Savaş çığırtkanlığı ve Türkiye neden diplomasiye öncelik vermeli

Doç. Dr. Ali Oğuz Diriöz, Independent Türkçe için yazdı

Görsel: İletişim Başkanlığı Yayınları

2015 Yılında The Independent’dan Adam Withnall’in 31 Ağustos 2015 tarihli yazısında, o zamanın koşullarıyla dünyanın en çok savaş çığırtkanlığı yapan 9 ülkesi listelenmişti. (The nine most warmongering countries in the world revealed). Bu yazıyı Withnall, Japonya anayasasının önemli barışçıl hükümlerdeki değişiklik tartışmaları vesilesiyle yazmıştı. O dönemde en savaşa yatkın 9 ülke arasında İngiltere, ABD ve Fransa yer alırken, Rusya ve İsrail yer almıyordu. Liste, esasen Sydney, Avustralya merkezli Barış ve Ekonomi Enstitüsü (Institute for Economics and Peace) tarafından hazırlanan Küresel Barış Endeksine (Global Peace Index) dayanmaktaydı. Aynı enstitünün 2024 yılı Küresel Barış Endeksi, haziran ayında yayınlanmıştır ve listenin başını çeken ülkeler arasında İsrail yer almaktadır. Ayrıca, 2023 yılındaki endekste daha ziyade bölgesel çatışmalar değerlendirilirken 2024 endeksinde ise hem Gazze hem de Ukrayna’daki ihtilafların bölgeye yayılma riskleri ile küresel etkilerine değinilmektedir.

Bu vesileyle, bu yazıda, ‘Savaş Çığırtkanlığı’ (Warmongering) tehlikesine ve buna mukabil, Türkiye’nin neden güçlü diplomasiye her zamankinden de daha çok ehemmiyet vermesi gerektiğine değineceğim. Çünkü bu zor koşullarda zor olan savaş veya çatışma başlatmak değildir, aksine, bir kıvılcım yeter çatışmaları alevlendirmeye. Esas zor olan, bu koşullarda dahi bağımsız ve egemen ülkelerin, insan haklarına, uluslararası hukuka, uluslararası normlara saygılı olmalarıdır. Bu evrensel insanlık değerlerine bağlı olarak ve bizim inandığımız Türkiye Cumhuriyetimizin ilkeleriyle dik durarak, barıştan yana olabilmek zordur ama mümkündür. Bir yandan hayalperest ideallerin esiri olmadan pragmatik bir dış politika yürütülürken, diğer yandan herkesin hukuk ve insan haklarına ihtiyacı olduğunu hatırlatmak da ilkeli bir dış politikadır. Aksi halde, felaketlerin eksik olmadığı çağımızda bir de nükleer savaş tehlikesiyle bütün insanlık yüzleşmek zorunda kalabilir.

Türkçe bir deyimde, ‘bir şeyi 40 kere söylersen gerçek olur’ derler. Aynı sebepten dolayı, sürekli olarak basında, sosyal medyada, haberlerde, bir ‘savaş riskinin ve 3. dünya savaşının’ varlığından bahsetmek, çatışma ortamına zemin hazırlar, savaşı olağanlaştırır. Sürekli 3. dünya savaşı riskinden bahsederken aslında politika belirleyicileri birbirlerine karşı bir caydırıcılık sağlamaya çalışıyorlar. 2022’de Emekli Büyükelçi Hüseyin Diriöz’ün bir mülakatta ‘Deli Adam Teorisine’ dikkati çekmiştir. Nükleer caydırıcılıkta, nükleer silahların muazzam bir felakete yol açacak ve adeta insanlığı yok edecek cinsten olduğundan, olası 3. dünya savaşının kazanılamaz olduğu varsayılır. ‘Karşılıklı Kesin Yok Oluş’ teriminin İngilizcesi ‘Mutually Assured Destruction’ yani MAD olarak kısaltılır. İngilizce mad, deli anlamına gelir, çünkü böyle bir savaşı başlatmak için deli olmak gerekir ve rasyonel liderlerin bu yola başvurmayacakları varsayılır. Buna rağmen nükleer caydırıcılığın diri tutulması için, söylemde dahi (blöf dahi) olsa nükleer silahları kullanma riskinden bahsederler. Bu caydırıcılığa ‘Deli Adam Teorisi’ denir.

Benzer bir şekilde, riske vurgu yapmak ve tehlikeli söylemler, NATO içi savunma planlarının önemine dikkati çekmeye de yarayabilir. Birkaç gün evvel, Emekli Büyükelçi Fatih Ceylan’ın da yazısında dikkat, çektiği gibi 3. dünya savaşı söylemi ve risklerine dikkati çekmek hem askeri hazırlıklara önem verilmesi bakımından, hem de caydırıcılık için savunma harcamalarının arttırılması bakımından önemlidir. Potansiyel bir savaş durumuna hazırlık hem de rakiplere ve olası hasımlara gözdağı vermek için kullanılabilir. Özellikle de Büyükelçi Ceylan’ın da dikkati çektiği gibi, NATO savunma harcamalarının bu hazırlık çerçevesinde arttırılması ve eskiden tavan olan harcama sınırlarının artık taban olması yönündeki gereksinimin Avrupa devletlerince de karşılanabilmesi ile NATO’nun caydırıcılığının artabileceği vurgulanmaktadır. Savaş riskini diri tutmak da bilhassa savunma harcamaları düşük olan Avrupa’daki NATO müttefiklerinin bu bağlamda harcamalarını arttırmaya da yarıyor diye düşünülmüş olabilir.

Fakat kaza sonucu siyasi ölümlerin (İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin helikopter kazasında hayatını kaybetmesi gibi), suikastların (Hamas siyasi kanadının lideri Haniye’nin ölümü gibi) ve siyasi suikast girişimlerinin (Trump’a yönelik suikast girişimi gibi) ve diğer suikastların hızına yetişemediğimiz bu dönemde ortam iyiden iyiye gerilmekte. Zaten Ukrayna ve Gazze’deki savaşlara ilaveten Lübnan’da ve Yemen’deki çatışmalar ve saldırılar bölgeyi tam bir barut fıçısı kıvamında tutmaktadır. Dolayısıyla, sadece herkesin ‘rasyonel davranacağını’ ve bu söylemlerin sadece caydırıcılık olduğunu ümit etmek saflık olur.

Bir kıvılcımla barut fıçısı gibi olan Ortadoğu bölgesel bir savaşın içine girebilir ve anında küresel çatışmaları tehlikeli biçimde tırmandırabilir (3. dünya Savaşı riskinden bahsederken de bu ihtimaller geçerlidir). Bu bağlamda olaya sadece güvenlik açısından bakılırsa, bazen güvenlik çevrelerinin çatışmaları kazanacaklarına olan aşırı güven ve kibir (hubris) sonucu olaylar hedeflerden çok farklı boyutlarda gelişebiliyor (19. ve 20. yüzyıldan İngiliz ve Rus İmparatorluklarının ve 21. yüzyılda da ABD’nin bir türlü Afganistan’da amaçlarına ulaşamadıktan sonra geri çekilmeleri gibi). Bu örneklerden anlaşılacağı gibi, güç dengelerinin yeniden şekillendiği bu günlerde, sadece herkesin ‘rasyonel’ politikalar güdecekleri varsayımına dayanarak caydırıcı söylemler ve popülist retoriklerle savaş olmayacağı varsayımıyla hareket edilemez. Ayrıca, unutulmamalıdır ki, tarih birçok kez, savaşların yıpratıcılığından dolayı, savaşlarda taraf olmayan devletlerin, yıkıma uğramadıklarından ötürü, savaş ve çatışma sonrası yükseldiklerine tanıklık eder (antik Yunan şehir devletleri Atina-Sparta savaşları sonrası esas Makedonya’nın güçlenmesi gibi).

Çatışmalar, 21. yüzyılda artık topyekûn savaş (Total War) olarak değil, hibrit çatışmalar ve esnek asimetrik harp olarak yaşanmaktadır. Büyük ordulardan ziyade, mobil kabiliyetleri yüksek, sahada çabuk hareket eden, otonom şekilde taktik kararları verebilen, İHA, SİHA ve drone teknolojilerinden destek alan, siber saldırılar ve dezenformasyon kullanan gerçek ötesi (post-truth) taktikler kullanılmaktadır. Artık 20. yüzyıl ordularında olduğu gibi sadece tanklar, savaş uçakları ve gemileri ile uydu desteği sağlamak yeterli olmayabilir, sahada çabuk hareket eden teçhizatlı ünitelerin önemi artmıştır.

Dünyada dengeler yeniden oluşmakta

1866’da Daumier’in karikatüründe dünya dengesi Avrupalı devletlerin süngülerinin ucunda olarak gösterilmiştir. Ancak 21. yüzyılda artık Avrupa merkezci yapıdan ziyade çok kutuplu bir dünya düzeninden söz etmek mümkün. Dünya Ekonomik Forumu (World Economic Forum – WEF), 2024 yılında dünya ekonomik büyümenin neredeyse yarısının sadece iki ülke tarafından oluşturulacağına dikkat çekmektedir; bu ülkeler Çin ve Hindistan. Birlikte neredeyse 3 Milyarlık nüfusları olan Çin (1.43 milyar nüfus) ve Hindistan (1.44 Milyar nüfus – 2023 itibariyle dünyanın en kalabalık ülkesi) küresel ekonomik büyümenin başını çekmektedirler. Bu iki ülke dışında belki de Güneydoğu Asya ülkesi olan Endonezya da %5 gibi çoğunlukla güneydoğu Asya ülkeleri olumlu büyüme beklentisine sahipler. Dünya ekonomisinin yakın zamana kadar kalbi olarak kabul edilen ABD ve Avrupa Birliği’nin büyüme hızları daha mütevazı seviyelerde kalmaktadır. Çeşitli inovasyon ve teknolojik yatırımlar alanında Çin ve Hindistan büyümede başı çekmekteler. İlaveten ABD, İngiltere, Japonya ve de Almanya, ile Fransa gibi AB ülkeleriyle birlikte teknoloji gelince akla gelen başlıca ülkeler arasında artık Çin ve Hindistan da var.

Bu vesileyle giderek ön planda tutulan bir grup ülke de BRICS+ ülkeler gurubudur. Independent Türkçe’de daha önce de BRICS+ ile ilgili bir yazı yazdım.

BRICS ülkeleri, kendi aralarında ekonomik işbirliğini öncelik olarak tutarken, aralarında bir siyasi bütünlüğün olmadığı göze çarpmaktadır. Özellikle de Brezilya, Güney Afrika ve Hindistan gibi demokrasi ve uluslararası normlara önem veren ülkeler gurubu (ki hepsinin bazı eksikleri olabilir), Türkiye için daha benzer ülkelerden oluşacak dörtlü bir grup olarak değerlendirilmelidir (Brezilya, Hintistan, Türkiye ve Güney Afrika arasında ayrıca benzer ilke ve değerlere dayalı bir grup oluşturulabilir). Ayrıca, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi, ‘Batılı’ ülkelerle iyi ilişkileri olan ve resmiyette İsrail devletini tanıyan Arap devletlerinin BRICS+'ten beklentileriyle Çin ve Rusya'nın BRICS+'taki siyasi tutumları farklıdır. Batıya rakip olan ve BRICS+ üzerinden bu ekonomik rekabet için bir zemin oluşturulmasını fırsat olarak gören Rusya ve Çin’in BRICS+’den beklentileri de birbirlerinden farklıdır. Fakat BRICS+ ülkelerinin tamamın anlaştıkları bir husus ise Küresel Güney için kapsayıcı bir seçenek oluşturmaktır. Ancak BRICS+ ülkeleri dâhil birçok ülke, sadece bir ‘kamplaşma’ olarak değil, güç dengelerinin yeniden oluşturulduğu bugünlerde bir ‘denge’ politikası oluşturmaya çalıştırmaktadırlar.

Türkiye açısından da çatışmalara ve ihtilaflara olabildiğince müdahil olmadan, barışçıl bir politika yürütmek önem arz etmektedir. NATO üyesi olmakla birlikte BRICS+ ülkeleriyle de iyi ilişkiler içerisinde olunması gereklidir. Ayrıca, Türkiye’nin uluslararası platformlarda kurumsal işbirliklerini, Yeni İpek Yolu üzeri Orta Koridor ve Kalkınma Yolu gibi projeleri gerçekleştirebilmesi bakımından Türk Devletler Teşkilatı (TDT) ile de işbirliğini ön planda tutulmalıdır. Halen yeni sayılabilecek bir kuruluş olan TDT’nin yeni oluşturulan Rekabet Konseyi ve Varlık Fonları gibi oluşumları, kurumları, komiteleri ve çalışmalara ilaveten, TDT’nin bir uluslararası kuruluş olarak kurumsal ve diplomatik kaldıraç etkisini arttırmaya yönelik çabalar hızlanmalıdır. Şuşa’daki gayri resmi TDT zirvesinde, Türk dış politikasının mottosu ‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’ ile uygun, bölgesel barış ve işbirliğinin ön planda tutan bir bildirge ‘Karabağ Deklarasyonu’ duyurulmuştur.

Karabağ Deklarasyonu, bir yandan gezegenimizdeki iklim krizine ve sürdürülebilir kalkınma ile COP29’a hazırlık niteliği taşırken, diğer yandan da Yeni – İpek Yolu ve ‘Orta Koridor’ stratejik anlamda ön planda tutulmuştur. Karabağ Deklarasyonu vesilesiyle barışçıl ve uzak görüşlü kurumsal ortak politik ve ekonomik amaç birliğini kuvvetlendirmektedir. ‘Karabağ Deklarasyonu’ TDT devletlerin bölge barışı meselelerinin görüşülebileceği bir platform olabilmesi bakımından kayda değer bir bildiridir. Türkiye’nin stratejik önceliği olan Orta Koridor [2] üzerinde ayrıca TDT marifetiyle, gözlemci üye olan, hem NATO hem Avrupa Birliği üyesi olan Macaristan’ın olması, Doğu-Batı ticaretinde TDT devletlerinin rolünü güçlendirmektedir.

Savaş çığırtkanlığı günümüzde maalesef normalleşmiş ve alışılagelmiş durumdadır. Dünya Barışı için önemli bir fırsat olan Paris 2024 Olimpiyat oyunlarına rağmen Filistin’de ve Ukrayna’da olduğu gibi dünyada savaşlar ve sivil can kayıpları devem etmektedir; kalplerin kan ağlamasına mani olamamıştır. TOBB ETÜ’den değerli meslektaşım Dr. Zoran İvanov’la bu hafta kahve arası sohbetlerimizde değerlendirdiğimiz gibi, kendisi ‘caydırıcılığın’ önemini vurgularken, diğer yandan sağduyulu politika ve vizyon eksikliğine dikkati çekmiştir. Bu şartlarda caydırıcılığın nasıl olacağının yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.

Barış ve diplomasiye vurgu yapmak, özellikle de çatışmaya taraf olmak yerine TDT gibi bir kusuluşun güçlendirilmesinin önemine dikkati çekmek korkaklık veya ulusal haklardan vazgeçmek anlamına gelmez. Aksine, barış ve diplomasi vurgusunu yaparken, kolektif güvenlik ve dayanışmayı, ulusal savunma teknolojilerinin geliştirilmesinin önemini de vurgulamak demektir. Kaldı ki, savunma teknolojilerini sadece askeri amaçlarla değil, afet durumlarında (deprem, orman yangını, sel v.b.) arama kurtarma, lojistik destek ve yardım sağlanması gibi hususlarda da kritik öneme taşımaktadır (Bu konuda Dr. Teoman Ertuğrul Tulun’la yazdığımız kısa yazımızın da yakında yayınlanacağını umuyorum). Dolayısıyla, diplomaside güçlü olmak için de savunma sanayinin ve silahlı kuvvetlerin de güçlü ve caydırıcı olması gerekmektedir. Barış için caydırıcı güç mutlaka olmalıdır (Si Vis Pacem, Para Bellum : hazır ol cenge eğer ister isen sulh-ü salâh). Lakin, burada vurgu ‘hazır olmakta’ yani caydırıcılıkta. Caydırıcılık sadece savaş çığırtkanlığı söylemleri ile olmaz. Türkiye’nin İHA ve SİHA’ alanında teknoloji lideri olması başlı başına büyük bir caydırıcılıktır, dosta güven verir düşmana korku salar. Zaten bu tarz kabiliyetler arttıkça da diplomaside daha güçlü olmak mümkündür.

SONUÇ

Sonuç olarak, barış ve itidalli olmak asla bir teslimiyet değildir. Aksine, güçlü diplomasi ve sağduyulu politikalarla ülkemizin zaten dünyanın en karmaşık bölgesinde bir istikrar adası olma konumu güçlendirilmiş olur. Uzun dönemde istikrar adası olmak ayrıca yatırımcılar bakımından da güvenli liman olmak anlamına geleceği için, hem Avrupa hem de Asya’dan yatırımlar alarak da Doğu ile Batı arası dengeli politikalar sağlanmış olur. Dolayısıyla yurtta ve dünyada barış demek, TDT gibi uluslararası kuruluşları desteklemek demek, barış ve diplomasiyi ön planda tutmak demektir. Yazıyı bitirirken en son Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği ASEAN ülkeleri, (Myanmar’daki Rohingya Müslümanlarına karşı yapılan insanlık dışı zülüm ve benzeri birkaç istisna haricinde), bölge genelinde 40 yıldan uzun bir süreden bu yana göreceli bir istikrar ortamı mevcuttur. Bu istikrar ortamı da, bu ülkelerin ekonomik olarak büyüyerek ‘Asya Kaplanları’ olarak adlandırılmalarına vesile olmuştur.

Netice itibariyle, Türk Devletleri Teşkilatı ve Türkiye Cumhuriyeti başta olmak üzere üye ve gözlemci devletler, İnsan Hakları ve Uluslararası Hukuk gibi ortak değerler üzerinden uluslararası işbirliğini teşvik etmelidirler. İşbirliğini teşvik ederken de ortak değerlere ve ilkeli politikalara sahip çıkmaya devam edilmesi şarttır. NATO üyesi olan Türkiye, diğer yandan AB’ye aday ülke statüsündedir ve Avrupa Konseyi’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) de kurucu ülkelerindendir ve kurallarına tabidir. Türkiye, ilaveten AB Yeşil Mutabakat kurallarına uyacağını da duyurmuştur. 27 Haziran 2024 tarihli Estonya Cumhurbaşkanı'nın Türkiye ziyareti sırasında yapılan açıklamalarda Cumhurbaşkanı Erdoğan, Avrupa Birliği’ne tam üyeliğin hala Türkiye’nin ‘Stratejik Hedefi’ olduğunu bir kez daha teyit etmiştir.[3] Hem ilkeli bir politika bakımından, hem de üye olunan bütün uluslararası kuruluşlarda, Türkiye istikrarlı biçimde güçlü bir diplomasi için gereki olan ilkeleri ve değerleri vurgulamalıdır. Türkiye Cumhuriyet yetkilileri, sivil toplum kuruluşları, meslek kuruluşları ve toplum olarak, evrensel insan hakları ve uluslararası hukuk gibi değerleri, bütün paydaşlar ve vatandaşlar olarak sahip çıkmalıyız. Bu ortak değerlere ve Cumhuriyetimizin değerlerine hepimiz sahip çıkmalıyız. Uluslararası ukuk ve İnsan hakları ile demokrasinin geliştirilmesine öncelik vererek bu değerleri her fırsatta vurgulamalıyız. Bu durum, diplomaside insan hakları ve uluslararası hukuk bağlamındaki ‘yumuşak güce’ ve uluslararası işbirliğine dayalı dengeli dış politikamızı da güçlendirecektir.

 

[1] Karabağ Deklarasyonu: https://www.turkicstates.org/tr/haberler/turk-devletleri-teskilati-gayriresmi-zirvesi-karabag-deklarasyonu_3357

[2] Büyükelçi (E.) Fatih Ceylan (5 Temmuz 2024), “Ulaştırmada Türkiye’nin Orta Koridor pusulası şaşmamalı” Yetkin Report: https://yetkinreport.com/2024/07/05/ulastirmada-turkiyenin-orta-koridor-pusulasi-sasmamali/

[3] Independent Türkçe 27 Haziran 2024; Cumhurbaşkanı Erdoğan: Stratejik hedefimiz AB'ye tam üyelik: https://www.indyturk.com/node/733356/siyaset/cumhurba%C5%9Fkan%C4%B1-erdo%C4%9Fan-stratejik-hedefimiz-abye-tam-%C3%BCyelik

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU