Avrupa'da yükselen aşırı sağ dalga ve "merkez"in eylemsizliği

Dr. Ufuk S. Yüksel Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Anthony Gerace/The Economist

6-9 Haziran'da gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinin sonuçları, aşırı sağ siyasetin potansiyeli üzerine olan tartışmaları tekrar yoğunlaştırdı.

Seçim sonuçlarının açıklanmasından bu yana aşırı sağın yükselişinin nedenlerine ilişkin yazılar medyada geniş yer buldu.

Bugün açıkça anlaşılıyor ki bu sonuçlar; aşırı sağın yükselişinin yanında merkez partilerin büyük bir krizle karşı karşıya olduğunu ve bu partilerin aşırı sağın yükselişini durdurmaya yönelik etkili bir stratejiye sahip olmadığını gösteriyor. 

Seçim sonuçları bazı kesimler tarafından şaşkınlıkla karşılansa da aslında 6-9 Haziran'ın işareti çok önceden verilmişti.

Bununla birlikte bu seçimlerin Avrupa siyasetinde uyandırdığı şok dalgaları, Avrupa'daki siyasi aktörlerin sonuçlara hazırlıksız yakalandığını gösteriyor. 

2008 ekonomik kKrizi ve 2015 sığınmacı krizi sürecinde gerçekleştirilen ulusal ve Avrupa Parlamentosu düzeyindeki seçimlerin sonuçları, merkez partilere yönelik bir uyarı niteliğindeydi.

Ne var ki siyaset yapıcılar bu sonuçları dikkate almadılar ve aşırı sağın yükselişini krizden kaynaklanan geçici bir tepki olarak değerlendirdiler.

Bütün bu uyarılara karşın merkezde konumlanan siyasi öznelerin tutucu tavırlarını sürdürmeleri, seçmenlerin statüko karşıtı bir pozisyon benimseyen aşırı sağ partilere yönelmelerinde etkili oldu.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Yakın döneme kadar Batı Avrupa'da seçmen kitlesinin çoğunluğuna seslenen iki kutuplu bir siyasi yapı egemendi.

Bir kutupta merkez sağ (Hristiyan Demokrat, liberal-muhafazakâr) partiler yer alırken, diğer kutbu ise merkez sol (sosyalist, sosyal demokrat) partiler oluşturuyordu.

1990 sonrası dönemde bu iki kutbun siyasi programı arasındaki mesafe hızla kapandı. 

Bir noktada, Almanya örneğinde olduğu gibi Hristiyan Demokratlar (CDU) ile Sosyal Demokratlar (SPD) arasındaki farklılık ayırt edilemez oldu.

Bu partilerin kullandıkları siyasi dil ve sahiplendikleri semboller birbirinden farklılaşsa da siyasi pratikte aynı statükocu programa katı bir şekilde bağlılıklarını sürdürdüler.

2010'lu yıllarda CDU ile SPD arasında kurulan büyük koalisyonlar, bu ortak vizyon sayesinde biçimlendi. 

1990'lara doğru Batı Avrupa'daki sosyal demokrat ve sosyalist partiler sosyal devlet anlayışından geri adım atarak statüko karşıtı pozisyonlarını büyük oranda terk ettiler.

Bu dönemde, neoliberal paradigmayı olumlayan liberal demokrat partilerle sosyal demokrat partilerin ekonomik programları birbirine yaklaştı.

Merkez solun neoliberal paradigmayla uzlaşarak sistem karşıtı prensipleri siyasi programından çıkarmasından hayal kırıklığına uğrayan alt sınıflar üzerindeki hegemonyası aşamalı olarak zayıfladı.

Merkez sağ partilerin, tabanlarını koruma endişesiyle aşırı sağ kaynaklı bazı politikaları sahiplenmeleri kamuoyunun aşırı sağa yönelik algısının değişmesinde önemli rol oynadı.

Merkez sağın, özellikle sosyokültürel meselelere ilişkin aşırı sağın pozisyonuna yaklaşması iki blokun tabanları arasındaki geçişkenliği artırdı. 

Fransa'da Nicolas Sarkozy'nin 2007 yılında cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması bu strateji sayesinde oldu.

Ancak bu strateji, merkez sağ blokun kısa vadede geçici başarılar elde etmesini sağlasa da uzun vadede aşırı sağ söylemin kamuoyu nezdinde normalleşmesine yol açarak aşırı sağ partileri güçlendirdi. 

1980'li yıllarda akademik çalışmalarda ve medyadaki yayınlarda "neo-faşist" kategorisine dahil edilen siyasi partiler, aşamalı olarak önce "radikal sağ/aşırı sağ" partiler grubunda, 2000 sonrası dönemde ise sıklıkla "popülist sağ/popülist radikal sağ" sınıfında değerlendirilmeye başlandılar. 

Siyasi bir stratejinin parçası olarak aşırı sağ partiler bu etiketlerden özellikle kaçınıyorlar ve kendilerini "ulusalcı-popülist" olarak tanımlıyorlardı.

Dolayısıyla geleneksel medya organlarının ve yayıncıların bu eğilimi destekler biçimde bu partileri adlandırırken "popülist" tanımını öne çıkarmaları, aşırı sağın geleneksel faşizmle ideolojik boyuttaki süreklilik ilişkisinin unutulmasını kolaylaştırdı. 
 


Yasal yaptırımlarla karşılaşmamak için bu partiler, faşizmin ideolojik sembollerini açıkça sahiplenmekten kaçınmalarına karşın bu ideolojinin özünü oluşturan "ırklar arasında hiyerarşik bir ilişkinin bulunduğu" prensibini hiçbir zaman terk etmediler.

Neo-faşizmden popülist sağa geçiş süreci, büyük oranda üslup değişikliğiyle ve bu partilerin siyasi stratejilerinin dinamikleriyle sınırlı kaldı. 

İkinci Dünya Savaşı'nın uyandırdığı travmalar ve savaş döneminde yerel aşırı sağ hareketlerin birçok Avrupa ülkesinde faşist rejimlerle iş birliğine gitmeleri nedeniyle gözden düşmeleri, savaştan sonraki on yıllarda aşırı sağ partilerin etki alanını sınırladı.

Savaşın anılarının silikleşmeye başlaması ve savaşa tanık olmayan yeni kuşakların siyasi ağırlığının artmasıyla aşırı sağa yönelik olumsuz algı aşamalı olarak değişmeye başladı.

Bu dönüşümle eş zamanlı olarak aşırı sağın en üst hükümet organları düzeyinde temsil edilmeye başlanması, Avrupa kamuoyunun aşırı sağı neo-faşizmle özdeşleştiren algısının zayıflaması sonucunu doğurdu. 

İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, gençliğinde Mussolini rejiminin uzantıları tarafından kurulan İtalyan Sosyal Hareketi'nin (MSI) gençlik kanadının üyesiydi.

Mussolini'nin partisi Ulusal Faşist Parti geleneğinin mirasçısı olarak değerlendirilen bu parti, İtalyan aşırı sağı üzerinde hegemonik bir etkiye sahipti.

1990'lı yıllardan itibaren İtalya siyasetinin istikrarsızlaşan yapısı, İtalyan Sosyal Hareketi'nin uzantısı olan siyasi partilerin hükümet ortağı olmasına imkân tanıdı. 

Fransa'da aşırı sağın 1972'den bu yana öncü partisi olan Ulusal Cephe (FN) ise 1960'lı yıllarda sıklıkla sokak çatışmalarına dahil olan Yeni Düzen gibi aşırılıkçı gruplara mensup neo-faşist unsurlar tarafından bir çatı partisi olarak kuruldu.

Partinin kurucu nüveleri arasında iş birlikçi Vichy hükümetinin uzantıları, Cezayir'in bağımsızlığına karşı çıkan militarist unsurlar ve cumhuriyet karşıtları bulunuyordu. 

FN'in kuruluşundaki temel motivasyon kaynağı, legal siyasi mücadele aracılığıyla Fransa'daki neo-faşist çevrelerin değerler sistemine aşamalı olarak "meşruiyet" kazandırmaktı.

Haziran 2018'de partinin ismi, parti lideri Marine Le Pen'in önerisiyle Ulusal Birlik (Rassemblement national) olarak değiştirildi. 

Marine Le Pen, isim değişikliğinin partinin ideolojik boyutta geçirdiği dönüşümü simgelediğini belirtti.

Bununla birlikte partinin yeni ismiyle Vichy Fransası döneminde etkin olan Nazi iş birlikçisi Ulusal Halk Birliği (Rassemblement national populaire) arasındaki benzerlik dikkat çekici. 
 


Avrupa'nın siyasi yapısı, aşırı sağ partilerin doğrudan faşizmin sembollerini sahiplenmelerine izin vermiyor.

Bununla birlikte son dönemlerde Avrupa'daki aşırı sağ partiler, ülkelerinin geçmişiyle barışması gerektiği fikrini öne çıkararak faşizmle özdeşleşmiş bazı tarihsel figürlere ve kahramanlık mitlerine vurgu yapmaya başladılar. 

Polonya, Macaristan, İtalya ve Avusturya'da İkinci Dünya Savaşı döneminin Nazi iş birlikçisi siyasi hareketlerini anma amacıyla organize edilen etkinlikler, Avrupa'daki neo-faşist grupları bir araya getiren uluslararası platformlara dönüştüler.

Avrupa'da aşırı sağın yükselişini ileri kapitalizmin içinde bulunduğu bunalımdan bağımsız değerlendirmek mümkün görünmüyor.

Kapitalizmin yapısal problemlerinin eleştirisinden kaçınan aşırı sağ; ileri kapitalist ekonomilerin içinde bulunduğu krizin nedenlerinden çok azalan fırsatların paylaşımı meselesiyle ilgileniyor.

Tutucu kültürel tezlerini, ekonomik gerekçeler üzerinden rasyonelleştirmeye çalışıyor.

Ancak bunu yaparken, Avrupa'nın ileri kapitalist ekonomilerinin istikrarının büyük bir iş gücü ordusuna ve Asya pazarından ithal edilen ürünlere bağlı olduğunu göz ardı ediyor. 

Almanya'da 1990'ların başlarında Türk mahallelerinin kundaklanmasını sempatiyle karşılayan Üçüncü Reich ruhunu yeniden uyandırmayı hedefleyen neo-Nazi çevreler; Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızlı bir şekilde toparlanmasında Türk işçilerin önemli bir rol oynadığını dikkate almıyor.

Avrupa'nın bozulan demografik dengeleri, Avrupa'nın ileri kapitalist ekonomilerinin Asya'nın yükselen ekonomik güçleriyle rekabetini zorlaştırdı.

İş gücü açığını kapatmak isteyen küresel şirketlerin, hükümetler üzerindeki nüfuzlarını kullanarak düzensiz göçü teşvik etmeleri göçmen krizini derinleştirdi. 

Avrupa'nın süper güçlerinin, ulusal ekonomik çıkarları doğrultusunda Afrika ve Ortadoğu devletlerini istikrarsızlaştıran ve bu bölgelerdeki çatışmaları şiddetlendiren adımlar atmaları, Avrupa'ya yönelik göç hareketliliğini artıran başlıca etmenlerden oldu.

Çağdaş aşırı sağ siyaset; Avrupa'da yaşanan ekonomik bunalımla artan göçmen nüfusu arasında ilişki kuran bir söylemi öne çıkararak egemen politikalara tepkili kesimlerden önemli düzeyde destek aldı.

Almanya ve Fransa'daki aşırı sağ partilerin genellikle muhalefette olmalarının avantajını kullanarak birbiriyle çelişen politikaları sahiplenebilmeleri, farklı toplumsal tabakalardan oy alarak kitlesel tabanlarını genişletmelerine zemin hazırladı.

Bununla birlikte aşırı sağın 2008 Ekonomi Krizi sonrasında pragmatik kaygılara göre biçimlenen söylemleri, kendi içinde belirli çelişkiler barındırıyor.

Hükümetin sosyal yardımları artırması ve vergileri düşürmesi beklenirken, bu iki talebin birbiriyle çeliştiği göz önünde bulundurulmuyor. 

Aşırı sağ partiler, merkez partilerin çevreleme politikası nedeniyle Almanya ve Fransa'da henüz hükümet ortağı olmayı başaramasalar da yasama düzeyindeki temsil güçlerini kullanarak "merkez" üzerindeki baskıyı artırdılar.

Bu devletlerde merkez partilerin aşırı sağla ittifak kurmama prensibini ne kadar süre devam ettireceği belirsizliğini koruyor. 

Bununla birlikte birçok Avrupa devletinde aşırı sağ partilerin koalisyon ortağı haline gelmeleri; aşırı sağ partilerin kurumsallaşarak sivil toplum alanında ve bürokraside nüfuzlarını artırmalarına zemin hazırlıyor.

Kendi aralarında dayanışma eğilimi gösteren aşırı sağ partiler; bilişim teknolojilerinin gelişiminin ortaya çıkardığı yeni fırsatlar ve Avrupa Birliği sınırları içinde serbest dolaşımın sağladığı lojistik olanaklar sayesinde etki alanlarını genişletiyorlar. 

Yakın dönemde, Fransız Ordusu kaynaklı mektup krizi ve Alman Ordusu içerisinde darbeci eğilimlere sahip unsurların tespit edilmesi, ordunun aşırı sağla ilişkisini tekrar gündeme getirdi.

RN ve AfD'nin seçim başarıları ve sağ otoriter söylemlerin aşamalı olarak normalleştirilmesi; ordu ve kolluk kuvvetleri içinde teşkilatlanan aşırı sağcı kliklere cesaret veriyor.

Yakın dönemde Avrupa hükümetlerinin neo-faşist örgütlerle sistematik bir mücadele yoluna gitmediği ve bu örgütlerin provokatif eylemlerine tolerans gösterildiği yönündeki eleştiriler arttı.

Avrupa'daki bazı merkez sağ partiler, tabanlarının aşırı sağa yönelimini engelleme düşüncesiyle yakın döneme kadar tabu olarak görülen aşırı sağ blokun savunduğu bazı politikaları açıkça sahiplenmeye başladılar.

Aşırı sağın, faşist rejimlerin savaş suçlarını göreceleştirmeye yönelik revizyonist tarih yazımı merkez sağ eğilimli bazı siyasetçiler tarafından desteklendi.

İdeolojik açıdan merkezi temsil eden siyasi partilerdeki bu eksen kayması, aşırı sağın politikalarının kamuoyu nezdinde aşamalı olarak normalleştirilmesi sonucunu doğurdu.

Buna karşılık aşırı sağın yükselişini durdurmaya yönelik tutarlı bir strateji geliştiremeyen Avrupa merkez solu; kurucu prensiplerinden uzaklaşarak siyasi gündemini mikro siyasetin parçası olarak değerlendirilebilecek liberal taleplerle ve tekil problemler temelinde yürüttüğü reformist politikalarla sınırladı. 

Avrupa merkez solu, alt sınıfların ekonomik ve kültürel boyuttaki taleplerini göz ardı ederek tabandan gelen statüko karşıtı taleplere kayıtsız kaldı.

Bu durum, neoliberal politikaların yıkıcı sonuçlarıyla karşı karşıya kalan toplumsal tabakaların merkez soldan uzaklaşması ve aşırı sağın manipülatif söylemlerinin etkisi altında kalması sonucunu doğurdu. 

Soğuk Savaş sonrasındaki süreçte sendikaların ve sistem karşıtı sivil toplum kuruluşlarının etki alanının sınırlanması, merkez solun organik tabanını oluşturan işçi sınıfıyla bağını zayıflattı.

Buna karşılık solun sistem karşıtı unsurları, SPD ve PS gibi Avrupa'nın büyük merkez sol partilerini tabandan dönüştürmeyi başaramadılar. 

2017 ve 2022 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinde "aşırı sağ tehdidi" öne çıkarılmasa Emmanuel Macron'un seçimleri kazanması mümkün olmazdı.

Kendisini "Avrupa'nın liberal değerlerinin ve demokrasinin koruyucusu" olarak tanımlayan Macron, göreve geldikten sonra otoriter bir yönetim sergiledi.

Neoliberal politikalara tepki olarak gelişen Sarı Yelekliler hareketini bastırmaya yönelik sert bir tavır sergilerken, yeni hükümetteki anahtar mevkilere aşırı sağın pozisyonuna yakın siyasetçileri atadı.

Sonuç olarak Macron'un onay oranı yüzde 30 seviyelerinin altına gerilerken, kamuoyunun merkez partilere duyduğu güvenin ciddi biçimde zedelenmesi Fransa'da aşırı sağ siyasete alan açtı. 

Avrupa Parlamentosu içindeki güç dengeleri; Hristiyan demokrat ve muhafazakâr partileri temsil eden Avrupa Halk Partisi'nin (EPP) 2010'lu yıllar boyunca Fidesz gibi otoriter sağ partilere karşı korumacı yaklaşması sonucunu doğurdu.

Macaristan'daki siyasi rejimin otoriterleşmesini önlemeye yönelik Avrupa Birliği'nin kurumları tarafından önleyici politikaların geliştirilmemesi, iktidar adayı olan aşırı sağ partiler için emsal teşkil etti.

Avrupa'daki hükümetlerin ırkçılıkla ve aşırı sağın temsil ettiği değerler sistemiyle mücadelesi büyük oranda biçimsel kaldı.

Avrupa'nın ileri kapitalist devletleri, bugüne dek kolonyal geçmişleriyle hesaplaşmayı başaramadılar.

Sahra Altı Afrika'da yaşanan çatışmalara ve Gazze'deki etnik soykırıma seyirci kalınırken kültürel boyuttaki göstermelik jestler (internet dizilerinde kültürel ve etnik çeşitliliği desteklemek vb.) ne Avrupa toplumları ne de azınlık unsurları tarafından inandırıcı bulunmadı. 

Avrupa'daki büyük merkez partilerin tabanla organik ilişkisi kopmuş taşlaşmış bürokratik yapılara dönüşmeleri, bu partilerin geleneksel tabanlarını statüko karşıtı alternatiflere yöneltiyor.

Merkezde konumlanan siyaset yapıcıların aşırı sağın yükselişine karşı gösterdikleri tepkisizlik ve şaşkınlık; aşırı sağın yükselişine zemin hazırlayan statükocu politikaları yakın dönemde terk etmeye niyetli olmadıklarına ve tabandan gelen değişim talebine karşı kayıtsızlıklarını korumaya devam ettiklerine işaret ediyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU