İçine doğduğumuz çağı Sanayi Devrimi’nin başlarındaki 19'uncu yüzyıl dünyasına benzetiyorum.
Teknolojik tepetaklak oluşların akabinde zuhur eden bireysel ve toplumsal arayışların kıskacındayız. Çevremizde çok fazla şey, fazla süratli biçimde değişiyor.
Cep telefonları, internet, tabletler, TV platformları, sosyal medya ve diğer genişleyen kitlesel iletişim imkânları insanı bir taraftan huzura kavuştururken, diğer bir taraftan da boğulmanın eşiğine getiriyor ve yalnızlaştırıyor.
Nitekim dünyada son 10-15 yılda mütemadiyen artış eğilimi gösteren psikolojik-psikanalitik vakalar ve buna bağlı olarak yaygınlaşan ilaç tüketimi aslında tecrübe edilen devrimin yarattığı toplu endişeyi çok açıkça teşhir etmektedir.
Geçmişte Sanayi Devrimi de bu tip sosyal-bireysel kaygı dalgaları yaratmış, söz konusu dalgalar da nihayetinde siyasal patlama yansımalarını beraberinde getirmişti.
19'uncu yüzyılda her anlamda makineleşen üretim evvela kentleşmeyi tetikledi. Taşralı yığınlar büyüyen ve gelişen şehirlere akın ettiler. Ardından kentli bir sermaye sınıfı ile kentli bir proletarya (işçi sınıfı) doğdu.
16 ve 17'inci yüzyıllardan itibaren filizlenen kapitalizm başlangıçta derebeylerin ve çoğunlukla liman kentlerinde varlık belirten ticaret ehlinin tekelindeydi. Ne var ki ekonominin ve dahi üretimin makineleşmesiyle birlikte kapitalizm ulusların temel üretim ilişkilerini çerçevelemeye ve düzenlemeye başladı.
Mevzubahis modelin kısa bir süreliğine kendi içinde tutmayı başardığı ve beslediği çelişkiler peyderpey somut dışavurumlar aracılığıyla koruma zırhlarını deldi ve taştı.
Bu bağlamda 19'uncu yüzyıl aslında hem kapitalist hem de proleter sınıflar için “yeni” ve “alışılmadık” şartları simgeliyordu.
Kapitalist, kârın ve dolayısıyla büyük paranın (biriken sermayenin) tadına varmış, zenginliğini günbegün artırmanın verdiği haz ve hırsın peşindeyken, proleter ise terk ettiği taşra ortamının ardından tanıştığı “günah” merkezlerinde bir yandan hayatta kalmayı başarmaya çalışırken diğer bir yandan da kendini uyuşturucuya, fuhşa, içkiye ve kumara veriyordu.
Savaşlar, siyasal türbülanslar ve zamanla berraklaşmaya başlayan sosyal kamplaşmalar ise meselenin diğer boyutlarını teşkil ediyordu.
19'uncu yüzyılda bütün bu hengâmenin içinde “ortalama insan” aslında kaybolmuş ve perişan bir insandı. Bahsini ettiğim perişanlık fizikî olmasının ötesinde manevî ve ruhî idi.
İlginçtir, bu bağlamda 19'uncu yüzyıl aynı zamanda intihar oranlarının kayda değer ölçülerde tırmanışa geçtiği bir dönemi de işaret eder.
Günümüzde tıp bu kadar ilerlemiş olmasaydı ve yukarıda serdettiğim bazı tedavi yöntemleri, ilaçlar keşfedilmemiş olsaydı, muhtemelen bugün de intihar oranları mevcut istatistikleri katlayarak geçecekti.
Radikal ve baş döndürücü dönüşümlerin ortasında bir başına kalan “ortalama insan” kademeli olarak bir çıkış yolu aramaya başladı.
Kristalleşen eşitsizliğe mukabil okur-yazar oranının artması, yazılı basının çiçek açması ve nihayet uluslaşma süreçlerinin de ele alınmasıyla birlikte “arayışta ortaklaşmak” fikri de ilgi görür oldu.
19'uncu yüzyılın başlarından 20'inci yüzyılın son demlerine değin insanlık tarihine damgasına vuran çoğu modern ideoloji de işte bu tarihsel koşullarda filizlendi.
Sosyalizm, anarşizm, anarko-sendikalizm, sosyal demokrasi, milliyetçilik ve elbette liberalizm gibi düşünce akımları belirtilen zaman diliminde oluştu, örgütlendi.
Bu noktada benim en çok dikkatimi çeken ve entelektüel merakımı kaşıyan akım ise şüphesiz ki politik nihilizm olmuştur.
Anarşist teori ve pratik ile bir süre yan yana giden nihilizm, 20'inci yüzyılın başlarında müstakil bir hüviyete kavuştu ve kendi ajandasıyla harekete geçti.
Etimolojisi itibariyle (“nihil” - hiç) “hiççilik” anlamına gelen bu sözcük ne kadar ilginçtir ki aslında ahlâkî-politik anlamda içinde geliştiği şartların resmedilen genel karmaşasından doğan nihilizme muhalefet olarak doğmuştur.
Bu anlamda nihilizmin kendi içinde bir nevî paradokstan da bahsetmek mümkündür...
“Nihilizm” nedir, “nihilist” kimdir?
Muhtelif edebî eserler ile özellikle de Rusya’nın kasvetli hâlet-i ruhiyesiyle harmanlanıp yoğrulan politik nihilizm bence Sanayi Devrimi’yle yürüyüşe geçen keskin sosyal metamorfozlar silsilesine verilen tepkinin zirve noktası ve son durağıydı.
Bu yönüyle politik nihilizm, “ortalama” addedilen insanın kendisini çevreleyen boşluğa (nihilizme) karşı haykırdığı çığlık, “modern” dünyanın yüzüne attığı tırmık şeklinde telakki edilebilir.
Bitmek tükenmek bilmeyen mülahaza ve münakaşaların, yavan demagojilerin, akim kalan mücadelelerin ve sonu gelmez diyalektiğin tedavüle sokulduğu bir atmosferde nihilist, zamanla çareyi başkaldırmakta ve topyekûn varlığı sorgulamaya sevk edilen insan tipolojisini ete kemiğe büründürdü.
“Nihilist” kavramı ilk olarak Rus romancı İvan Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar” adlı eseriyle popülerleşti. Söz konusu eserde kaleme alınan bir kesit, “Politik nihilist kimdir?” sorusu ekseninde çok yakıcı bir cevap vermektedir:
Nihilist, hiçbir otorite karşısında boyun eğmeyen, hiçbir prensibi – ne kadar övgüye mazhar olmuşsa olsun – bir nas kabul etmeyen insandır.
Yıkmak, yıkmak ve yine yıkmak. Arındırmak, ıslah etmek yahut değiştirmek değil – yıkmak. Nihilistin nihaî amacı işte buydu. Dinî otorite, ulus ve aile fikirleri, ahlâkî değerler, adetler, gelenekler, üretim ilişkileri ve dahi bütün kültür şubeleri yıkılmalı ve paramparça edilmeliydi.
Nihilistler bir düzeni bir başkasıyla ikame etmek için gelmiyorlardı. Başka bir ifadeyle “İçinde yaşadığımız düzeni daha iyi bir düzenle değiştirelim” yaklaşımı yoktu.
Gerçekten de en ünlü Rus nihilistlerden biri olan Sergey Neçayev (1847-1882) yayınladığı “Devrimcinin El Kitabı” başlıklı manifestosunda bir nihilist devrimcinin bilip tanıyabileceği tek bilimin “yıkım bilimi” olduğunu, bu anlamda siyaset biliminin “sonraki nesillerin meşgalesi” olması gerektiğini yazmıştır.
Anarşistlerden farklı olarak nihilistler bütün dünya görüşlerini eşit derece horluyor ve inkâr ediyorlardı. Dahası, anarşizm “efendisiz bir toplum” şablonuna ulaşmayı yeğlerken, nihilizm en temel sayılabilecek insanî duygu ve düşüncelerinin uzantılarını dahi (aşk, birlikte yaşama vb.) yok saymış, dışlamıştır.
Bir dönem Max Stirner’in “mutlak egoizm” tutumunda yankı ve ifade bulan saf (ve bir anlamda politik) nihilizm, Friedrich Nietzsche tarafından ise çoğunlukla kötümserlikle bağdaştırılmıştır.
Doğrusu Nietzsche, nihilizmin hayatın gerçeklerini reddetmek yerine onları mağlup etmenin ve hatta aşmanın yollarını aramasının elzem olduğunu vurgulamıştır.
Fyodor Dostoyevski, Franz Kafka ve Louis-Ferdinand Céline gibi edebiyatçılar da hem nihilizmi eleştirmiş hem de onun yükseliş sebeplerini irdelemeye çalışmışlardır.
Kabaca özetlemek gerekirse hepsinin vardığı sonuç özellikle Batı’da insanın çevresine nispetle yabancılaşması ve varoluşsal bir krize düşmesidir.
Yazarlara göre çevresine yabancılaşan insan topyekûn varlığı sorgulamakta ve söz konusu sorgu süreci güçlü bir “şuur sıçramasını” beslemektedir. Böylelikle yürüttüğü teferruatlı sorguyla birlikte hiçlikle tanışan insan, çareyi isyan etmekte ve başkaldırmakta görmektedir.
Düşünür Albert Camus, bu tip nihilizmin kaçınılmaz olarak kısırlığa mahkûm edileceğini paylaşmıştır. Hayatın anlamdan boşaldığında dahi hayatın kendisinin bâki kaldığını yazan Camus, nihilizmin hiçliği kutsallaştırmasının temelinde elle tutulur tek somut gerçekliğin hiçlik olduğunun yanılsaması olduğu görüşündeydi.
Ne var ki farklı düşünürlerin, edebiyatçıların ve dahi sosyal sarsılışların farklı parçalarını birleştirdiğimizde nihilizmin temelinde Batı’da “Tanrı” inancının sarsılması olduğu görülecektir.
Nietzsche’nin “Tanrı’nın ölümü” tartışması ve dahi Dostoyevski’nin “Tanrı yoksa her şey mubahtır” (“Tüm kötülükler serbest olur” anlamında kullanılır) formülü o çağın Batı toplumlarına dair hem bir tespit hem de bir endişe kaynağını simgeliyordu.
Nitekim Camus, 1955 yılında verdiği bir röportajda vaktiyle Dostoyevski’nin Ecinniler’de portresini çizdiği nihilizmin aslında o yıllarda “en cömert ideolojileri bile kuşattığını” ve bu tavrın “bize sandığımızdan çok daha yakın olan insanlar tarafından içselleştirildiğini” söyleyecekti.
Doğrusu, tasvir edilen bu “sorgulama” belli ölçülerde 19'uncu yüzyılın sonlarına doğru ve 20'inci yüzyılın en azından ortalarına kadar bir gerçeklik ihtiva etmiştir.
Başlangıçta da altını çizdiğim üzere, Batı’da tecrübe edilen Sanayi Devrimi bir bütün olarak insanları yeni bir dünyayla tanıştırmıştır.
İnşa edilen bu yeni dünyada ise dinî kurumlar (burada Kilise, ruhban sınıfı vb.) çağa ayak uyduramamanın ötesinde uyguladıkları pratiklerin ışığında çok ciddi anlamda sorgulanmaya başlanmıştır.
Okuma-yazarlık oranının artması, yazılı basının, radyonun, sinemanın ve diğer bilumum haberleşme ağlarının da yardımıyla insanlarda Kilise’nin – dolayısıyla da “Tanrı” fikrinin dünya üzerinde ve toplumların içinde yaşanan acıların doğrudan müsebbibi olduğu kanısı oluştu.
Başka bir ifadeyle bu durum Batı’da insanın Tanrı’yı terk etmesine yol açtı.
Totaliter ideolojilerden liberal demokrasiye nihilizmin izleri
Dini hanedanlıklar, aristokratlar, kapitalistler ve rahipler tarafından belli bir düzeni sürdürmek ve pekiştirmek için kullanılan bir “araç” şeklinde algılayan Batı insanının bir kısmı kendisine asırlardır vaat edilen Cennet’i yeryüzünde gerçekleştirmek için kolları sıvamaya başladı.
Ne var ki bu nihaî gayeler demeti – doğrudan yahut dolaylı olarak – bünyesine nihilizmin ılımlı yahut radikal izlerini de bulaştırdı. Zira özgün bir politik düşünce ve eylem kalıbı olarak nihilizm, aynı zamanda sancılı bir çağın baskın bir hâlet-i ruhiyesini temsil ediyordu.
Hâl böyle olunca, yukarıda vurguladığım “yıkmak, ne pahasına olursa olsun yıkmak” fikri ve tutumu çağdan, gidişattan – özetle genel “dekadans”tan (çözülüm, yozlaşma, çöküş) dem vuran ne kadar “yeni” ideoloji ve akım varsa hepsine sirayet etti.
Dahası, nihilizm söz konusu hareketlerin bir nüvesini teşkil etmiştir bile diyebiliriz.
Bu anlamda nihilizmi yalnızca Rusya’daki “Narodnaya Volya” (Halkın İradesi) örgütünde değil, aynı zamanda bir dönem Avrupa şehirlerinde her köşe başına dinamit yahut bomba yerleştiren anarşistlerde, Filippo Tommaso Marinetti’nin önderliğinde “Kütüphaneleri ve müzeleri yıkalım” şiarıyla ilân edilen Fütürist Manifesto’da, sürrealistlerde, Vladimir Lenin ve Jozef Stalin’in iktidar yıllarında ateşe verilen kiliselerde ve tesis edilen Gulag’larda, “Alman halkı hayatta kalacak iradeyi gösteremiyorsa o hâlde yok olmalıdır” diyen Adolf Hitler’de ve daha sonraları Mao Zedong’un “Proleter Kültür Devrimi”nde ve Pol-Pot’un açık hava zindanlarında saptamak mümkündür.
Totaliter atılımlar nihilizmin “yıkım” boyutunu alırken, 1945 yılı sonrasında yerleşen ve 1991 yılını müteakip zafer sarhoşluğuna kapılan liberal-demokratik (Batı-tipi demokratik) düzen ise bir anlamda nihilizmin “hiçlik-boşluk” boyutunu sahiplenmiştir (bu anlamda 19'uncu yüzyılda politik nihilizmi paradoksal olarak kendi bağrından çıkaran “ambiyant” nihilizmi kurumsallaştırmıştır). Biri şiddetliyken, diğeri yumuşak olmuştur.
Bu anlamda liberal-demokrasi “her değer birbirine denktir, eşittir” pozisyonuyla bir “Carpe Diem” (Günü Yaşa) nihilizmi meydana getirmiş, kökleştirmiştir.
Söz konusu ayrım düşünür Leo-Strauss tarafından da benzer yaklaşımlarla açıklanmıştır.
Ancak her ne kadar ikinci tip nihilizme karşı en kallavi eleştiriyi yine Leo-Strauss yapmışsa da, Strauss’ın teklifinde bulunan “Batı-tipi liberal nihilizmi ancak doğal hukuka dönerek yenebiliriz” çözümü nihayetinde tıpkı bir dönem Marinetti’nin önerdiği gibi örneğin Kabil’de, Bağdat’ta, Halep’te ve Sana’da kütüphane ve müzelerin yağmalanmasına ve yakılmasına, Lenin-Stalin dönemlerinde olduğu gibi ibadethanelerin (burada camilerin) bombalanmasına – Kilise ve Sinagoglara saldırılmasına, Gulag’ların Guantanamo ve Ebu Gureyb gibi örneklerle ikame edilmesine, velhâsıl 19'uncu yüzyıl politik nihilistlerinin yeni çehre ve bireysel-kolektif şekillerde (El Kaide, Anders Breivik, DAEŞ, Brenton Tarrant vb.) yeniden küllerinden doğmasına vesile olmuş ve hâlihazırda olmaya devam etmektedir.
“Tanrı”dan kopan nihilizmden “Tanrı'yı kullanan” nihilizme
Yerleşik değerlere tiksintiyle bakan ve onlardan iğrenmek suretiyle çareyi yıkmakta gören 19'uncu yüzyıl nihilizmi bugün dünya geneline yayılmış olan bir davranış eğilimini ifade ediyor.
19'uncu yüzyılda evvela “Tanrı”ya ve dinî kurum ve değerlere karşı yöneltilen bir isyan bayrağının taşıyıcısı olan nihilistler, bugün ise küresel ölçekte “Tanrı adına” ve dinî kurum ve değerler için aynı bayrağı açmış vaziyettedirler.
Liberal-demokratik (veya Batı-tipi demokratik) sistem ise günlük zevk-tüketim teşviki dışında hiçbir işlev görmemekte ve bu anlamda nihilizmle mücadeleyi yürütememektedir. Nitekim Strauss’un da haklı olarak parmakla gösterdiği liberalizmin kendi içindeki nihilist tohumların etkileşimi böylesi bir mücadeleyi en başından imkânsız kılmaktadır.
Bugün insanlık, farklı görüşlerden nihilistlerle karşı karşıyadır.
19'uncu yüzyılda “Tanrı” fikrine karşı örgütlenen çatışma zemini açıktı. Bugün ise “Tanrı” adına ilâhî öğretilere karşı savaş vermek suretiyle “Tanrı” başlığı bizzat bu uğurda mücadele verdiğini söyleyenler tarafından boşaltılıyor.
Yalnızca insanlık-dışı fiillerle değil, aynı zamanda yalnızca ritüellere odaklı olarak götürülen Yahudi-Hristiyanî-İslâmî yahut Budist vb. pratikler birer “değerler pınarı” şeklinde tarif edilebilecek olan dinî değerleri de alabildiğine tahrip etmekte, yıkmaya ve parçalamaya yeltenmektedir. Başka bir deyişle görüntü yüceltilirken, tavır unutuluyor (veya unutturuluyor).
Tıpkı 19'uncu yüzyılda olduğu gibi, 21'inci yüzyılda insan çevresine yabancılaşmakta, teknolojik terakkilerin aptallaştırıcı hızıyla boşa düşmekte ve hiçliğin-hiççiliğin yani nihilizmin tuzağına çekilmektedir.
Kimisi depresyon ilaçlarıyla ayakta durmaya gayret ederken, kimisi de çareyi kendini patlatmak, masum canlara kastetmek yahut sadece intihara yönelmekte buluyor. Oysa bu örneklerde bir “feda”, “direnç” veya “adanmışlık” emaresi yoktur. Ya “teslimiyet” ya da “zalimleşme” vardır.
Yerleşik düzenlerin anlamsızlığı ve kimi zamanda zalimliği bilerek yahut bilmeyerek içi boş, çılgın girişimlerle anlamlandırılmaya çalışıyor.
Kişi, yaşadıklarının ışığında Fransız sosyolog Gustave Le Bon’un da belirttiği gibi “Ya uyum sağlamak ya da başkaldırmak” dışında üçüncü bir çözüm bulamıyor. Kişi uyum sağlarsa ya umurunda olmuyor (Carpe Diem!) ya da mutsuzluğa batıyor ve çareyi ilaçlarda yahut oto-eliminasyonda buluyor.
Başkaldırdığında ise çoğunlukla ürpertici derecede gaddar yollara başvuruyor ve kendi insanlığını terk ediyor ya da insanlığa kötülükten, yıkımdan ve tahribattan başka hiçbir şey vaat etmeyen politik nihilistlerin peşinden gidiyor.
Peki, bir çıkış yolu mevcut mudur?
Nihilizme panzehir olarak Âşûrâ’nın özgürlük mesajı
Makaleyi karamsar bir tonda bitirmemek ve Muharrem ayının, yaklaşan Âşûrâ gününün de ilhamından feyz alarak, bugün bütün insanlığı esir eden nihilist kapana karşı yine bütün insanlığa hitap eden Hüseynî duruşla cevap vermenin isabetli olacağı kanaatindeyim. “Hüseynî duruş” aslında asırlar içinde biz Müslümanların ve dahi insanlığın unuttuğu (veya bize unutturulan) en insanî, (Müslümanlar için) en İslâmî, en adil, en izzetli ve en haysiyetli duruşlardan biridir.
Hilâfet saltanatla eşitlenmeye çalışılırken, Hz. Muhammed’in sünnetleri bir bir tahrip edilirken ve dahi İslâm’ın içi boşaltılmaya gayret edilirken Hz. Hüseyin dönemin bu amansız nihilist dalgaları karşısında dikilmiştir.
Her şeye rağmen Âşûrâ gününde Hz. Hüseyin yıkıcılığın ve zulmün çirkin yüzündeki nefret dolu bakışa aynı nefretle, aynı zulümle ve en önemlisi aynı yıkıcılıkla mukabele etmemiştir.
Hz. Hüseyin bir taraftan Yezid’e biat etmeyerek nihilist dekadansa uyum sağlamayı reddederken, diğer taraftan da başkaldırısını gayrı-insanî bir tavırla değil – bilâkis insanlığın insanlık değerlerini yücelterek gerçekleştirmiştir.
Dahası, Hz. Hüseyin’in direnişi “Ben” için değil “Öteki” ve “Ben’ler” içindi ve bu anlamda tam olarak “Ben’ci” nihilizme hasımdı.
Son çağrılarında dahi Hz. Hüseyin şöyle demiştir:
Dininiz yok ve kıyametten de korkmuyorsanız, bari dünyanızda özgür insanlar olun.
Hz. Hüseyin’in çağları aşan bu “özgürlük” davetnamesi aslında bugün de 21'inci yüzyıl nihilist temayüllerine karşı sarsılmaz bir cevap mahiyetindedir. Bu anlamda karanlıklara bulanan çağlara aynı zifirî karanlıklarla mukabele edilemeyeceğinin en somut ve en büyük örneklerinden biridir Hz. Hüseyin. Tarihte bizzat nihilizmden beslenen dekadansa karşı mücadele yeni nihilizmlerle yapılamaz. Bugün dünyada ve dahi Türkiye’de ise yapılmak istenen maalesef ki yine budur.
21'inci yüzyılda – tıpkı 19'uncu yüzyıl gibi – yeni fikir akımları ve yeni pratikler doğum sancıları çekiyor. Modernite, yenilenen bir moderniteye gebe. Bu çağın ideologlarının, mütefekkirlerinin ve dahi pratisyenlerinin bugün üstlendikleri sorumluluk, tarihin determinist bir düğümle mi yoksa özgür bir seyirle mi yürüyeceğini tayin edecek olması bakımından fevkalade mühimdir.
Her çeşit nihilizmin panzehri yeni ve yıkıcı nihilist döngülerde değil, Hz. Hüseyin’in Kerbela’da işaret ettiği soylu özgürlüğün kollarındadır.
Dün ve bugün “Ben”ci (bencil, egoist, ben-merkezi) çıkmazların motivasyonuyla nihilist dekadansa karşı kendi özgürlüklerini inşa etmek için yıkıcı nihilizmin kucağına atlayanların ötesinde, çağlar-üstü nihilizmi ancak özgürlüğü diğerkâm güdülerle isteyenler bitirebilecektir.
Bu anlamda çağların kuşatıcı nihilizmlerine karşı her çağın Hüseyin’lere ihtiyacı vardır ve olacaktır.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish