Hamas'ın 7 Ekim'de İsrail'e karşı başlattığı savaş, beraberinde bu haklı tepkinin yöntemi ve genel anlamda şiddete ve savaşa dair bir tartışmayı da başlattı.
Aslında ise bu savaş, Filistin halkının kapatıldığı, kendisini boğan bir cendereden kurtulmak ve biraz olsun nefes almak için yapılmış oldukça doğal bir tepkiden, bir huruçtan başka bir şey değildi.
Gazze halkını buna mecbur bırakan şartlar bir yana, hayatın her alanında şiddetin etkili olduğu bir kültürel çevrede sivil itaatsizliği ve şiddet dışı direnişi tartışmak da her türlü yanlış anlamaya açık başka bir zorluk.
Dünyayı değiştirebilmek içinse elimizdeki yegâne araç şiddet olmadığı gibi şiddetin de çeşitli kullanım biçimleri var ve bize düşen bu kullanımı mümkün olduğunca insanileştirmek.
Asıl vahim olanı ise haksızlığa ve madunlaştırılmaya karşı sessiz kalmak ve direnmemektir.
Bu, insanlık haysiyetine uygun düşmediği gibi ahlaki de değildir. Ancak zulme karşı mücadeleye yönelmekle de sorun bitmemekte.
Bu kez de direnişin yöntemi kadar kullanılacak olan araçların seçimi sorunu ile karşılaşılmakta.
Zira uygulanılan yöntem kadar araçlar, uzun soluklu bir mücadelede başka sorunlarla yüzleşmeye yol açmakta.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Sözgelimi şiddet dışı direnişin simge ismi olan ve İngiliz sömürgeciliğine karşı en etkili mücadele biçimini veren Mahatma Gandi, çokça zannedildiği gibi aslında kendisi için guru olan Tolstoycu anlamda bir pasifist değildir.
Zira onun mücadele anlayışının olmazsa olmaz şartı insan haysiyetinin korunmasıdır ve şiddetsizlik de ancak bir haysiyet mücadelesi olabildiği ölçüde ve bunun için meşru bir mücadele biçimidir.
Bir haysiyet mücadelesi ise sadece kendisinin değil, rakibinin haysiyetini de dikkate alır ve ancak bu koşulla siyasi olmaktan öte ahlaki bir esastır.
İnsanın haysiyetsizce boynunu bükmesindense "şiddet, her zaman acizlikten daha iyidir. Şiddet uygulayan biri için şiddet dışı olma ümidi vardır. Oysa aciz biri için böylesi bir ümit yoktur… Adaletsizliğe direnmek gerekir… Ne pahasına olursa olsun hareketsiz kalmaktan kaçınmak gerekir." 1
Dolayısıyla korkaklık, acizlik veya ümitsizlikten ötürü veya kullanılacak araçlara dair mülahazalarla mücadeleden kaçınarak zelil duruma düşmek, bir erdem olamaz.
Bu tür bir pasiflikle şiddet dışı direniş birbirine karıştırılmamalıdır.
Şiddet dışı mücadele verenler ise ilk mücadeleyi kendi nefislerine karşı vermeli, kendi yanlarında mücadele verenler kadar, karşılarında olanları da içerisine düşülen baskı ve zulüm mekanizmalarından kurtarmaya çalışmalıdır.
Gandi'nin dava arkadaşı, Peştun Vadisi'nde benzeri bir mücadeleyi veren Abdulgaffar Han da mücadelesinde şiddetsizliği esas alır.
Şiddete başvurmamak ise bizim gücümüzden kaynaklanan bir yöntemdir. Bu, "güçsüzlerin pasif direnişi" olmayıp, "güçlülerin şiddet dışı direnişi"dir. 2
İnsanın güçlü olması, kendi davası kadar mücadele gücüne de inanmasıdır.
Suriyeli âlim Cevdet Said de kendisiyle yaptığım bir röportajda, günümüzde Müslüman direnişçiler için silahlı bir mücadelenin haram olduğunu belirtmişti.
Zira silahlar bir örgütlenmiş bir zorbalık olarak devlete silah kullanma meşruiyeti kazandırarak mücadeleyi çığırından çıkarır ve hakkaniyetinden uzaklaştırır.
Bir hakkı savunma ya da kötülüğe karşı direniş için öncelikle bu direnişi verenler nefislerini ıslah etmeli ve silahlı mücadeleler kadar bunun yol açtığı terörden de uzak durmalıdır.
Ama bu her neye mal olursa olsun, hak mücadelesini önlemeye ve direnişçileri susturmaya çalışanlar karşısında da sessiz kalınmamalı; eldeki tüm barışçıl araçlar ve şiddet dışı direniş imkânları kullanılarak zalimlere karşı koyulmalıdır.
7 Ekim çıkışı bir mecburiyet olarak görülse de eleştiriden muaf değildir.
Ama tüm direniş imkânları elinden alınan insanların öfkelerinin patlama noktasına gelmesini de anlamaya çalışmak gerekir.
Burada bir sorumluluk var ise bundaki büyük pay, İsrail'in aleyhindeki BM kararlarına rağmen yıllar boyu şımarık ve arsız bir biçimde sürdürdüğü tehcir, apartheid, terör ve imha politikaları karşısında sessiz kalan ülkelerindir.
7 Ekim'den beri oldukça eşitsiz ve hatta trajik bir durumda devam eden Gazze savaşı, kısıtlı kimi destekler dışında doğrudan Gazze halkının ABD-Avrupa destekli İsrail savaş makinesine karşı direnişi ile sürmekte.
Bu direnişe en büyük destek ise özellikle ABD-Avrupa halkları tarafından verilmekte.
Buradaki tepkiler, çoğu devletlerin resmi olarak İsrail'e destek vermelerine karşı sivil protestolar ve özellikle de üniversite eylemleriyle devam etmekte.
Ancak Türkiye gibi ülkelerde protesto eylemleri güçlü destekler bulmadığı gibi, polis de eylemcilere karşı tarafsızlığını korumamakta; sivil direnişleri terörize ederek bastırma alışkanlığı nedeniyle, bu eylemler karşısında da benzeri usullere başvurmaktan geri durmamaktadır.
Bu şartlar altında süregiden bu mücadeleler, beraberinde direniş ve protestolar kadar şiddetin dilini ve şartlarını, yani ahlakını da tartışmaya açmakta.
Türkiye'de toplumun ve devletin aylar boyunca duyarsız kaldığı savaşa karşı protestolar, Filistin'e Özgürlük Platformu, Eğitim İlke-Sen, Filistin İçin Bin Genç, Direniş Çadırı gibi sivil toplum kuruluşları tarafından ısrarla sürdürülmekte.
Özellikle de İsrail'le ticaretin kesilmesini amaçlayan eylemler sonucunda başlangıçta inkâr edilen ticaret, resmi bir duyuruyla kısıtlandı ve akabinde İsrail'in saldırganlığına karşı iktidar yanlısı örgütlerin tepkileri de başladı.
09 Nisan 2024 tarihinde alınan ticaretin kısıtlanması kararı, bir bakıma o güne kadar resmi kanallar ve yandaş medya tarafından sürdürülen var olan ticareti inkâr tavrının da kabullenilmesi anlamına gelmekteydi.
Ne var ki bu karar da sadece bir kısıtlama kararıydı ve özellikle de savaş açısından oldukça kritik bir ihtiyaç olan ve Azeri petrolünü Türkiye üzerinden İsrail'e pazarlayan SOCAR'ın petrol ihracı kesilmiş değil.
Dolayısıyla da ticareti kes/durdur sloganıyla sürdürülen örgütlü ya da örgütsüz gösteriler de her ne kadar kitlesel destek bulamasa da devam etmekte.
Bu direnişlerin sivilliği ve örgütsüzlüğü bir yana, işin üzücü yanı, istisnai bazı tepkiler dışında halk ve örgütlü yapılar (cemaatler, dernekler, vakıflar, sendikalar, barolar…) tarafından destek bulamaması.
Daha doğrusu sorun bu yapıların ve kitlelerin suskunluğundan öte susturulmuşluğunda.
Geriye kalan istisnai direniş grupları ve gönüllülerin mücadelesi ise polis kıskacı ve manipülasyonu altında sürmekte ve direniş grupları da bu baskılar altında terörize edilip suçlanmaya çalışılmakta.
Dolayısıyla da ortaya çıkan kimi olaylar direniş kültürü, şiddet ve mücadele gibi kavramları güncel şartlarda yeniden tartışmaya açmakta.
Öteden beri şiddetsizliği savunan bir vicdani retçi olan Mehmet Ali Başaran, 4 Haziran tarihinde, Her Taraf haber sitesinde, "Filistin İçin Bin Genç'e Birkaç Eleştiri" başlıklı bir yazı yayımladı.
Yazısında FİBG'i SOCAR protestosunda şiddete başvurmakla eleştiren Başaran'a göre "basın açıklaması, yürüyüş ve eylemlerin en temel vasfı açık, şeffaf ve barışçıl olması. Şiddet kirletir. Bu, egemenlerin de hoşuna gidecek bir tuzağa çekilmek demek. Sivil itaatsizliğin bariz özelliği ise meşru müdafaa hakkını içermekle birlikte şiddet dışı olması.
Şu an yeryüzünün en meşru, haklı, güçlü davası olan Filistin davasını Filistin toprakları dışında şiddet kullanarak savunmak akıl almaz bir hata olur...
31 Mayıs'ta Gazze'deki soykırıma yakıt tedarik eden SOCAR adlı firmanın İstanbul'daki merkez binası önündeki eylem doğruydu. Fakat binanın camlarını yumruklamak, kapısını kırmak, içine girmek doğru değildi. Bunu kabul ve beyan etmek gerek. Karşımızdakilerin dehşet verici suçların ortağı olması bizim yanlışımızı örtmez. Onlar bizim öğretmenimiz değil.
Bizim, toplum olarak zaten devletçilikten, milliyetçilikten, sağcılık ve muhafazakârlıktan kaynaklı arızalarımız var. Üstüne bir de Sol'un getirdiği arızayı (sorunları şiddetle çözme hastalığını) yüklenmeyelim Allah aşkına! Sol'dan gelen arkadaşlar devrim hayallerini, örgütçülük mantıklarını Allah rızası için değilse Filistin Davası için bir kenara koymalılar.
Aynı şey kendini mücahid olarak gören arkadaşlar için de geçerli. İstişare ve ortak akılla hareket etmeli. Kassam Tugayları mensubu gibi hareket edemezsiniz. Dil farklı, coğrafya farklı, ülke ve şartlar farklı.
Aylar önce, Direniş Çadırı'ndan, tanımadığım birileri sormuşlardı: Eylemlerde yüzümüzü kapatmak istiyoruz, polis izin vermiyor, ne yapalım, diye. Yüzünüz de alnınız gibi açık olmalı dedim; biz açık, şeffaf, barışçıl bir eylem içindeyiz…"
Mehmet Ali Başaran'ın bu dostane uyarıları bir yana, yıldırı ve terörize etme stratejilerini uygulayan polisin tutumundan ve kadınların çıplak olarak aranmasından söz eden FİBG mensubu Fuat Kına ise 5 Haziran'da X'te, polisin bu ahlak ve yasa dışı tutumuna beşinci kol faaliyeti olarak destek vermeye çalışanlara hitapla, "SOCAR'daki eylemin tahripkâr niteliği ile ilgilenmenin ideolojik sermayesi yüksek arkadaşlar için bir manası yok. Faydadan çok zararı var. Çünkü korkulanın aksine kamu bununla pek ilgilenmiyor. Ya da zaten sokağa çıkmayı dahi bir şiddet olarak görüyor."
Mehmet Ali Başaran'ın şiddet eleştirisine bir cevap da X'te Alperen Gençosmanoğlu'ndan geldi.
Evet, tartışmak lazım. Mehmet Ali yazıda, usul esasa bağlıdır diyor. O zaman önce yazının usul ve üslubundan başlayayım. Maalesef hitap ettiği kişilere karşı üsttenci bir dil kullanıyor. Kendi önermelerini hem normatif hem de toplumsal gerçeklik bağlamında hakikatin kendisi olarak konumlandırıyor. Hem ahlaken hem siyaseten tartışmasız şekilde neyin doğru neyin yanlış olduğunun mutlak bilgisine sahipmiş gibi eleştiri yapıyor. Bu da ister istemez yargılayıcı, suçlayıcı ve ayrıştırıcı bir söyleme yol açıyor.
FİBG'i farklı kılan, ona dinamizmini veren en önemli niteliklerden biri farklı toplumsal ideolojilere sahip, özellikle İslami ve sol değerlere aidiyetleri olan insanların, Filistin direnişini takip ederek birlikte mücadele etme pratiği ortaya koymasıdır. Ancak yazar FİBG'in hata yaptığını düşündüğü noktada bunu Sol'a ve hareketin içindeki Sol'dan gelen arkadaşlara fatura ediyor gibi. Burada kullanılan dil ile birlikte yazının zamanlaması ve yayın biçimi de tartışmaya giriyor. Şu an kem gözler FİBG'in üstüne dönmüş iken, hareketi parçalayarak birilerini hedef haline getirmek isteyen pek çok odak varken FİBG'i destekleyen, ona değer veren birinin ‘çok büyük bir yanlış olarak' gördüğü bir durumu, sol ile ilişkilendirerek ve soldan gelen arkadaşları öne çıkararak kamusallaştırması ciddi bir hata değil mi? Ben biliyorum ki Mehmet Ali bu yazıyı FİBG'i ve Filistin davasını önemsediği için yazdı ancak bu yazı doğrudan muhataplarına istişare için sunulabilecekken, bu itham edici ve ayrıştırıcı dille kamusallaştırılmasının yanlış bir tercih olduğunu düşünüyorum.
Yazıdaki sorunlu dil maalesef pek çok farklı cümlede kendini gösteriyor; ‘Her daim olgun davranmalı, kendi kişisel ajandalarımızı, rozetlerimizi bir kenara bırakmalı değil miyiz?' Burada hitap edilen grubu çocuksulaştırmaya dönük bir söylem de var maalesef. Olgun davranışın sınırını kim çiziyor? ‘Sol'un getirdiği arızayı (sorunları şiddetle çözme hastalığı) yüklenmeyelim Allah aşkına' ama Türkiye'de şiddete bir tek sol mu başvuruyor, ya da ülkedeki şiddetin müsebbibi sol mu? Hastalık ve arıza gibi kelimeler kullanmak iddiayı ve yazıyı siyaseten ve ilkesel olarak tartışılamaz hale getiriyor maalesef. Gelelim yazının ana iddiasına; ‘Filistin davasını Filistin toprakları dışında ‘şiddet' kullanarak savunmak akıl almaz bir hata olur!' Dolayısıyla SOCAR'ın önündeki eylemde binanın camlarını yumruklamak, arbede yaşanması doğru değildi. ‘Bunu kabul ve beyan etmek gerek'! ‘Onlar bizi öğretmenimiz değil' ve eğer bunu kabul etmezse bu durum ‘eylemlere katılımı zayıflatacaktır!' Yani sıcak çatışma cephesi ya da üzerine saldıran biri olmadığı sürece şiddet hem normatif olarak hem toplumsal sonuçları açısından tartışmasız kötüdür.
Bir kere toplumsal hareketlerin, grupların şiddet kullanımının, savaş dışı her şartta ve koşulda grubun katılımcı kitlesinin ve sempatizanlarının tartışmasız şekilde azalmasına yol açacağı, tarih okuması olmayan yanlış bir iddia. Bugüne gelelim, Yemen Filistin toprakları dışında Kızıldeniz'de gemilere el koyuyor ya da batırıyor, ‘akıl almaz bir hata' mı yapıyor? Aaron Bushnell ABD'de bedenini ateşe vererek insan canını sonlandıracak bir şiddet uyguladı, hem toplumsal sonuçları anlamında hem de insanlarda ürettiği hissiyat anlamında ‘akıl almaz bir hata' mı yaptı? Eğer ‘o başkasına değil kendine şiddet uyguladı, sayılmaz' diyen olursa kusura bakmasın ama liberalizmin ağlarına düşmüş demektir. Ya da 2008'de Iraklı gazeteci Muntazar El-Zeydi bir basın toplantısında Bush'a ayakkabı fırlattığında ‘akıl almaz bir hata' mı yaptı? Evet, bu cesur ve fedakâr şiddet eyleminden sonra ağır bedeller ödedi, ancak yaptığı eylem hem bütün dünya mazlumları ve emperyalizme karşı direnen tüm insanların gözünde ve kalbinde meşruiyeti sorgulanamayacak ve unutulmayacak bir kahramanlığa dönüştü. Bugün Batı'da soykırım destekçiliği yapan siyasilere benzer bir eylem yapılsa bunun ‘akıl almaz bir hata' olduğunu peşinen ilan etmek küresel intifadaya mı yarar, egemenlerin hâkim kılmak istediği söyleme mi?
Bir de tabi şiddet tanımının sınırları nereden geçiyor? Bugün soykırımı savunan birini takım elbisesiyle ışıklı salonlarda kameralar karşısında konuşturmamak, buna engel olmak, bastırmak da bir şiddet değil mi? Plazanın kapısını zorlayıp içeri girmek şiddet de, camına yazı yazmak, boyamak şiddet değil mi? İşin ahlaki boyutunu tarihselleştirip İslami bakış ile de ilişkilendirirsek Ebu Basir ve Ebu Cendel Mekkelilerin kervanlarına gerilla saldırıları yapıp, proaktif bir şiddet uyguladığında Hz. Peygamber'in siz günaha giriyorsunuz dediğine dair bir rivayet biliyor muyuz?..
Evet tartışmak lazım.Mehmet Ali yazıda, usul esasa bağlıdır diyor. O zaman önce yazının usul ve üslubundan başlayayım. Maalesef hitap ettiği kişilere karşı üstenci bir dil kullanıyor. Kendi önermelerini hem normatif hem de toplumsal gerçeklik bağlamında hakikatın kendisi olarak + https://t.co/4FIEd8TGEH
— Alperen Gençosmanoğlu (@alperengncosman) June 6, 2024
Halka Dergi de 9 Haziran'da bu meseleyi FİBG mensubu olan Feyza ve Ecem'le konuştu.
Feyza, 7 Ekim'de başlayan süreçte bir an önce aksiyon almak gerektiğini düşündüklerini belirterek sürdürüyor sözlerini:
İlk başta Emek ve Adalet Platformu olarak 27 Ekim'den itibaren Hamas ve FHKC'nin çağrısına icabet ederek, kendi topraklarımızda emperyalizme karşı direnişin bir parçası olmak gayretiyle meydanlarda nöbet tutmaya başladık. Gençlik Komiteleri'yle ve eylemlere gelen başka arkadaşlarla beraber, anonim ve özerk bir yapıya dayanarak sürdürmeye başladık bu nöbetleri.
Amerika ve Almanya Konsoloslukları gibi emperyalist devletlerin konsoloslukları, Türkiye İhracatçılar Merkezi, Manta Denizcilik gibi yerlere gittik. FİBG'in çıkış eylemi, İsrail'in elektriğinin yüzde yedisini sağlayan Zorlu Enerji'yi protesto etmek için yaptığımız Zorlu AVM eylemiydi. Daha sonra MÜSİAD, TÜSİAD, İÇDAŞ, SOCAR gibi büyük sermaye gruplarını protesto ettiğimiz eylemlerimiz oldu.
İlk başta ticaret yalanlandı, sonrasında var ama sadece Filistin'e gidiyor dendi, akabinde ticaret ilk önce kısıtlandı sonra İsrail'le ticaret kesildi haberi geldi ki kesildiği konusuna dair de şüpheli yaklaşıyoruz. Bunun üzerine de çalışmaya devam ediyoruz çünkü üçüncü ülkeler üzerinden bir şekilde İsrail'e ticaretin devam ettiğine dair iddialar var elimizde,
İlk zamanlarda İHH'nın ya da diğer ekiplerin eylemlerine katılan insanlar vardı. Bir yerden sonra onun işe yaramadığını gördüler. Gazze'de soykırım devam ediyor ve yaptığımız şeyler hiçbir işe yaramıyor hissi aldı insanları. Hükümettekilerin söylemleri de bence insanları buraya doğru itmekte.
Ecem'e göre ise; "Bu eylemliliklerde vurgulanmayan, hatta görmezden gelinen bir şey gözümüze çarpıyordu. Sokakları dolduran bu kalabalık siyonizmi besleyen, siyonizmle işbirliğine devam eden sermayeye dair hiçbir şey söylemiyordu. Kendi aramızda tartıştığımızda vardığımız yer burasıydı; işgalciyi durdurmak istiyorsak onu besleyen her bir damarı kesmek, onu yalnızlaştırmak gerekiyordu… Dikkat çekilmek istenen durum, Türkiye-İsrail arasındaki ihracat hacminin son yıllarda inanılmaz derecede arttığıydı… Burada önemli olan antisiyonist, antiemperyalist, antikapitalist bir hatta mutabakat sağlayabilmek"ti…
Şiddet dışı direnişin en önemli ismi olan Gandi, "şiddet dışılığın hakların ve adaletin savunulmasında en asil ve etkin yöntem olduğuna inansa da, pasif bir tutum takınıp haklarından ya da haysiyetinden vazgeçilmesini savunmamıştır." 3
Dolayısıyla asıl olan zulme karşı koyarak hak ve adaleti savunmadır ama bu yapılırken de haksızlığa ve adaletsizliğe sapılmamalı, bir başka deyişle bu, şiddete başvurmaksızın, başkalarına zarar vermeden gerçekleştirilmelidir.
Zira bunu gözetmeyen bir şiddet sarmalı bir süre sonra tarafları çığırından çıkaracak ve sürdürülmek istenen mücadeleyi insani ölçütlerinin dışına çıkaracaktır ki bu da şiddet dışı mücadele vermek isteyenlerin arzusuna en mugayir durumdur.
Zira yapılmak istenen esas olarak zalimi değil, zulmü ortadan kaldırmaktır.
Bunun içinse zalim de buna ikna edilmeli ama bu süreçte de mücadele insani ölçekler içerisinde kalmalı, taraflar vahşice bir saldırganlığa düşmekten uzak tutulmalı, buna kışkırtılmamalıdır.
Gandi, gizli sabotaj veya intihar saldırıları gibi kör ve nihilistçe terör eylemlerine başvurulmak gibi vahşice eylemlere girişmek kadar, korkakça davranmaktan da sakındırır ve bu duruma düşmektense "dürüstçe zor kullanmayı tercih ettiğini söyler." 4
Yani zulüm altında olanlar, başka çareleri yoksa, tüm şartları zorlamış ve ihtimalleri denemişlerse, geri çekilmek ve pasifizme sığınmak yerine, haklarını ve adaleti her şeye rağmen savunmaktan geri durmamalıdır.
Sonuç olarak bu eylemlerle kamuoyunda belli bir bilinç ve tepki oluşturuldu.
Ne var ki sivil itaatsizlik eylemlerinde aslolan şiddetsizlik olmasına rağmen kimi zaman ölçüler kaçırılıyor ve bu da istenmedik sonuçlara yol açabiliyor.
Beri yandan şiddet ve şiddetsizlik kavramları da kimi yönlerden tartışmaya açık.
Doğru tutum sivil itaatsizliğin ruhuna sadık kalmak ve doğrudan eyleme odaklanmaktır.
Ancak kimi zaman polis ya da eylemci, eylemi yolundan çıkarabilecek aşırı davranışlarda bulunabilmekte; o zaman ise dikkatler dağılmakta ve eylem unutularak mevzu polisle eylemci arasındaki bir çatışmaya dönüşmekte.
Oysa her iki tarafın da sorumlu davranması, polisin sadece güvenliği sağlamakla yükümlü olduğu, eylemcinin de itaatsizliğini ifade etmekle sorumlu olduğu unutulmamalı.
Araçlarla amaçların karıştırılmaması ve karşı tarafın kışkırtılmasından kaçınılması, olayın terörize edilmesini de önleyecektir.
Kuşkusuz ki yapmak istediğimiz her şeyi yap(a)madığımız, söylemek istediğimiz her sözü konuş(a)madığımız bir sınır var ve bu sınırı koymak bizim, özgür ve sorumlu failler olarak bizim tercihimiz.
Bizi harekete geçiren nasıl ki iktidarların ya da hesapçı akılların çağrıları değil de kendi haysiyetimiz ve ahlakiliğimiz ise bizi sınırlayan da polisin şiddeti ve devletin cebrinden önce insaniyete ve hakkaniyete duyduğumuz iştiyaktır.
1. Thomas Merton, Gandi, Kaknüs Y. s. 59, 62
2. Bkz. Ümit Aktaş, Cihad ve Şiddet Dışı Direniş, Mana Y. s. 123.
3. Merton, age. s. 57.
4. Merton, age. s. 59.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish