Hilafet, Kuran'daki kullanımıyla insanı beşerilikten insaniliğe taşıyan "fıtrat"a (ontoloji) ait bir haslettir. Bu nitelik, insanı temelde ahlaki bir fail kılar.
Siyasala atıf ise buradan hareketle bir türetmedir ve Kuran'a değil de, tarihe ve kültüre dayanır. Kuran'da bahsedilen hilafet, insanın "emanet"i, yani bilmeyi ve sorumluluğu üstlenmesi, emin bir şahsiyet olması anlamına gelir.
Bu, aynı zamanda kâinatın, "yaratılış"ın (halk olunma) insanda öznel bir bilince kavuşmasına, insanın özgür ve sorumlu olmasına da işaret eder.
Yaratılış sürecinin doğallığı, kültürel ve tarihsel süreçlerde de yinelenir ve yenilenir. Dolayısıyla süreç içerisinde de ahlak, sadece ilk yaratılışla kalmayan, toplumsal devinimlerin yol açtığı yenilenmelerle, kendisini farklı şiralara, patikalara açar ve bu duruma özgüleşir.
Sözgelimi ateş kültürünün, tarım kültürünün, sanayi kültürünün ya da İbrahimiliğin, Museviliğin, İseviliğin, Muhammediliğin, Brahmanlığın, Budizmin ve hatta putperestliğin insanı gibi.
Davud (as)'a halifeliğinin hatırlatıldığı Sad Suresinde (21-26. ayetler), Davud'un yanına gelen iki kardeşten biri, kendisinin bir, kardeşinin doksan dokuz koyunu olduğundan bahisle, kardeşinin, kendisine ait olan bir koyunu da sürüsüne katma isteğinin baskısıyla karşı karşıya olduğunu ve bu konudaki akilane çözümün ne olabileceğini sormaktadır.
Davud (as), bunun haksızlık olduğunu söylerken, kıssadan hisse, içerisinde bulunduğu kendi durumuna kayar bakışları.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Egemenlik mücadelesi içerisinde hırsının kendisini sürüklediği noktayı göremezken, bundan soyut (başkasına dair) bir mesele hakkındaki düşüncesinin hakkı ortaya koyuş biçimi, aslında kendisi için de bir hükmün tecellisidir.
Bu kavrayışın kendisi için de bir ders ve hüküm olduğunu hissedince, Rabbinden af dileyerek doğruluğa yönelir.
Orada Davut'a hatırlatılan emin ve adil bir şahsiyet olmasıdır. Yoksa tarihsel süreç içerisinde kavramlaştırıldığı anlamdaki siyasal bir kavram, egemenlik anlamındaki hilafet değil, yaratılışa/fıtrata ait bir eminlik ve sorumluluk olarak hilafettir.
Egemenliğin mutlaklaştırılma arzusuna ve bunun hakka mugayirliğine dair bu uyarı, Davud'a, hangi koşulda olursa olsun haktan ve adaletten sapmamasına işaret eder.
Zira o, bir egemen olmaktan önce, temelde bir halife, yani adaleti ve eminliği üstlenmesi gereken bir insandır. Bu ise fıtri (ontolojik/temel) bir koşuldur.
Oysa hükümranlık ve hatta peygamberlik bunun yanında tali koşullardır. Yani bir kişi peygamber veya hükümran olmakla yükümlü olmayabilir ama yeryüzünde halife (emaneti üstlenen) olmaya (Neml, 62; Ahzab, 72) dayanan ahlaki bir fail olma koşulu, olmazsa olmazdır.
Peygamber veya hükümran olması, kişiye bu temel koşulları çiğneme veya istisnailik hakkı vermez. Tam aksine bu durum onu daha da pürdikkat (muttaki) kılmalıdır.
Davud'u hak çizgisinden uzaklaştıran ise anlaşıldığı kadarıyla hükümranlığını mutlaklaştırma çabası ve buna itiraz eden kimi kesimleri baskı altına almasıdır.
Bu ise onu, farklılıkları dikkate almak yerine onları da kendisine, kendi fikrine tâbi kılmaya çalışarak ister istemez haksızlığa yöneltmektedir.
Oysa yeryüzünde hiçbir toplum, velev ki bu iyi niyete de mebni olsa, mutlak anlamıyla tek biçimli bir hale getirilemez ve her konuda egemene tâbiliğe icbar edilemez.
Dolayısıyla da herkesin aynı fikre inanması veya tâbi kılınması arzusu, hakka mugayir bir arzudur. İnsanların, başkalarına haksızlık yapmamak koşuluyla farklı fikirlere, farklı siyasal amaçlara ve yaşama biçimlerine yönelme hakları vardır.
Bir insanın Allah'tan vahiy alması (peygamberlik) ya da bir topluma hükümran (sultan, önder) olması bile ona, toplumu bütünüyle kendi inancına ve buyruklarına tâbi kılma hakkını vermez.
Farklılıklara saygı duyması, azı gözetmesi, yani iyi niyetli gerekçelerle de olsa başkasına ait o bir koyunu da doksan dokuz koyunun içerisine katmaya çalışmaması; farklılığı aynılaştırmak, çokluğu birliğe indirgemek, hükümranlığını mutlaklaştırmak gibi bir ihtirasa kapılmaması gerekir.
Adalet çizgisinden sapma ise kişiyi aklını nesnel (adil) bir biçimde kullanmaktan uzaklaştırır. Nesnelliğini yitiren kişi olmayacak arzulara kapılarak, bu arzuları hak olarak telakki etmeye başlar.
İçerisinde bulunduğu gerçekliğin farkına varması ise bu gerçekliğin dışındaki bir misalle, çarpıcı bir uyarıyla ortaya çıkar.
Ancak, Sad Suresi'nin bu kısacık pasajında Davud'a yöneltilen bu apaçık uyarı, dahası eleştiri, İsraili rivayetler veya Davud'un peygamberliği gibi etkenlerle, okuyanları/muhatapları ayetin asıl vurgusunu anlamaktan uzaklaştırır ve hatta olmayacak hikmetler aranarak tam tersi anlamlar bile çıkarılabilir.
Bu kıssanın dikkat çekmek istediği asıl amaç ise tam da içerisine düştüğümüz bir körleşmenin anlamayı engellemesiyle, dolayısıyla da kıssadan hisse çıkarıl(ama)masıyla ilgilidir.
Benzeri bir anlama sorunu hemen akabindeki ayetlerde, Süleyman (as) için de söz konusudur.
Kuran'da bahsi geçen kral nebilerden bir diğeri olan Süleyman da iktidarla imtihan olur ve adeta egemenliğinin mutlaklığına dair bir zan içerisine girer; tabir caizse müstağnileşir.
Dolayısıyla da bir iktidar sarhoşluğuna kapılır. Kapıldığı bu aldatıcı hissiyatıyla imtihan ol(un)ur ve hatta bir ara iktidarını kaybeder ama buradan gereken dersleri çıkararak egemenliğini tekrar kazanır.
Bunun üzerine duyduğu nedametini 35. ayette şöyle ifade eder:
Ey Rabbim! Beni bağışla. Bana bir fırsat ver ki benden sonrakilere de örneklik teşkil edecek bir uygulamayı ortaya koyabileyim. Şüphesiz sen çok lütfedicisin!
Ama buradan çıkarılan/anlaşılan da çoğu kez tam da aksi bir anlam, yani Süleyman'ın kendisinden sonra kimsenin sahip olamayacağı benzersiz bir hükümranlık talebi olur.
Oysa bu imtihan sonrası talep edilen, yaşanılanlardan sonra duyulan derin bir pişmanlıkla temenni edilen, ulaşılamayacak, artık hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlıktan ziyade, kapılınan o iktidar tutkusundan sıyrılmış ve yaşanılan deneyimden çıkarılan dersle kendisinden sonrakilere de örneklik teşkil edecek adil bir egemenliktir.
Evet, benzersizlik ama ihtişamı açısından değil, hakka, adalete, eminliğe ve tevazuya dair bir benzersizlik.
Sonuç olarak iktidar zorlu bir imtihandır ve bununla imtihan olan her iki kral-nebi de yaptıkları hatalar nedeniyle eleştirilmiş ve bunun sonucunda kendilerini düzeltmeye çalışmışlardır.
Eleştiri konusu olan ise iktidarı mutlaklaştırmaya, çoğulculuktan uzaklaşmaya, müstağnileşmeye ve kendisini mutlak bir egemen olarak görmeye dair o temel iktidar zaafıdır ki bunun sonu adalete riayetsizlik kadar iktidarın da kaybıdır.
En temel sorun ise bir insan (halife) oluşun, emanete riayetin kaybıdır zira insanı öne çıkaran işgal ettiği makamlar ya da sahip olduğu şeyler değil, temel insani sorumluluklara riayetidir.
Dolayısıyla Davut'la ilgili uyarıda zikredilen halifelik, egemenlik değil, insana emanet edilen işte bu temel sorumluluktur.
Süleyman'ın kusuru ise iktidar kibri nedeniyle hiçbir gücün, iktidarının tıkır tıkır işleyişinin önüne geçemeyeceğine dair zannıdır.
İnsanı/egemenleri bu noktaya getiren ise çoğu kez istişare/şûradan uzaklaşarak tek başına kararlar alma ya da diğerlerinin kararlarını dikkate almama ve dolayısıyla da birlikte düşünme ve davranma pratiklerinden uzaklaşmadır.
Peygamberlikleri sürecinde toplumlarının sultanı (egemeni, hükümranı) olan Davud ve Süleyman'ın bu süreçte iktidar tutkusundan ve bunun yol açtığı hatalardan uzak kalamamaları, iktidarın ve egemenliğin güçlüğüne ve ayartıcılığına dair de birer uyarıdır.
Tabii ki hükümranlık/iktidar sadece devlet liderliğiyle sınırlı değildir. Hepimiz de farklı ölçeklerde de olsa çeşitli hükümranlıklarla imtihan oluruz ve yine pek çok hatalar yapar, bizi haktan uzaklara sürükleyen eğilimlerin içerisine girebiliriz.
Asıl dikkat çekilmek istenen ise işte bu hataların farkına varılabilmesi ve onlardan rücu edilmesidir.
Hatalarımızın farkına varabilmek içinse farklı bakışlara, anlayışlara ve eleştirilere açık olmak; yani işleri istişare ve şûraya riayetle yürütmek gerekir.
Bunun içinse gereken kendileriyle fikir alışverişi içerisinde olunan sıradan danışmanlar ve arkadaşların varlığından öte, her türlü gerçekliği yüzümüze açıkça söyleyebilen, cesur, işinin ehli ve emin şahsiyetlerin ve dostların varlığıdır.
Zira ancak bu uyarılar, eleştiriler ve hatta yeri geldiğinde karşı tutumlar bizi yanılgılardan ve sonuçta hesaba çekileceğimiz körleşmelere düşmekten kurtarabilir.
Gerçek anlamdaki bilgelik ve hikmet de bu olsa gerek.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish