) ancak kötücül tarafı bence daha baskın, kaçınılmaz şekilde kötülük üretiyor dediği Miloseviç Saraybosna’nın bölünmeksizin Bosna’da kalmasını kabul ediyordu. Böylelikle İzzetbegoviç öyle ya da böyle, bir federatif devlet kabul ediyor olsa da hem Saraybosna’nın Boşnaklara ait olmasını sağlıyor, hem de söz verdiği barışı sonunda Bosna’ya getiriyordu.

Yine de savaşın bitişi Bosna’nın tüm sorunlarının çözüldüğü anlamına gelmiyordu. Artık yaşam çizgisi Bosna-Hersek’inkiyle bütünleşmiş İzzetbegoviç kötüleşen sağlığını da Bosna’nın ardına koyarak tüm dikkatiyle Bosna’nın gelecekte benzer bir sorun yaşamaması için iki ana soruna eğiliyordu : birincisi Bosna-Hersek’in merkezi olarak güçlendirilmesi, diğeri de savaş suçlularının yakalanarak uluslararası cezalara çarptırılması. Bosna’yı tekrardan merkezileştirmek adına Safet Oruçeviç yoluyla tekrardan Mostar’ı Boşnaklaştırmaya başlamıştı. Ancak bu süreçte Bosna’sı için duyduğu sevgi ve acı sağlığını daha da etkiliyordu. En sonunda 1996’nın şubatında bir kalp krizi geçirdi. Her ne kadar mart ayında taburcu olabilse de bu sağlığın düzeldiği anlamına gelmiyordu. Bosna-Hersek için durmadan uğraşmaya devam ediyor ve sağlığını da ülkesi için hiçe sayıyordu. Dünyanın çeşitli yerlerinde Bosna-Hersek’i anlatmaya devam ediyor, Bosna’yı dünyaya bağlayarak modern, demokratik ve İslami bir yaşam çerçevesinde laik bir devlet yaratıyordu. Böylelikle Bosna’nın gelecekte federatif yapısından kaynaklanabilecek benzer bir savaşa sürüklenmesini elinden geldiğince engellemeye, Bosna’ya süreli değil süresiz bir barış getirmeye çalışıyordu. Bu süreçte de Thomas Carlylecı anlamda Bosna’nın ete kemiğe bürünmüş kahramanı olmuştu.

Her ne kadar hem kendi sağlığına odaklanmak hem de Bosna’sının kendi ayakları üzerinde durabileceğini görmek için 1998’de başkanlıktan emekli olmaya kalkışsa da ülkenin içinde bulunduğu çetrefilli durum nedeniyle 6 temmuz 2000’e ertele(n)mişti emeklilik kararı. 2 Temmuz 2000’de bir cuma namazı çıkışı kesin kararını vermiş ve ayın altısında bu kararını televizyonundan tüm halka duyurmuştu.

Bir milletin doğuşuyla hayatı bütünleşmiş İzzetbegoviç, emekliliğinden sonra da Bosna’yı dünyaya entegre etmek için çeşitli konferanslar, yazılar yoluyla devletinin sesi olmaya devam etmiş olsa da 29 Ekim 2003’te ardında sonunda barışa kavuşabilmiş bir ülke bırakarak hayata gözlerini yumdu.

Belki abartılı gelebilir Bosna’nın kaderinin tek bir adamın kahramanlığı etrafında toplanması. Ancak şu unutulmamalıdır ki Aliya İzzetbegoviç yugoslav toplumunda dışlanmış, dışlanmasına rağmen sessiz kalmış, Srebrenitsa gibi bir katliama uğramış halkı ihtiyat içerisinde düşmanından nefret etmeden, düşmanını komşusu eyleyerek, kin duygusundan arındırarak, öyle ya da böyle barışçıl, modern ve demokratik bir devlet kurarak tarihte eşine rastlanmayacak bir yapı inşa etme başarısını göstermiş yegane kişidir. Yugoslav toplumunun tarih boyunca her toplum, her organizma gibi evrimleştiğini, geliştiğini ancak en sonunda ölmekte olduğunu kavramıştı. Ancak tarihin genel akışına göre toplumların ölümünün başlıca sebebi olan Darvinist en güçlünün yasası gereği zayıfın yok oluşuna kendi toplumu için izin vermedi. Elbette Boşnakları asla en güçlü topluluk eylemedi. Ancak ihtiyat ve ahlak yoluyla, güç bakımından zayıf olan halkını en yüksek eyledi. Böylelikle de tarih felsefesinin akışını değiştirircesine kırılmış bir halkı barış içerisinde yeniden diriltti. İşte bu sebeple İzzetbegoviç Carlylecı anlamda Bosna’nın kaderiyle bütünleşen bir kahramandır. Ancak Carlyle’ın kahraman teorisini alaşağı edecek biçimde o, Carlyle’ın umduğu her şeyin tersini gerçekleştirmiştir (en güçlünün yasası olsun, cesaretin sevgiden üstünlüğü olsun, kahramanların azizler değil asilzadeler oluşu olsun). Böylelikle de bu payeye erişen yegane kişidir kendisi. Tarihin akışını yatay yönde değil de dikey yönde ileri taşıyan Aliya İzzetbegoviç’in doksan dokuzuncu geçmiş yaş günü bu sebeple hepimizce kutlu olsun! Bir daha unutmamak üzere…

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU