İkinci Dünya Savaşı sonrasında iki farklı "güç"le karşılaştık.
Birincisi ABD'nin Japonya karşısında kullandığı atom bombası, ikincisi ise sömürge ülkelerin emperyalizm karşısında verdiği bağımsızlık mücadeleleriydi.
Nükleer silah, ilk ve karşılığı olmayan bir silah olarak ve umarım son kez kullanıldı.
Kullanılamadı çünkü öncelikle insanlık ve doğa için oldukça yıkıcı sonuçlarıyla karşılaşıldı ve ayrıca bir süre sonra rakipsiz bir silah olarak kullanılma üstünlüğünü de kaybetti.
Zira artık birçok ülke bu silaha sahip ama bu süreçte onlarca savaş yapılmasına karşın kimse artık bu silahı kullanma cesareti gösteremedi.
Yani salt güçlü bir silaha sahip olunması onun kullanılmasını mümkün kılmamakta.
Psikolojik ve ahlaki etkenler de buna engel olabilmekte.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Sömürge ülkelerce sürdürülen bağımsızlık savaşları ise tam tersine olumlu bir insani gelişmeydi.
Emperyalist ülkelerin silah ve asker üstünlüklerine karşı ahlaki ve psikolojik üstünlüğe sahip sömürge halkları çoğu yerde güç açısından daha zayıf olmalarına karşı bu savaşımlardan galip çıkmasını bildiler ve sözgelimi ABD, İngiltere, Fransa ya da Rusya, bu halklara karşı nükleer silah kullanamadılar.
Zira asıl güç bu tür silahlara sahip olmanın ötesinde, ahlaki ve psikolojik bir meşruiyete sahip olunmasındadır.
Nitekim bu meşruiyete sahip olan sözgelimi Hindistan, Kamboçya, Vietnam, Küba, Güney Afrika, Cezayir, Afganistan… gibi ülkeler sömürgeciler karşısında verdikleri uzun bir kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesinin kazanan tarafı oldular.
Öyle ki çoğu yerde bizzat bu sömürgeci ülkelerin halkları dahi sömürge halklarının yanında yer aldı ve kendi ülkelerini bu haksız, adaletsiz ve her iki taraf için de yıkıcı olan savaştan vazgeçirdiler.
Mesela 1954 yılında, Bertrand Russell gibi bir düşünür ve Albert Einstein gibi bir bilim insanının öncüsü olduğu, savaşlara ve özellikle de hidrojen bombası yapımına karşı bir kampanya dünya çapında bir destek buldu.
Bu bağlamda 1964 yılında da nükleer silahların yasaklanması için küresel bir kampanya başlatıldı.
1967 yılında ise ABD'nin Vietnam'da sürdürdüğü savaşa karşı girişilen bir mücadelede, özellikle üniversite gençliğinin desteğiyle savaşın sona erdirilmesi sağlandı.
Ve hatta bu savaşta işlenen suçlara karşı sivil bir Savaş Suçları Mahkemesi (Vicdan Mahkemesi) kuruldu, Türkiye'den de Mehmet Ali Aybar'ın katıldığı mahkemenin başkanlığını ise J. Paul Sartre yaptı.
Ama ne var ki sömürgecilik, verilen onca mücadeleye karşı tam anlamıyla sonuçlandırılamadı ve hâlâ da sürmekte.
Bu mücadelelerin en ilginci, Hindistan halkının İngilizler karşısında verdiği bir asır süren mücadelenin, son olarak Mahatma Gandi ve Abdulgaffar Han önderliğinde, üstelik silahsız bir stratejiye dayanan bir yolla Hint halkı tarafından kazanılmasıydı.
Her iki önder de nükleer silahlara ve genel olarak da silahlanmaya karşı olsalar da, bu bağımsızlık mücadelesi sonunda Hindistan ve Pakistan olarak bölünen bu ülke halkları iki kez birbiriyle savaştılar ama sahip oldukları atom bombasını kullan(a)madılar.
Çünkü hakkaniyete sahip olmayan bir güç, sahibine asla kullanılma meşruiyetini ve cesaretini vermemektedir.
Dahası, gerek Pakistan, gerek Türkiye ve hatta İran, dünyanın en güçlü ordularına sahip olsalar da (son yayınlanan sıralamada Türkiye 8., Pakistan 9. sırada bulunmakta), bu güç tekil bir nicelik olarak kalmakta, bunu bir niteliğe dönüştürecek sair ölçeklerde (insani gelişmişlik, haklar ve özgürlükler, bilim ve edebiyat, kültür ve sanat, gelir dağılımı adaleti, yargı özgürlüğü, ahlak ve siyaset, güçler ayrılığı…) ise dünya ortalamasının çok altında bulunmaktalar.
Dolayısıyla da ulusal varlıkların salt silahlanmaya yatırıldığı bu eşitsiz gelişme, ne halkları nezdinde ne de çevrelerinde onlara bir saygınlık kazandırdığı gibi, halkları da çeşitli gerekçelerle mültecileşerek Batılı ülkelere iltica etme yolunu seçmekte; bu gibi ülkelerin en yoksulları kadar en parlak zekâları da Batı'ya gitmeyi bir kurtuluş olarak görmekteler.
Oysa İslam'a ve genel olarak dinlere göre savaş, zorunlu olmadıkça başvurulmaması gereken bir araç olduğu gibi, bu savaşlarda temel ahlaki ilkelere mugayir yollara da başvurulamaz.
Zorunluluk hali ise zulmün önlenmesi ve gasp edilen hakların kazanılma çabasıdır.
Yani temel anlamıyla meşru savaş, bir haksızlığın bertarafı veya kendisini savunma gibi gerekçelere dayanır.
Tıpkı bunun gibi silahlanma stratejileri de benzeri gerekçelere dayanır.
Oysa gerek ulus devletlerin yapısı gerekse bu yapıyı koruma amaçlı askeri güçler ve ordular, ortada bir savaş ve tehdit olmasa da bizatihi bir silahlanma (ve savaş) gerekçesi olarak ulusal gelirlerin büyük bir kısmının toplumun asli ihtiyaçları aleyhine israfına yol açmaktadır.
Bu duruma maruz kalan insanlığa düşen ise sonuçta tabiatın ve insanlığın yıkımını getirecek silahlara bırakın sahip olmayı, bu gibi silahlara ve silahlanmaya karşı durmak olmalıdır.
Bu hassasiyet özellikle de nükleer teknolojinin kullanıldığı kirli ve yıkıcı silahlar içindir; yoksa nükleer teknolojinin olumlu amaçlarla kullanılması elbette ki mümkündür.
Oysa Pakistan ve İran gibi ülkelerin nükleer silaha sahip olmak için ödedikleri bedeller, korumaya çalıştıkları o üstünlük tezini daha en başından alaşağı etmekte ve kendilerini güçlendirmek şöyle dursun, daha bir zayıflatmaktadır.
Üstelik sırf bu silaha sahip olunduğu için saldırıya uğramama garantisi olmadığı gibi, uluslararası sistem tarafından uygulanan blokaj tarafından, nükleer saldırıya uğramaktan daha kötü sonuçlara duçar kalmaktadırlar.
Kaldı ki bu silahlar insanlığın temel ihtiyacı olmadığı gibi bu tip bir yarışın kısır döngüsüne gömülmek, özellikle de İslam ülkelerinin asıl gücünü teşkil edecek olan ahlak ve adalet duygularından ve ilkelerinden de yoksunlaşılması ve güç zehirlenmesine uğranılması gibi daha vahim sonuçlara yol açmakta.
Oysa sair ülkelerin İslam dünyasına baktıklarında asıl hayranlık duymaları gereken yönler bunlar olmamalıdır.
Şayet önce gücümüzü ikmal edelim daha sonra bunlara bakarız denilirse, açıkçası ve maalesef, bu zihniyetle olumlu bir yere gelinmediği ve süreç içerisinde araçların bir amaç haline geldiği de ortada.
İşin garibi, güç zehirlenmesine uğramış, iktidarların kirli bakışlarına araçsallaşmış ve temel ihtiyacımızın ahlaki ve insani değerler değil de silah üstünlüğü olduğuna dair bir yanılgıya kapılmış bazı ilim erbabı da son zamanlarda "tek çaremizin atom bombasına sahip olmak" olduğu gibi akla ve ahlaka mugayir tezler öne sürmekteler.
Bu tezlerin Habil'in değil de Kabil'in izleğini devam ettirdiğinin farkına varamayan bu zevat, Habillerin kendi meşru mücadelesi içerisinde silaha başvurmaksızın ölse de izleğinin devam ettiğinin de farkına varmazlıktan gelmekteler.
Demem o ki bir ilkenin, dahası insanlığın sürmesi için illa ki o ilkeyi savunanların hayatta kalmalarına da gerek yoktur; zira önemli olan o ilkenin, onurun ve insaniyetin ayakta kalabilmesidir. Ama gücü elde etmek için ilkenizi, hakkaniyeti, adaleti ve meşruiyeti çiğniyorsanız sizin ayakta kalmanızın ne gibi bir önemi kalır ki?
Nitekim sömürgeciliğin aparatı bir güç olarak Filistin'e yerleştirilen İsrail de atom bombasına sahip olduğu ve Filistin halkının direncini kıramadığı halde bu silahı kullanamamakta.
Ne yazık ki henüz sömürgeciliğin etkilerini alt edememiş olan İslam dünyası ise İsrail'in saldırganlığı karşısında, bu saldırganlığa Batı dünyasındaki savaş ve sömürgecilik karşıtları kadar bile bir tepki gösterememekte.
Ve hatta aşamadıkları o aşağılık kompleksleri nedeniyle, bırakın Filistin halkını desteklemeyi, İsrail'in yanında yer tutmaktalar.
Üstelik onlar, gerek silah gerekse insan niceliği açısından İsrail'den kat kat üstün olsalar da, İsrail kadar cesarete ve azme sahip değiller.
Silahlanmaya ödedikleri milyarlarca dolar ise sömürgeciye ödenen bir diyet olmaktan öteye gitmemekte.
Allamelerimiz ve kalemşörlerimiz ise bu tip biçimsel üstünlüklerin pek de işe yaramadığını ve İsrail'e karşı devasa İslam dünyasının değil de küçücük Gazze'nin yiğitçe direndiğini gördükleri halde (ki bunun daha yakın zamanlarda Cezayir, Afganistan, Güney Afrika, Vietnam… gibi örneklerini de görmüştük), ve sanki Batı dünyasını üstünleştiren salt sahip oldukları silahlarmış gibi savaş, silahlanma ve atom bombası gibi insanlık dışı araçlara karşı durmak yerine, her koşulda ve kayıtsız şartsız bir biçimde bu gibi kirli arzulara destek olmayı ve bu konudaki abes çabalarında iktidarlarına boyun eğmeyi bir marifet bilmekteler.
Oysa ilim ve hikmet ehline düşen bu tip harcıâlem ve insanlığa mugayir ezberleri tekrarlamak yerine, insanlığın içerisine düştüğü darboğazları aşacak ve kurtuluşunu sağlayacak yolları bulmak, tüm insanlığa bir umut ışığı olmaktır.
Filistinlilerin İsrail karşısında verdikleri asimetrik mücadele ise her şeye rağmen sürmekte.
Ve her şeye rağmen İsrail nükleer silah kullanmaya cesaret edememekte.
Kaldı ki Filistinliler bile başlangıçta bir süre başvurdukları intihar bombası eylemlerinden, ahlaka ve insanlığa mugayir olduğu için daha sonra vazgeçmek zorunda kaldı.
Bu eylemler her ne kadar bazı terör grupları tarafından sürdürülmekteyse de, bunların eylemlerinin İslamiliğe, insaniliğe veya ahlakiliğe değil, kendi örgütsel stratejilerine ya da bilemediğimiz karanlık ilişkilerine dayandığı da ortada.
Kısacası insanlığı tarih ve Tanrı karşısında aklayacak olan kirli ve meşruiyetten uzak başarılar değil, hakkaniyete ve ahlakiliğe uyarlı davranışlar ve mücadelelerdir.
Hiçbirimiz Spartaküs'ün, Hüseyin'in, Şeyh Şamil'in, Gandi'nin, Abdülgaffar Han'ın, Nelson Mandela'nın, Malcolm X'in karşısında mücadele ettiği liderin veya komutanın ismini hatırlamıyoruz ama onlar hakkaniyet arayışına dayanan mücadelelerinde öldürülmüş dahi olsalar tarihte izi ve ismi kalan onlar, karşısında durdukları zalimler değil.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish