Patrona Halil, birçok eserde tüm güzellikleri çiğnemiş aşağılık bir baldırı çıplak ve cühela taifesinin başı olarak resmedilir.
İbrahim Paşa ise sanatçı dostu, İstanbul',u güzelleştiren ve Osmanlı'yı savaştan uzak tutan devlet adamı olarak anlatılır.
Cumhuriyet tarihimizin ideolojik yaklaşımı genel olarak budur.
Patrona Halil ismini en azından yalnızca lise yıllarından hatırlayanlarımız hak vereceklerdir.
İsyan sonrası, kazan kaldıranlar padişaha bir liste verir.
Bu listede öldürülmesi istenen devlet adamları vardır.
İbrahim Paşa bunların başında gelir.
Kalabalık elde ettiği İbrahim Paşa'nın cesedini bir uçtan bir uca parçalarken kendilerine verilen cesedin sünnetsiz olması büyük tartışmalara neden olmuştur.
Kimileri sahte cesedin kendilerine verildiğini düşünse de kimileri bu durumun İbrahim Paşa'nın karakter ve gerçek kimliğine uygun olduğunu düşünmüştü.
Kasırların efendisi: Damat İbrahim Paşa
İbrahim Paşa'nın sadareti ile İstanbul'da adeta kasır ve mesire seferberliği başlatılır.
Ülkenin Batılı muarızları ile yaptığı Barış anlaşmalarıyla devlet ricali tamamen zevk ve sefahate odaklanmıştır.
Sadabad, Çeşmeinur ve Hürrembad bu kasırlardan sadece birkaç tanesidir.
Hem Padişah Ahmet hem de Damat İbrahim Paşa kasır dikme konusunda adeta birbiriyle yarışır.
Nihayet bu dönemin adeta çılgın projesi olarak kabul edilecek Kâğıthane Mesiresi seferberliği başlatılır.
Devlet adamları kendinden geçmişçesine eğlence seferberliği başlatmışlardı.
Üstelik eğlence yerleri için gariban İstanbul halkının vergi yükü artırılırken evleri hunharca yıkılarak devletin yüksek mertebesindeki isimlere köşk, kasır vb. yerlerin yapılması için peşkeş çekilmesi son derece rahatsız edici bir vaziyetti.
Osmanlı devlet adamları o güne kadar cami, medrese, imarethane gibi halkın hayrına işler yaparken şimdi halka rağmen şahsi zevkleri için giriştikleri bu uğraş İstanbul ahalisinin canına tak edecek noktalara ulaşmıştı.
Tüm bu sürecin mimarı Damat İbrahim Paşa'nın ta kendisiydi.
İbrahim Paşa, akıllı bir adamdı.
Tüm tepkilerin kendi üstüne yöneltilmesini engellemek için önemli çeşmeleri onarmış, yangınların önüne geçmek için Tulumbacılar (İtfaiye) ocağını modernize etmişse de kendisine karşı büyüyen nefretin önüne geçememişti.
Üçüncü Ahmed'in de vaziyetten uzak yönetimi İstanbulluyu son derece rahatsız ediyordu.
Padişahın oya ve dikiş örmek gibi hobileri de İstanbul halkını tiksindiren şeylerden birisiydi.
Bu kadar ciddi sorunlar varken koca padişahın bir kadın gibi oya örmesi düşüncesi ahalideki nefreti katmerleyen unsurlardan biriydi.
Hele ekonomik kriz derinleşmesine rağmen etrafa sarmaşık gibi sıçramış lale soğanları İstanbullular için bir nefret nesnesiydi.
Bu kadar yokluk için Hollanda, İran ve hatta Hindistan'dan çok pahalı lale soğanları getirilmesi akıl alacak iş değildi.
Döneme rengini veren çiçek: lale
Lale esasen yabani bir çiçekti ve Asya dağları anavatanıydı.
Kaynaklar ilk kez Kanuni Sultan Süleyman döneminde Ebusuud Efendi'nin bu çiçeği ehlileştirdiğini belirtir.
Osmanlı'nın elit kesimi kısa süre içerisinde laleye öylesine büyük anlamlar yükledi ki saray eşrafından birçok kimseler bu bitkiyi yetiştirmeyi bir statü alameti olarak belledi.
Lale ile beraber bir eğlence ve sefahat kültürü de ortaya çıktı. Ahmet Refik bu düşkünlüğü şöyle tasvir eder:
Baharın gündüzleri seyr-i bedâyi'le geçtiği gibi, geceleri de çırağan safalarıyla imrâr olunurdu. Çırağan eğlenceleri Topkapu Sarayı'nın bağçelerinde icrâ olunduğu zaman, bu şenliğe sarışın, aşüfte kızlar ve câriyeler de iştirâk ederlerdi. Gece mehtâbın simîn parıltıları boğazın mest ü râkid suları üzerine elmas-pâreler serpdiği zaman, sarayın lâle bağçesi de rengârenk nurlara gark olurdu. Bütün lâleler arasına muhtelif renklerde şekerler konur, araları kandiller ve şem'alarla donatılırdı. Sonra, âhenk, zevk ve sürûr içinde bütün câriyelerin kumral ve siyah saçlarını dökerek, billûrî ve câzib kahkahalarla lâleler arasında koşuştukları, şeker kapışmak için birbirleriyle rekâbet ettikleri görülürdü.
(Ahmet Refik - Lale Devri)
Refik Ahmet'in erotize ettiği satırlar şüphelidir.
Bir kesim, bu dönemi ısrarla fuhuşatla bir arada değerlendirme gayreti içerisindedir.
Buna rağmen yüksek eğlenme zevkini Nedim de Çereğan eğlencelerini aktarırken belirtir; ama cariyelerin öne çıktığı bir metin olduğu söylenemez:
Lâle bağçelerinde geceleri çerâğân şenlikleri tertîbolunurdu. Kaplumbağaların kabuklarına rengârenk ziyalar neşr eden meş'aleler yapıştırılarak lâlezâra salıverilir, lâleler arasına türlü türlü şekerler konur ve bunların da araları kandiller ve meş'alelerle donatılarak: zemîn-i lâlezârın nurdan tâvusdur güyâ hayâl-i rengîni vucûda getirilirdi. (boğazın mest ü râkid suları üzerine elmas-pâreler serpdiği zaman) kaplumbağaların öteye beriye hareketleriyle hâsıl olan manzara- 'i nur-u envârdan semânın kehkeşanları yere inmiş zannolunurdu.
… gece yarılarına kadar icrâ yı âhenk iden sâzende ve hânendelerin ve uzak yakın korulardaki bülbüllerin sesleri arasında câriyeler perîşân saçlarını dökerek billûrî ve câzip kahkahalarla lâleler ve ziyâlar içinde koşuşur, şeker kapışmak için birbiriyle müsâbakaya girişirlerdi.
(Ahmed Nedim,
Nedîm Divanı: Külliyat,
ed. Halil Nihad)
Cevdet Paşa da bu dönemin ahlaki yapısından şikâyetçi olanlar arasındadır.
Bu türden eğlencelerin halkın ve idarecileri fesada sürüklediğini savunur:
nev icâd âyîn ve oyunlara düşülüp tabâyı'-i nâsda dahî tenperverlik belâsına ve seyr ü sefâhat sefâsına isti'dâd olunduğundan herkes envâ'ı sefâhat ve melâhîye düzüldü ve askerin nizâmı şöyle dursun halk içinde mer'î olan âdâb ve usûl-ü kadîme ve zevc ile zevce beyninde olan revâbıt-ı tabi'îye bile bozuldu.
Lale yetiştirmenin statü alametine dönüştüğü günlerde İbrahim Paşa, İstanbul'u adeta bir masal şehrine çeviriyordu:
Nevşehirli Damad İbrahim Paşa, payitahttaki durağan yaşamı canlandırmak, şeriat baskılarını azaltmak, tüketimi dolayısıyla üretimi arttırmak, kenti güzelleştirmek, estetik değerleri öne çıkartmak için çok yönlü bir açılım başlatmıştı. Amacı İstanbulluları içinde yaşadıkları doğal güzelliklerle tanıştırmak, Boğaziçi'nde yaşamaya alıştırmaktı. 'Sa'dâbâd temaşagâhı' şenlikleri, 'çerağan safaları' ve "helva sohbeti geceleri" bu amaç için canlandırılan ve dönemin modası kılınan gelenekler oldu.
(Yaşamı Nuri Akbayar,
Necdet Sakaoğlu, Binbir Gün
Binbir Gece Osmanlı'dan
Günümüze İstanbul'da Eğlence)
O günleri belki de en güzel tanımlayan kişi ise şair Nedim idi:
Bir safa bahşedelim gel şu dil-i nâ-şâda
Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'a
İşte üç çifte kayık iskelede âmâde
Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'a
Gülelim oynayalım kâm alalım dünyâdan
Mâ'-i Tesnîm içelim Çeşme-i Nev-peydâdan
Görelim âb-ı hayât akdığın ejderhâdan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'a
Geh varub havz kenarında hırâmân olalım
Geh gelüb Kasr-ı Cinân seyrine hayran olalım
Gâh şarki okuyub gah gazel-hân olalım
Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'a
İzn alub Cum'a namazına deyû mâderden
Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşub iskeleye doğru nihân yollardan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'a
Bir sen ü bir ben ü bir mutrib-i pâkîze-edâ
İznin olursa eğer bir de Nedîm-i şeydâ
Gayrı yârânı bugünlük edib ey şuh feda
Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'a
Topkapı Sarayı, İbrahim Hanzâdeler Yalısı, Beşiktaş Yalısı, Ferahabad ve Kethüda Mehmed Paşa'nın yalısı ve Kaptan-ı derya Mustafa Paşa'nın Vefa Bahçesi gibi mekânlar eşsiz güzellikte laler ve türlü eğlencelerin merkezine dönüşmüştü.
Sanıldığı gibi bu eğlenceler her an yapılmıyordu. Baharın başlaması ile genellikle Nisan sonu gibi eğlenceler başlar ve bir ay gibi kısa bir sürede de biterdi.
Gündüzleri halkın da izleyebileceği temaşalar, geceleri Osmanlı elitlerine münhasırdı. Elbette ışık gösterileri ve patlayan havai fişekler İstanbul ahalisini de ziyadesiyle memnun ederdi.
Lale yetiştirme çılgınlığı İstanbul'da bu şekilde yaşanırken bu efsunlu bitkinin soğanı İstanbul'dan Avrupa'ya gittiğinde de benzer etkiyi yaratmıştı.
Hollanda'da bir lale soğanı ile malikâneler dahi alınıp satılırken Fransız devriminde halk yöneticilere olan öfkelerini dindirmek adına lale bahçelerini de talan ediyordu.
Sanılan aksine Patrona Halil İsyanı'ndan sonra lale yetiştiriciliği yasaklanmadığı gibi daha da geliştirilmişti.
Elbette bu çiçeğin uğruna eğlence ve temaşalar yapılmıyorsa da Türk halkının gönlünde gül'den sonra lale taht kurmuştu.
Sadabad eğlenceleri
Meselemize geri dönecek olursak halkın bir diğer nefret nesnesi Sadabad eğlenceleriydi.
Padişah bu eğlencelerden öyle zevk alıyordu ki İbrahim Paşa için şu dizeleri yazacaktı:
Kemerler seyrine azm eyledik ey asaf-ı dana
Hemişe zek u sevkın daim etsin Hazret-i Mevla
Bir an dur etmesin seni sad-ı vezaretten
Vücudun hıfz ide Bari bi-hakkın kabe-i ulya
Padişahın kendisi, İbrahim Paşa'nın hiç vezaretten düşmemesi için dua ediyordu; ama duası tepecekti.
Minyatürde Lenvi, şiirde Nedim gibi isimlerin iz bıraktığı bu devir sanatsal açıdan bereketlidir.
Öte yandan sosyal hayatı bozmuştur.
Bu mesirelere giden kadınların giydikleri kıyafetler öylesine rahatsızlık verici boyuta ulaşmış ki İstanbul ahalisinin tepkisini dindirmek için 1726 senesinde kıyafet kanunu çıkartılarak devlet olaya müdahale etmek zorunda kalacaktı.
Yine işret meclislerindeki zamparalıklar, oğlancılık gibi İstanbul ahalisinin asla onaylamayacağı hadiseler başını alıp gitmiş durumdaydı.
Bizzat İbrahim Paşa'nın bu eğlencelerde diğer devlet adamlarının eşlerine yönelik tacizleri artık her kahvehane ve hamamın vazgeçilmez konusuna dönüşmüştü.
Bazı kimseler "müneccim başlarının hesap hatası ya da garezi olanların oyunu" dese de çok güçlü ihtimalle zevk ve eğlence işretinden kaynaklı olarak Ramazan'ın gelişinin dahi unutulması bardağı taşıracaktı.
Zaten ramazan gelmeden haftalar öncesinde padişahın yapması gereken onlarca ritüelin yapılmamış olması kendi başına yeteri kadar büyük bir kabahattir.
Hilalin görüleceği son saate kadar işret meclisinden çıkmamak bir padişah için olabilecek en büyük ayıp ve zaaflardan birisidir.
Dönemin isimleri meseleyi Ayasofya imamının garezine bağlayarak geçiştirmesi ise kabahatlerini daha da büyütmekten başka bir şeye hizmet etmemektedir.
Bunların yanı sıra, İran'a bir türlü sefere çıkılmaması, Mısır hazinesinin akıbetine dair şayiaların artması gibi siyasi nedenlerde halkın öfkesini iyiden iyiye artıran unsurlardı.
Pasarofça gibi bir anlaşma ile Batı'da karizması çizilen Osmanlı için İran'ı baştan sona fethetme imkanı padişah ve damadın isteksiz tavırları yüzünden elden kaçmak üzereydi.
Afganların İran'a yönelik seferleri başarıya ulaşmış ve son darbeyi vurması beklenen Osmanlı ordusu Üsküdar'dan çıkmak bilmemişti.
Nihayet darbe gelir
Öfkeli kalabalık 28 Eylül 1730 sabahı Et Meydanına doğru ilerlerken esnafı kendilerine katılmaya davet ediyordu.
Padişaha hakareti kabul etmeyen kişilerin ise dükkânları yağmalanıyor ve Yeniçeriler tarafından şiddete maruz kalıyordu.
Bir süre deniz levendi olarak görev yapması nedeniyle kendisine "Patrona" lakabı verilen ve isyanın biranda liderlerinden birisine dönüşen Halil'in aklına korkunç bir fikir geldi.
Yeniçeri Ağası Hasan Paşa'ya İstanbul'daki tüm zindanları açtırmasını ve tüm tutukluları isyana katmasını söyledi.
Bu noktadan sonra isyanın seyri değişmiş ve İstanbul talanı başlamış oluyordu. Şehir günlerce sürecek bir yağmanın merkezi haline dönüştü.
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, isyanın ciddiyetini önemsemeyen bir tutum takınmış ve gerekli tedbirleri almakta gecikmişti.
Sultan Üçüncü Ahmed ise tüm kurmaylarını toplayarak nasıl bir yol izleneceğine dair tedbir almaya çalışıyordu.
Padişah, saray kapılarına sancak-ı şerifi astırmış; kendisine bağlı Yeniçeri ve halkı desteğe davet etmişti.
Oysa tüm Yeniçeriler çoktan isyancılar tarafında saf tutmuşlardı.
Asiler, Vezir İbrahim Paşa'yı, onun kethüdası Mehmet Ağa'yı, Kaptan-ı derya Paşayı, İbrahim Paşa'nın damadı Kaymakam Mustafa Paşa'yı, Şeyhülislam Abdullah Efendi'yi, Mehmed Emin'i, Kaplani-zade'yi ve rical-i devletten yaklaşık 30 kişiyi sağ bir şekilde Et Meydanına getirilmesini istiyorlardı.
Lakin kısa sürede isyancılar Padişah'ında devrilmesini isteyen naralar atmaya başlamışlardı.
Padişah tepkileri dindirmek için listede isimleri olan kişileri öldürerek teslim etti. Bu aslında Padişahın merhametinin sonucuydu; çünkü asiler onları sağ ele geçirmeye çalışıyordu.
İsyancılar "İbrahim Paşa'nın cesedi değildir. Bize verilen sünnetsizdir, o olamaz!" diye yeniden harekete geçti ve Paşa'nın na'şını köpeklere yedirdi.
Üstüne de padişah elçilerine "ba 'de'lyevm Sultan Ahmed'ün hilafetini tutmazuz Sultan Mahmud Han Hazretleri'ni isterüz" diyerek taht değişikliği taleplerini ilettiler.
Sultan bunun üzerine tahtını, Sultan I. Mahmud'a bıraktı.
Patrona Halil etrafına topladığı 15 bin civarında Arnavut ile adeta İstanbul'u ve haliyle Osmanlı'yı yönetmeye başlamıştı.
Bu durum kısa sürede Yeniçerilerin de tepkisini çekmişti:
Bizler Yeniçeri ocağının ihtiyarlarıyuz ve ocak dimek ihtiyar dimekdür ve neferat bizim kuzularımızdur ve kuzu anasından ayrılmaz ve sen ocağımıza muhalefet hareket eyledin ve ümmet-i Muhammedi rencide etmeye başladın ve padişah mansubuna karıştın ve dürlü dürlü hesaplar işledin ve bu senin ittüğün zorbalığa yedi ocağın rızası yokdur ve padişah-ı alem penah hazretlerinin rızası yokdur ve şer'i şerif dahi buna rızası olmaz…
(Diyarbakır Ziya Gökalp Yazma Eserler İhtisas Kütüphanesi,
1479/1 numarası ile mecmuanın 1b-7b varakları)
Patrona, Topkapı Sarayına girdiği sırada pusuya düşürülerek yaklaşık 20 adamıyla birlikte öldürüldü.
Tüm bu huzursuzluğun nedeni ise huzurdu aslında.
Damat İbrahim Paşa ve Sultan Ahmed üst üste yaşanan mağlubiyetlerden sonra tüm cephelerdeki savaşları sulh yoluyla durdurmuştu.
Oysa savaş birçok kimse için ganimet demekti ve bu sulh dönemindeki hayat tarzı birçok taassup sahibi kimselerin tepkisini çekmişti.
Bu isyan kesinlikle yalnızca bir Yeniçeri isyanı değildi. İstanbul ilk kez ulema-halk-asker tam ittifakı ile saraya darbe yapıyordu.
Bu yönüyle Patrona Halil, literatüre yepyeni bir darbe kavramı sokmuştu.
Darbe, ne ulufe için yapılmıştı ne de bir grup bürokratın ikbali içindi; bu yönüyle esasen son derece kontrolsüz bir darbeydi.
Zaten darbenin ileri gelenleri oduncu, fırıncı, kahveci gibi lakaplara sahip bürokrasiyle uzaktan yakından alakası olmayan kişilerdi.
İsyanın beyin takımı da Zülali Hasan Efendi ve Rumeli Kazaskeri Basmakçızade Abdullah Efendi gibi dini menşeili isimlerdi.
O zamana kadar din adamları darbelere meşruiyet verirken bu kez bizzat yönetmişlerdi; ama darbeyi yapan Arnavutların çok dindar olduklarını söylemek güçtür.
Çoğu denizci olan Arnavutlar; inatçı, öfkeli ve tutarsız kişilerdi. Darbeden sonra kanın gövdeyi götürmesinin en temel nedenlerinden birisi de budur denilebilir.
İbrahim Paşa'nın cesedinin sünnetsiz çıkması, Üçüncü Ahmed'in de tahtını kaybetmesine neden oldu.
Padişah olayı soruşturmuş; ama gerçeği öğrenememişti.
Cellatlar cesedin İbrahim Paşa'ya ait olduğunu söylemişse de gerçek hiçbir zaman ortaya çıkmayacaktı.
Darbeden kısa süre sonra halk ve ordu bu kez Darbecilerin zulmüne başkaldırmış, cuntanın tüm kilit isimlerini bir bir öldürüp denize atmıştı.
Tahta henüz oturan I. Mahmut ilk iş olarak Patrona Halil'i ortadan kaldırdı.
Topkapı Sarayına çağrılan Halil, 1730 yılında adamlarıyla beraber hunharca katledildi.
Böylece bir devir ve sıra dışı darbenin son izleri de silinmiş oldu.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish