Ne istediğimizi hepimiz biliyoruz. Terörsüz Türkiye. Ama nasıl olacağı konusunda bir mutabakat henüz yok.
İki temel akım var. Demokratikleşerek mi bu hedefe ulaşacağız, yoksa bu hedef mi bizi demokratikleştirecek?
Ne kadar muhteşem bir isimlendirme… Terörsüz Türkiye…
İlk duyduğumda şöyle bir düşündüm. Bu topraklarda şu an yaşayan hiç kimse terörsüz bir Türkiye’de yaşamadı.
Ülke kurulduğu ve ayakları üstünde durmaya çalıştığı günden beri, daha dünyada terör nedir bilinmezken terör olaylarına şahitlik ettik.
1921’de Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi de, Ankara Kızılay’da bombaların patlatılması da benim gözümde bir terör olayıdır.
Kulakları çınlasın, değerli hocam Erol Mütercimler belgeleri elinde sallayarak hep söyler, "aynı silahla aynı gün hem bir solcu hem bir sağcı öldürüldü" diye.
Terörün neye hizmet ettiğini anlatan en iyi örnektir benim için.
Bahçeli "Gerçekçi olun imkansızı isteyin" diyor
Türkiye bugün bir kez daha adı bile tartışmalı bir sorunu çözmek için yola çıktı.
Önceki ismi "çözüm süreci"ydi. Sorun, Kürt sorunu mu terör sorunu mu es geçilerek çözüme odaklanılmıştı.
Kısaca iktidar içi anlaşmazlık (FETÖ operasyonları), PKK’nın oyala kazan (Suriye/Rojava) stratejisiyle süreç iç politikaya alet edildi ve çöktü.
Şimdi çok daha farklı bir sürecin içerisindeyiz. Farklı kılan en önemli etken süreci başlatan Devlet Bahçeli.
Konuya dair her açıklamasında çıtayı o kadar yükseğe (bile isteye) koyuyor ki, çözüme gönül vermiş milyonların ufkunu genişletiyor.
Elbette Bahçeli de Öcalan’ın TBMM’ye gelip konuşamayacağını ya da PKK’nın Malazgirt’te toplanamayacağını biliyor. Ama tam olarak "gerçekçi olun imkansızı isteyin" diye haykırıyor.
Bir diğer farklılık ise Ortadoğu gerçekliği ve bu gerçekliğin Türkiye’ye dayatması.
Suriye iç savaşının vardığı nokta Esad’ın devrilmesi ve (Ankara pek duymak istemese de) devrimle gelen yeni yönetimin İsrail’i üzmemek için elinden geleni yapması.
O kadar ki İsrail’in devrim sonrası toprak işgaline, saldırılarına, içeriyi karıştırmalarına sesini çıkartmayacak durumda yeni Şam yönetimi.
Bu da İsrail’i büyük düşmanı İran’a yönelik hamlesine hiç olmadığı kadar yakınlaştırıyor. İsrail’in İran’la sıcak bir savaşa ihtiyacı var. Bu savaşta da eli silahlı, diri ve seküler bir örgüte.
Ortadoğu’da bu üç meziyeti aynı anda elinde tutan tek bir örgüt var: PKK… Bu da Türkiye’nin PKK ile sorununu çözmemesi halinde başına daha büyük sorunlar açma ihtimali önümüze koyuyor.
Ya da güzelinden bakalım: PKK ile sorunu çözdüğümüz gün Ortadoğu’da baş aktör olarak sahneye çıkabileceğimiz gerçeği. Trump’la birlikte dünyada dengelerin değiştiği bugünlerde bölgesinde aktör bir Türkiye’nin, küresel siyasette de aktif rol oynayacağı bir gerçek.
Ama burası Türkiye!
Her şeyin yolunda gitmesi hepimizi şaşırtırdı değil mi?
Her umut, her plan, bir sabah bambaşka bir manzaraya uyanmamızla sınanır.
Terörsüz Türkiye projesinin yolunda gitmesi için şaşırtıcı derecede bir uyum varken, bir sabah Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı haberiyle uyandık.
Hukuki sürecine girmiyorum. Ama Terörsüz Türkiye projesi için desteğine ihtiyaç duyulan milyonlar insan İmamoğlu’nun aday olduğu için tutuklandığına inanıyor.
Bu inanış da Terörsüz Türkiye projesine "iktidarın oyunu" algısını beraberinde getirdi. Ben bu algının özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın süreci sahiplenmesiyle aşılacağına inanıyorum.
Zira toplumsal muhalefetin İmamoğlu operasyonuna tepkisi, ekonomik veriler ve yukarda da bahsettiğim İsrail tehdidi Erdoğan’ın da gördüğü manzara.
Şu an içerde bir başarı hikayesine, dışarda da elini güçlendirecek bir çözüme ihtiyaç olduğunu görüyordur bence.
Siyasi stratejik zekası ve yüksek oyun kurma beceresine hem iç hem de dış politikada defalarca tanıklık ettik.
Dışarda şimdilik bir ABD desteği var, AB ne yapacağını anlamak için gözünün içine bakıyor.
Ben Erdoğan’ın Terörsüz Türkiye projesi ile İmamoğlu operasyonunu birbirinden ayırıp iki yoldan ayrı ayrı devam edeceğini düşünüyorum.
Ama yazıya da konu olan mesele burada başlıyor.
Terörlü demokrasi mi, terörsüz otokrasi mi?
İmamoğlu’na yönelik operasyonun, Cumhurbaşkanı adayı olduğu için yapıldığına ve bunun demokrasiye bir darbe olduğuna inanan büyük bir kesim var.
Ve bu sadece CHP’li seçmen değil. Muhalefetin büyük bir bölümü, sesleri az çıksa da AK Parti’den de "birileri".
Peki Kürt sorunu (rafa kaldırıldığı iddia edilen) demokratikleşme olmadan çözülebilir mi? Bugün buna tüm muhalefet, DEM de dahil, hep bir ağızdan hayır cevabını veriyor.
(İçlerinde Kürt kelimesine bile alerjisi olan, refleksleri içinde Kürt geçen her şeye hayır diyenler olduğunun farkındayım. Onlar bırakın çözümü, sorunun konuşulmasını bile istemiyor.)
Burada meselenin; ifade özgürlüğü, yerel yönetim özerkliği, eşit yurttaşlık vb güçlü bir demokrasiyle zaten çözüleceği tezi önümüze konuyor.
Madalyonun diğer yüzünde daha devletçi bir bakış açısı var. Daha doğrusu devlet aklının güvenlikçi yaklaşımı.
PKK meselesinin Türkiye’yi maddi manevi kayıplara uğrattığı, terörle mücadele için demokrasinin askıya alınmak zorunda olunduğu tezi.
Bu torbanın içinde Kürtçe şarkı çıkaracağını söyleyen Ahmet Kaya’nın linç edilmesi de var, JİTEM’in öldürdüğü Vedat Aydın’ın cenazesinde kalabalığa ateş açılması da…
Ben üçüncü bir yolun mümkün olduğunu düşünüyorum. Bir denge stratejisi mümkün. Demokrasinin bu ülkede yaşayan herkese lazım olduğu, bu ülkenin kendisine lazım olduğunu unutmadan yola çıkmak gerekiyor.
Sonuçta demokrasi bir yönetim biçimi değil, bir yaşam tarzı. Diyarbakır’a serbest olan, İzmir’e yasak olunca Türkiye kurtulmayacak. Yıllarca tersi denendi zaten.
DEM ve MHP’ye düşen görev
Burada en kararı verecek kişi Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan başkası değil.
Onun bu kararı vermesine yardımcı olacak iki aktör var.
DEM ve MHP. MHP lideri Devlet Bahçeli, TürkGÜn gazetesindeki yazısında bu yolu göstermişti aslında:
Türkiye için tarihi bir fırsat olan PKK’nın silah bırakması ve fesih sürecinin uzun vadeli beklenen başarıya ulaşması için siyasi, ekonomik ve toplumsal açıdan yeni atılımlar ve kapsamlı reformlarla milli birliğimiz daha da güçlendirilmeli, toplumsal uzlaşı, adalet ve eşitlik esas olmalıdır.
Sıra DEM’de. Sürecin bir belirleyeni değil.
Sürecin Öcalan ve Kandil üzerinden bir süre daha devam edeceği ortada.
Ancak yukarıda bahsettiğim demokrasi ve hızlı çözüm arasındaki sıkışmada önemli rol oynayabilir.
Parti içerisinde ve çevresinde ömrünü buna adamış isimler var.
Bu isimlerin bugün daha fazla çalışmaya, kendilerine inanmayan ve kendilerine her fırsatta şüpheyle yaklaşan milyonlarca kişiye (hem iktidar hem de muhalefet içinde) kendilerini anlatmaları gerekiyor.
Ama önce onların da çözümü nasıl istediklerine karar vermeleri lazım.
Bir yanda demokrasi olmadan çözüm olmaz diyenler, diğer yanda çözüm olmadan demokrasi gelmez diyenler…
Belki de artık bu ikili sarkacın dışına çıkma vakti geldi.
Çünkü bu topraklar çatışmanın yorduğu kadar, kutuplaşmanın da yıprattığı bir yer.
Üçüncü bir yol mümkün: Çatışmasızlıkla birlikte demokratikleşmenin eş zamanlı yürütüldüğü bir yol.
Zor ama imkânsız değil. Gerçekçi olalım. Ama imkânsızı da isteyelim.
Bazen bütün bir yazının özeti, bir cümlede gizlidir:
İnsanın adalet kapasitesi demokrasiyi mümkün kılar; ancak adaletsizliğe olan eğilimi demokrasiyi gerekli kılar.
Karl Paul Reinhold Niebuhr
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish