1970'li yılların ikinci yarısında, 1977-78'li yılları ve sonrasında faşist saldırılar yoğunlaştıkça antifaşist direniş buna koşut olarak gelişti, yaygınlaştı.
Aynı tarihsel süreçte sol hareketler de çeşitli siyasal biçimler altında organize olmaya başladı.
Faşizmin saldırılarına karşı aktif mücadele ihtiyacı, siyasi mücadelenin merkezine direnişi koymuştu.
Buna uygun davranmayan sol Hareketlerin daralması ve giderek halktan kopması kaçınılmazdı.
Nitekim gelişme de bu yönlü oldu.
Direnenler halk nezdinde itibar kazandı, büyüdü, direnişi bir tür "provokasyon" olarak niteleyenler, "önce evrim" diyen edilgen direniş karşıtları marjinalleşti.
Bugünden bakıldığında 70'lerin sol hareketleri, gizli kapaklı iş bitiren, kendi küçük dünyasında yaşayan, "anarşi ve terör"den başka bir şey bilmeyen gruplar olarak algılanmaktadır.
Gerçek hiç de öyle değildi!
Faşizmin saldırılarından doğrudan etkilenen halkın uyanık kesimleri de dâhil, herkes birbirini tanıyor, hatta ne yaptığına dair her şeyi biliyordu.
Sol hareketleri, halkın faşizme karşı mücadeleye şu veya bu biçimde katıldığı, halkın nezdinde açık ve meşru örgütlenmelerden oluşuyordu.
Nihayetinde sol gücünü halktan alıyor, halka yönelik faşist saldırılara karşı direnişi sonucu yoğun destek buluyordu.
Elbette kaba bir yaklaşımla solun tüm gruplarını tek bir potada değerlendiremeyiz.
Ama hepsinin devrim ve sosyalizm idealinin olduğu da bir gerçekti.
Mücadele politik arenada anti-faşizm ekseninde gelişiyor, geliştirenlerin ruhsal-zihinsel dünyasını, özelliklerini, kişiliklerini, hatta örgütsel şekillenmelerini önemli oranda etkiliyordu.
Halk ise bu siyasi oluşumların anti-faşist mücadeleye aktif katılım düzeyine ve tutarlılığına göre desteğini esirgemiyordu.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Sol hareketler aynı zamanda çok parçalıydı.
Bunda Sovyet Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Halk Cumhuriyeti gibi sol, sosyalist ülkelerin bölünmüşlüğünün ve her birinin ayrı ayrı uluslararası sosyalist hareketini kendilerinin temsil ettiği iddialarının önemli bir rolü vardı.
Elbette bu bölünmüşlüğe katılmayan, uluslararası ölçekte kendi özgün çizgisine dayanan Küba, Vietnam, Kuzey Kore gibi ülkeler de var olduğu gibi, bu bağlamda Türkiye'de bağımsız, özgün sol-sosyalist devrimci hareketler de vardı.
Kısacası, uluslararası sol-sosyalist ülkelerin çok parçalı olmasının Türkiye solunun bölünmüşlüğünde esaslı bir rolü vardı.
Bölünmüşlük halini anlamamak bir yere kadar anlaşılırdı.
Türkiye Sol Hareketi doğal, birleştirme misyonuna sahip önderlerini 12 Mart 1971 askeri darbesine karşı mücadele de kaybetmişti.
12 Mart'tan sonra, 74-80 yıllarında ülkenin her tarafına yayılan çatışmaların yarattığı, farklı eğilimlerin karmaşık ilişkilerinin yarattığı sorunları anlamanın, bir merkezde sisteme kavuşturmanın, uzun erimli ve planlı programlı bir bakış açısıyla çözüm iradesi geliştirmenin zorluğu ortadaydı.
Yaşanan tarihi dönem son derece kritikti. Amerikan emperyalizmi ve Sovyet Rusya arasında süren Soğuk Savaş esprisi çerçevesinde, Türkiye'yi de içeren jeostratejik politikaları anlamaya, sonuç çıkarmaya, karşı siyasi irade geliştirmeye dönük örgütsel-stratejik bakış açısı için gerekli olan deney tecrübe birikimi ve siyasi bilinç problemi belirgindi.
Elbette ki, sol hareketler genelde dünya ilgili olarak bir biçimde bilgi sahibiydi ama bu bilgileri dünya ölçeğinde jeostratejik düşüncenin merceğinden geçirme, buna uygun bir politika, kadrolaşma, örgütlenme ve ittifaklar sistemi geliştirme tarzına ve davranışına hakimiyet başka bir şeydi.
Günlük dar pratiğin peşinde koşuşturma biçiminde süren anti-faşist ağırlıklı eylem yoğunluğu yaşanıyordu.
Dolayısıyla konjonktürel örgütlenme ve mücadele çizgisini aşmak için zamana ihtiyaç olduğu inkâr edilmez bir gerçeklikti.
Öte yandan Türkiye'nin toplumsal mücadeleler tarihinde hiç olmayan bir biçimde, mücadele gücüne, özveriye ve milyonları saran bir katılım potansiyeline sahip bir kuşak ortaya çıkmış, can bedeli kavganın en önünde yürüyordu.
78'liler kuşağı idi bu! Ancak tüm bunları değerlendirme yeteneğine sahip stratejik bir liderliğe ihtiyacı vardı bu kuşağın...
Kimileri böyle bir liderliğin var olduğunu sanıyordu.
Kimileri zaman içinde bu özellikleri kazanmış bir liderlik çıkacağına inanıyordu.
Kimileri çözüm getiremeyeceği düşüncesiyle böyle şeyleri düşünmüyordu bile...
İkincisi, bunu düşünme durumunda olanlar, yani lider durumunda olanlar, Türk egemenlerinin devlet anlayışı, uzak ve yakın
dönemde muhalefete nasıl davrandıkları hakkında yol gösterici bir bilince sahip değillerdi.
Devlet tanınmıyordu. Bu alanda 71'den kalanlarda bile bir siyaseten toyluk hali belirgindi…
Üçüncüsü, Türkiye'nin bir "halklar ve milliyetler mozaiği'' olduğu teorik olarak biliniyorsa da tümünü kapsamaya, kültürlerine karşı duyarlı olmaya dayalı bir model üzerinde kafa yorulmayacak kadar da hamlık hali yaşanıyordu.
Halklar, milliyetler, sınıflar yaşam biçimleriyle, gelenekleri ve alışkanlıklarıyla, olayları algılayış biçimleri ve tepki verişleriyle bölgeden bölgeye farklı oluyordu.
Bu açıdan Türkiye bir başına ne Doğu ne Batı ne Akdeniz toplum uydu.
Toplum, her bölgede farklı bir biçim ve renk alıyordu.
Dinsel inancından, siyaset anlayışına, gündelik hayata kadar farklılaşma bunu izliyordu.
"Sessiz" bir görünümün altında son derece zengin ve karmaşık ilişkilerin yaşandığı böylesi bir coğrafyada, ülkeye yukarıdan bakan bütünsel ve kapsayıcı bir bakış açısı da henüz edinilmemişti.
Peki, bunun sonucu ne oluyordu?
Her siyasi hareket çıktığı bölgenin ilişki biçimini bir şekilde siyasi ve ideolojik hattına yansıtıyor, onu kendine benzetiyor, hatta sonuçta en evrensel ve çağdaş doktrini daraltıyor, bölgeselleşiyordu.
Bir nevi mahallik hali yaşanıyordu.
İşte tüm bunlar çokça söylenen ayrılıkların, bölünmüşlüklerin tarihsel, sosyolojik, antropolojik, kültürel nedenleri arasındaydı.
Sol hareketlere genç olmaktan da gelen, siyaseten gençlik ve tecrübesizlik hali egemendi.
Yaşayarak öğrenmeye, bunun için zamana ihtiyaç vardı…
Bu tamam, ama bir yere kadar!..
Mücadele hızlı geçiyordu.
Siyasi olgunlaşma ve yeterli deney tecrübe edinme için zaman tanınacak mıydı?
Gerçeğin başka yanı daha vardı.
Toplumsal muhalefetin her biçimine ve sola fiziki tasfiye dayatılmıştı.
"Komünizme Karşı Milliyetçi Cephe" bunun için kurulmuştu.
Ülke her düzeyde faşistleştiriliyordu.
Bunun karşılığı Faşizme Karşı Birleşik Cephe'idi.
Bu cephe kurulmalıydı.
Kurulabilirdi de.
Ancak tehlikenin kapsamının bilincinde olmama, darlık, sığlık, en önemlisi "uluslararası sosyalist hareketin" bölünmüşlüğü bunu engelliyor, yapay "kardeş kavgalarına" yol açıyordu.
Bu merkezlerden etkilenenlerin önemli bir kısmının aktif anti-faşist mücadeleyle ilgisi sınırlanıyordu.
Üstelik bu etkilenme birbiriyle çatışmaların ideolojik altyapısını oluşturuyor, solun görüntüsünü zedeliyordu.
Hatta 1 Mayıs 1977'de olduğu gibi egemen sınıflar sol-içi çelişkileri katliamı meşrulaştırabilmek için kullanabiliyordu.
Bu noktadan bakıldığında yaşanan dönemin tarihi önemi bilince çıkarılmış mıydı?
Tarih bilinci, tarih bilincinin bilinci var mıydı, hangi düzeydeydi?
Bu bilinçte bir sol hareketin var olup olmadığı çok tartışılırdı.
Anlık düşünüldüğü, anın ihtiyaçlarına yanıt verildiği çok açıktı.
İç olgu olmuş Amerikan emperyalizmi ve oligarşik egemenlik, 12 Eylül 1980 darbesiyle, her düzeye yansıyan gençlik ve toyluk halinin aşılmasına zamanda tanımayınca, sola darbelerin darbeleri kovaladığı milyona varan tutuklamalar, cezaevleri ve yurtdışı yolu gözükürken, direniş doğuda baş gösterecekti…
(Devam edecek...)
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish