Avrupa modernleşmesi hep majör aktörler üzerinden, özellikle Hegel'in efendisi, Marx'ın proletaryası ya da burjuvazi üzerinden okundu.
Köylüler, kadınlar, azınlıklar, ezilmişler, bir insan yerine konulmayan sınıf-altı kesimler gibi minör aktörler bu büyük anlatılara pek de dahil edilmedi.
Çok sonraları, ancak post-kolonyal süreçte ve İkinci Dünya Savaşının yıkıntıları arasında bu silik kesimler giderek fark edilmeye başlandı.
Köleler, sömürgeler, anarşistler, feministler, göçmenlerden… o büyük yıkımın bir özrü gibi bahsedilmeye başlandı.
Minör edebiyatın (Franz Kafka, Walter Benjamin…) yanı sıra bir minör felsefeyle, Simone Weil, Gilles Deleuze, Felix Guattari, Luce Irigaray, Louis Althusser ve hatta Michel Foucault gibi düşünürlerle, bakışlar bu görünmeyen aktörlere, alttakilere de yöneltilerek modernleşmenin ötekilerine dikkat çekildi.
Gilles Deleuze'ün göçebe oluş üzerinden sürdürdüğü felsefesinde, tarih ve toplum yerli-yurtlu mütehakkimler üzerinden değil de yersiz-yurtsuz göçebeler üzerinden okunur.
Ancak bu göçebeler gerçekte yurtları olan coğrafi göçerler değil, mütehakkim güçlerin sürekli yersiz-yurtsuzlaştırdığı kavramsal göçebelerdir.
Bunlar ise tabir caizse mekânda değil de zamanda hareket eder, toplumsal altüst oluşlara yön verirler.
Yani mütehakkim ve yerli-yurtlu iktidarlar karşısında sabitkadem kal(a)mayıp, belli bir sosyolojide ya da kavramda yurtlanmak yerine sürekli farklı stratejileri deneyen, kendilerine yeni yurtlanma alanları ve kavramları arayan toplumsal kesimlerdir.
İktidarla sürdürülen çatışmalar içerisindeyse egemen sınıflar kadar madun sınıfların bileşenleri de sürekli değişerek farklılaşır, yeni tanımlar yapılır ve yeni öyküler yazılır.
Proletaryayı giderek burjuvaziye doğru iten sınıf-altı katmanların, kent yoksulları ve hatta göçmenlerin, mülksüzler ve işsizlerle de birleşen daha farklı maduniyet alanlarının (Deleuze'ün göçebelerinin, Asef Bayat'ın gayri hareketlerinin) yeni dinamikler olarak ortaya çıkışı gibi.
Dahası ise küreselleşmenin yarattığı basıncın ürettiği mülteci akınlarıyla içselleştirilen ve bir türlü yatıştırılamayan, sonunda Batı ile öteki dünya arasında kurulan akışı tersine çeviren bir karşı küreselliğin basıncı, ters bir akışa ve hatta bir tür istilaya yol açar.
O halde bütün süreç ve onu çevreleyen tartışmalar Gramsci'nin 'madunluk' teriminin ilk önce mahut Madun Okulu'ndan Hintli tarihçilerin çalışmalarında, daha sonra da çeşitli çekirdek dışı alanlarda (özellikle Latin Amerika'da) teorik gelişimiyle dünya çapında özetlenmiştir. Kaldı ki konu, aslında bu coğrafyalarda sömürgecilik sonrası nüfusların 'tanınma' tarzı olarak 'üçüncü dünya' türü terimlerin yerindeliğine dair önceki argümanlarla yakından ilişkilidir. 1
Deleuze'ün göçebeleri farklıdır gerçi; onlar, maruz kaldıkları baskılar karşısında sürüklenmek yerine, toplumsal konumlarında direterek aynı yerde kalmayı sürdürür, kendilerine yüklenmeye çalışılan kodlardan kurtulmak içinse göçebeleşirler.
Yerleştikleri toplumsal çeperlerde konumlarını terk etmemekte ısrar ettikleri için toplumbilim tarafından yeniden kodlanma çabasının da dışında kalırlar.
Göçebe düşünce'yle birlikte rastlantının ve değişimin de felsefeye dahil edilmesiyle, sürekli strateji değiştirerek, hiçbir mekân ya da düşünceye bağlanmamakla kalmaz; bulundukları yer ya da düşüncede direnmekte ısrar ederler.2
Bu bir tür bir-arada-oluş, tıpkı yaban arısıyla orkidenin bir-arada-oluşu gibi ortak bir sosyolojik mekâna bağlılık ve hatta ortak bir makine oluştur.
Göçebe mekânın, Deleuzecü felsefenin temel ilkelerine de uygun olarak, iktidarın mekânıyla bir-arada-var-olmasının zorunluluğudur.
Çünkü göçebelerin ve göçebe düşüncesinin kendisine ait farklı bir sosyolojik mekân yaratmasına yol açan ısrar öncelikle dışlandığı devlet tarafından zorlanmasına bağlıdır.
Bir başka deyişle devlet, göçebeleri kodlanarak içeri girmeye ya da çekip gitmeye zorlarken, surların dışında kalan bozkır, ancak göçebeler gitmemekte ısrar ettiklerinde ayrı bir mekâna dönüşür. Devletin zorlaması olmadan göçebelik, göçebelerin ısrarı olmadan göçebe mekân düşünülemez.
Birbirini dışlayan bu mekânlar paradoksal bir biçimde iç içedir ve yurtlanma biçimleri aynı zamanda ötekini yurtsuzlaştırma çabalarıyla mümkündür.
Bu denklemin bir tarafını oluşturan göçebelik adeta devlet karşıtı ve ona rağmen bir savaş makinesi oluşturur.
Bu anlamda göçebeler, "aynı yerde kaldıkları halde kodlarından kurtulmak için göçebeleşerek ve yerlerini terk etmemekte ısrar ederek, toplumbilimsel kodlanma hareketinin dışında kalırlar." 3
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Göçebeler sadece devletsiz ya da devlet-karşıtı değildirler, devletin dışında kalan bir mekâna sahiptirler.
Bu anlamıyla göçebelik, yerleşiklik karşıtı bir yaşam biçiminden çok, farklı, devlet dışı bir yerleşme biçimini ifade eder.
Zira özgür kalabilmenin koşulları bu devlet-dışı tutumdadır. Aynı şekilde, düşüncenin özgür olabilmesi de yalnızca yasadışı olmasına değil kendi ilkelerini yaratmasına bağlıdır.
Diğer yandan göçebe yasanın ve mekânın varoluşu göçebelerin zorlayıcı devlet karşısındaki ısrarına dayandığı ölçüde göçebe savaş makinesi ve devlet aygıtı, pratikte birbirinden ayrılamaz, bir-arada-var-olurlar. 4
Göçebe savaş makinesi ise doğrudan askeri bir güç değil, koşullara karşı direnen mücadele biçimleri ve kendiliğinden örgütlenmelerdir.
Günümüz sosyolojisinin bu göçebeleri, "şekilsiz ve verimsiz bir ortamı terk eden" göçmenlerden kalmakta ısrar ettikleri için, seyyahlardan ise zorunlu olarak hareket ettikleri için ayrılırlar. 5
Bu haliyle göçebelik gerçekte politikanın "oluşum koşullarını" ifade eder. Strateji, zorunlu olarak oluşan bu sıra dışı durumun korunmasıdır. 6
Bu sıra dışı insanlar politikaya göçebe olarak gelir; yaratılan değil de yaratıcı aktörler olarak.
Devletin göçebeleri her mağlup edişinde onun başkalaştırma gücüne maruz kalırlar ama bu süreçte devlet de ister istemez değişime uğrar.
Böylece görülür ki politikada söz konusu olan, alanı açarak yayılmaya çalışanların mekânıyla kapalı bir alanın düzenlemeleri arasındaki çarpışmalardır.
Örtük ya da açık savaşımlar dolayımıyla iki farklı mekân arasında ancak tersine çevrilme, anlam değiştirme, başkalaşma sonucu mümkün olan bir geçiş imkânı yakalanır. 7
Savaş makinesi (mücadele aygıtı) hem sürekli kodlanamayacak bir şey yaratır hem de istemeden de olsa durmadan kodlanıp, ele geçirilip kendisini ele geçiren şeyi de dönüştürür…
Deleuze, politik olarak göçebe mekânla devlet mekânı arasında, rastlantıyla düzen arasında bir seçim yapmaz.
Seçim; somut hak taleplerini de içeren devlet mekânını, bu mekânın altında durmadan akan akışlara, kenarlarında yaşayan göçebelere, azınlıklara göre değerlendirmekle, gücü kendinden menkul bir egemenlik ilkesi olarak baştan verili kabul etmek arasında yapılır…
Böylece göçebe düşüncenin bir ifadesi olarak "kendini kodlamaya bırakmayan ve bırakmayacak bir şeyi aktarma''nın politik bir anlamı varsa bu aslında ne saf akışların (göçebe tutum) ne de düzenlemelerin (iktidar tutumu) alanına aittir; politika yalnızca bu ikisi arasında gerçekleşebilir. 8
Hakların kazanılması ya da kaybedilmesi söz konusu olduğundaysa belirleyici olan, sadece devlete değil başka hak taleplerine karşı da yürütülen karşı-mücadelelerdir.
Örneğin anadilde eğitim için yalnızca bu hakkı yok sayan baskıcı bir devlete karşı değil, anadilde eğitimi bölücülük olarak görüp bu konuda hak talebinde bulunanları terörle suçlayan ve tek dilli bir eğitimi savunanlara karşı da mücadele etmek gerekecektir.
Göçebelik, mekânsal bir alandan ziyade felsefi ve zamansal bir yolculuktur. Bir yayılmadan çok derinleşmeyi veya yükselmeyi çağrıştırır.
Kimileyin mekânını değiştirse de aslında hep bir yere, yani göçebe duruma aittir. Yerleşik olduğu hallerde bile, bulunduğu yerde bir göçebedir.
Zira bu sadece mekânsallıkla ve yurtlanmakla sınırlı bir mevzu değil, düşünsel, dahası siyasal bir tutumdur.
Göçebelik bir açıdan da sınırlarda, kıyılarda yaşamakla ilgilidir ve hatta arada olmakla. Sosyolojilerin kesiştiği ama karışmadığı bir aradalıkta, arâf'ta yani.
Mütehakkim güçlerin ezdiği, yoksadığı kesimleri bir dile, düşünceye kavuşturma çabasıdır ki bu çoğu zaman ezilenlere rağmen de bir mücadeledir.
Zira ezilenler de ezildikleri o toplumsal durumu, ezilmişlik halini çoğu kez bir yaşam alanı olarak savunurlar ve adeta bir özgürleşme ürküntüsü içindedirler.
Arâf'ta olmak ise tahakküm ve ezilmişliğin oluşturduğu sosyolojik mekânın verili durumuna itiraz ve bu denklemi bozmak için savaşımdır.
Bu arada oluş, tıpkı birbirine karışmayan o iki denizin karşılaştığı sınır misali, her iki duruma karışmasa da, etkileyen, değiştiren ve hatta tanımlayan bir farklılık; Kuran'ın arâf olarak tanımladığı bir yüksek bakıştır (irfan).
Arâf bir mekân mıdır, mekândakiler midir yoksa bunların bütünleştiği bir kavramsallık mıdır? Buna karar verecek olan da durumun kendine özgülüğü, özgüllüğüdür.
O ara sosyolojiye ait oluş çoğu kez kafaları karıştıracaktır. Belirgin olansa iktidarın yerleşikliğine aitleşemeyen bir ayrıksılıktır.
O aradalığı kavramsal değil de mekânsal bir oluş, bir yurtlanma olarak algılamak, yerleşik bir dile ve davranış kodlarına aidiyet anlamına gelir.
Göçebe oluş bu tür bir mekânsallaşmayı, aidiyeti, bir tür iktidara eğilim ve kayış olarak görür. İktidar bir hiyerarşidir çünkü, birbirine buyruklarla raptedilen.
Ve orada durağanlaşmak, durgunlaşmak, akışkanlığını/seferiliğini, dolayısıyla da irfanını yitirmektir. Değişmekten ve değişirken değiştirmekten uzaklaşmaktır.
Oysa göçebe oluş çekinmez yerini-yurdunu değiştirmekten. Çünkü bu özgürleşmenin yegâne imkânıdır.
Değişmediği sürece yitirecektir göçebeliğini ve o zaman, etkinliğini de yitirecektir. Bu nedenle göçebe tutum çekinmez yüzleşmelerden. Fark şudur sadece: İktidar mukimken üretken, o ise göçebeyken yaratıcıdır.
Göçebe tutum, bedeviliğe ya da göçerliğe dair bir durum değil, kavramsal bir tutumdur. Ayağını coğrafyaya veya iktidara değil, birini felsefeye diğerini ise siyasete basar.
Kendi asliyetini korumak için mevzisinde diretir. Bir göçer değildir çünkü. Yolculuğu karakteristiktir. İktidara meydan okumak için kavramsal silahlar ve direngen sosyolojiler üretir.
Belki sürekli yenilir ama her yenilgisinden zaferle çıkar. Çünkü bu halde bile konumunu ya da tutumunu değiştirmek zorunda kalan iktidardır.
Göçebenin yolculuğu kavramsal bir yolculuktur ve bu yüzden de mekâna değil de kavrama sadakat duyar. Cemaatine değil, Tanrı'ya iman eder.
Bu yüzden mekânını ve cemaatini değiştirmekten korkmaz; cemaatini veya mekânını değiştirse de istikametini/kıblesini ve stratejisini/hikmeti korur.
Göçebe tutumun belirgin, apaçık, safların sürekli aynı kaldığı sabit bir toplumsal mekânı, belli bir siyasi veya ideolojik tutumu yoktur; Şeriati'nin deyimiyle dine karşı din vardır ve bunlar zaman zaman faz değiştirirler.
Çünkü devlet denilen örgütsel tiranlık ya da statüko haline gelmiş sermaye, sürekli biçim değiştirir ve kendisini yeniler. İşte o zaman doğru saflar, cepheler birbirine karışır.
Gün gelir Marxistlerle aynı safta şaha karşı savaşılır, gün de gelir ki başörtüsü dayatmasına karşı Hameney muhalifi cephede yer alınır.
Tıpkı 28 Şubat'ta muhafazakârlarla başörtü yasağına karşı aynı saflarda yer alınırken, 2003'te Irak'ın ABD işgalinde emperyalizme karşı olduğu gibi, 2013 Gezi eylemlerinde çevre katliamına karşı da sosyalistlerle birlikte hareket edilmesi gibi.
Yine yeri geldiğinde zorba bir iktidara karşı, Jacques Ranciere'in deyişiyle, hesaba katılmayanları hesaba dahil etmek, sessizlere ses olmak için demokratik bir strateji yeğlenerek Millet İttifakı desteklenir.
Yeri geldiğinde stratejileri değiştirmek, asıl tutumu, hakikati korumanın kaçınılmaz yoludur çünkü. Önemli olan yoldaşlar ve cepheler değil, amaçlar, hedefler, tutumlar ve hakikattir.
Bu ise ezberler, klişeler, statükolar ve korkular üzerinden değil; yenileşmeler, cesaretler, düşünsel derinleşmeler, yaratıcı etkinlikler, kavramsal yurtlanmalar, göçebe tutumlar üzerinden sürdürülür.
1. F. Jameson, Diyalektiğin Birleştirici Güçleri, İthaki Y. s. 625.
2. Bkz. İlke Karadağ, Deleuze'ün Göçebe Savaş Makinesi başlıklı yazı. Dışarıdan Düşünmek adlı ortak kitap içinde. Chiviyazıları Yayınevi. s. 132.
3. Karadağ, age. s. 133.
4. Karadağ, age, s. 134.
5. Karadağ, age, s. 134.
6. Karadağ, age, s. 142.
7. Karadağ, age, s. 144.
8. Karadağ, age, s. 149.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish