Abdullah Ataşçı: İyi edebiyat, muktedirlerin yazdığı tarihi bozar

Mustafa Orman, Independent Türkçe için Abdullah Ataşçı ile konuştu

Abdullah Ataşçı, Independent Türkçe için Mustafa Orman'ın sorularını yanıtladı

Abdullah Ataşçı'nın Heder Ağacı ve Meryem'in Çiçekleri romanları, 19'uncu yüzyıl sonları ile 20'nci yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti'nin Rusların saldırılarına yönelik aldığı siyasi ve askeri tedbirlerin yarattığı sonuçları konu ediniyor.

Rusların, Kürdistan coğrafyasının bir kısmını ele geçirmekle kalmayıp saldırılarını devam ettirmesiyle Osmanlı Devleti içeride ve dışarıda güttüğü politika tarihsel bir utancı da beraberinde getiriyor.

Osmanlı'nın Kürt aşiretleri ve hapishanedeki azılı suçlularla oluşturduğu birlikler, bölgede Ermenilere yönelik ciddi saldırılar düzenlenirken, yoksul halkın malına mülküne de el koyuluyordu.

Abdullah Ataşçı, Heder Ağacı romanında Kürt aşiret birlikleriyle çetecilerin saldırılarına karşı tarihi bir direniş hattı kurarken, Meryem'in Çiçekleri romanında ise hem Rusların hem de devlet eliyle oluşturulan birliklerin saldırılarından kaçanların arayışını ele alıyor.
 

 

Tarihsel bir dekor üzerine kurulan her iki romana dair Ataşçı, şöyle diyor:

110 yıl öncesinde bu topraklarda büyük bir acıya maruz kalanlar kadar ona sebep olanları da görünür kılmaya çalıştım bu romanlar aracılığıyla. Bu acılar sadece o dönem yaşanmadığı gibi her an her coğrafyada sürekli tekrar ediyor. Bugün Filistin'de yaşananlar da bunun bir örneği. İki romanı da yazmadan önce elbette pek çok kaynak taradım. Bunların bazıları resmî ideolojinin tezlerini bazıları da onun karşısında yer alabilecek tezleri savunmaya dayalı metinlerdi. Bilgilenmek adına o kitaplardan çok şey öğrendim. Ama sonra kullanmazsam romanda eksikliğe neden olacağını düşündüğüm birkaç bilgi ya da sadece bilgi kırıntısı demek daha doğru olabilir, onların dışındakileri zihnimin kör kuyusuna atmam gerektiğine karar verdim. O bilgileri unutmasaydım bu romanları yazamazdım belki de.
 

Abdullah Ataşçı ile Meryem'in Çiçekleri romanı üzerine konuştuk:
 

 

Meryem'in Çiçekleri, Heder Ağacı gibi tarihsel bir dekor üzerine kurulmuş bir roman. Bu iki romanda hem resmi tarih hem de muhalif tarih yazımını baz aldığımızda yanlış yorumlama riskleri taşır mı? Bunu, kurgusal bir metin bağlamında düşündüğümüzde, günümüz politik iklimini esas aldığımızda yalnızca isimlerin, kurumların değiştiği ama siyasal erklerin hiçbir biçimde değişmediği gerçeğini göz önünde bulundurarak soruyorum.

Bir roman, sadece edebi olup olmamasına göre değerlendirilmelidir bana göre. Öteden beri romanın önüne getirilen tamlamaların yersiz olduğunu düşünüyorum.

Bütün romanlar her açıdan tarihî özellikler barındırmaz mı? Aynı şekilde her romanın içinde az veya çok bir gerilim yok mudur? Psikolojik roman diyorlar, psikoloji olmadan roman yazılabilir mi?

Bunun yanında sadece bir kurama yaslanarak yazılan romandan da söz edilemez. Üslubu bir yana bırakacak olursak, romanın temel dayanağı çatışmadır.

Bu çatışma ister geçmişte ister şimdi ister gelecekte; ister kavimler, ister iki örgüt, ister iki birey ister sadece bireyin içinde cereyan etsin, okuru romanın içinde tutmanın en önemli koşuludur.

Bu açıdan Meryem'in Çiçekleri'nin ya da Heder Ağacı'nın tarihî roman olarak adlandırılması bence doğru değil. Ama senin dediğin gibi tarihsel bir dekor kullandığım doğrudur.

110 yıl öncesinde bu topraklarda büyük bir acıya maruz kalanlar kadar ona sebep olanları da görünür kılmaya çalıştım bu romanlar aracılığıyla.

Bu acılar sadece o dönem yaşanmadığı gibi her an her coğrafyada sürekli tekrar ediyor. Bugün Filistin'de yaşananlar da bunun bir örneği. İki romanı da yazmadan önce elbette pek çok kaynak taradım.

Bunların bazıları resmî ideolojinin tezlerini bazıları da onun karşısında yer alabilecek tezleri savunmaya dayalı metinlerdi. Bilgilenmek adına o kitaplardan çok şey öğrendim.

Ama sonra kullanmazsam romanda eksikliğe neden olacağını düşündüğüm birkaç bilgi ya da sadece bilgi kırıntısı demek daha doğru olabilir, onların dışındakileri zihnimin kör kuyusuna atmam gerektiğine karar verdim.

O bilgileri unutmasaydım bu romanları yazamazdım belki de. Tarihin hiçbir sahnesinde olmayan İshak, Hüseyin Ağa, Zülküf Paşa, Adis, Sinan, Cavidan, Anton Efendi, Süleyman Efendi, Refik Bey gibi kahramanları bu romanlar yarattı.

Benim için bu kahramanlar, o dönemin aktörlerinden daha gerçektirler. Sadece kahramanlarının doğrularına göre hareket eden bir yazarın niyetini sorgulayan her itham anlamsızdır. 


Terimlerin bir milliyeti olduğu gerçeği yadsınamaz. Hamidiye Alayları, Ermeni Tehciri, Ermeni Soykırımı ve Kürt aşiretleri özelinde, bu terimler çeşitli tarihî anlatılarla sahnelenirken herhangi bir yüzleşme çabasına girişilmediği görülmektedir. Terimlerin birbirlerine karşıt bağlamda kullanıldığına dair her dönem yapılan resmî açıklamalar da görebiliyoruz. Tarih, bir propaganda aracı taşırken böylesi zor meselelerde, burada edebiyat ne işe yarar? Millî terimler içinde edebiyat büyüsünü bozmadan, işlevine zarar getirmeden nerede konumlanır? 

Tarih yazımı muktedir olanların elinde büyük bir koz şüphesiz... Onu, okullar aracılığıyla çocuklar ve gençler üzerinde etkili bir şekilde kullandıklarını biliyoruz.

Oysa her ülkenin tarihinde olduğu gibi Türkiye'nin tarihinde de utanç kaynağı olabilecek pek çok karar, eylem, olay ve onlardan daha utanası niyetler mevcut. İyi edebiyat, muktedirlerin yazdığı tarihi bozar.

Bu muktedir ister bir devlet olsun ister bir cemaat ister büyük bir sivil toplum örgütü olsun. Çünkü edebiyat, savaşların sebepleri ve sonuçlarıyla ilgilenmez.

Tarih yazıcılarının, propagandacıların görmediği insana odaklanır. Yaratılan bir kahramanla binlerce insanın dramını gözler önüne serer.

İyi edebiyat, öyle olduğu için büyülüdür zaten, onun büyüsünü hiçbir gücün değiştirebileceğine inanmıyorum. 
 

 

Bu konu ziyadesiyle ilgimi çektiği için "tarihsel roman" kavramını iyice irdelemek istiyorum. Heder Ağacı ve Meryem'in Çiçekleri "tarihsel roman" kavramının özelliklerini barındırıyor. Milan Kundera, Roman Sanatı kitabında "Bir taraftan insani varoluşun tarihsel boyutunu inceleyen roman var, diğer taraftaysa tarihsel bir ortamın canlandırılışı, belli bir zamandaki bir toplumun betimlemesi olan bir roman, yani romanlaşmış bir historiografi var" der. Bu bağlamda "tarihsel roman" yazara hangi hakları verir? Yazar, neleri kucaklar ve nelerden kaçınır? 

Milan Kundera, bu sözünün devamında romanlaşmış historiografilere; Fransız Devrimi, Marie-Antoinette ya da 1914 üzerine yazılan metinleri örnek olarak verir.

Roman konusu olmayan bir bilgiyi roman dilinde, bunu halkın anlayacağı bir dilde aktaran romanlar olarak görmektedir bunları.

Kundera'ya katılmak boynumuzun borcu. Roman hayatın her anından yararlanabileceği gibi tarihteki büyük olaylardan da yararlanır elbette.

Yazar bir tez ileri sürerek bu olayı kendince anlaşılır kılmaya çalışıyorsa ona artık roman dememiz mümkün değildir bana göre. Kundera'dan laf açılmışken ondan devam edelim o zaman.

"Romanın tek varoluş nedeni, sadece romanın söyleyebileceği şeyleri söylemektir" der, deminki sözlerinin devamında.

Meryem'in Çiçekleri'nde olduğu gibi Heder Ağacı'nda da romanın sınırları içinde kaldığımı düşünüyorum. Yani amacım herhangi bir görüşü desteklemek değildi.

Hatta kendi dünya görüşümü bile anlaşılır kılmaya çalışmadım. Çağdaş romanın tıpkı hayat gibi belirgin sınırları yoktur.

Kahramanlar ile olup bitenler arasında kurmaya çalıştığımız bağlar, hayatımızdaki pek çok insanla olaylar arasında kurduğumuz bağlara benzer.

Hayatı anlamlandırmak için edebiyata ihtiyacımız vardır yani. 110 yıl öncesini yazdığım doğrudur. İki romandaki kahramanlar sadece geçmişin değil bence bugünün de kahramanlardır.

O kahramanların yolculuğunu takip ederek geçmişteki olayları anlamlandırmaya çalıştığımız gibi bugüne de bakmak gereği hissediyoruz. İki romanın kişileri, umarım, yarının da kahramanları olurlar. 


Yazarın olayları ya da durumları daha gerçekçi hale getirme amacında olduğu metinlerde, "çarpıtma sanatı"na başvurduğu anlar vardır. Her iki romanınızdaki belgeselci sadakat yer yer görünse de bizi hakikatin temsiline götürürken tarihî olanı yeniden sorgulama, tarihî yeniden birçok versiyondan okuma fırsatı veriyor. Günün siyasi olayları, geçmişin yıkıntıları arasında gezinen eleştirmenler, genel olarak eleştirilerini mevcut ideolojik bağlılıklarını göstererek yaparlar. Örneğin, Marksist, liberal ve feminist eleştirmenler… Terry Eagleton, her kuramın ideolojik ve siyasi olduğunu da belirtir. Yazarın bilinci burada nerede durur? Hangi ideolojik sahnede yerini alır? Yazar hangi kimliklerinden arınır ya da arınmaz?

Edebiyatın kendisi baştan sona çarpıtmadır. Bunu ustalıkla yapan yazarlar büyük yazarlardır. Kurmaca bir metinde gerçeklere sadık kalmak, gerçek nedir sorusunun çetrefilli cevaplarını göz önüne aldığımızda neredeyse imkânsızdır.

Romanın gerçeği, çoğunlukla hayatın gerçeğinden farklı bir yol izler. Yazar, roman sanatına sadık kaldıktan sonra her türlü bilineni değiştirme, göz önünde olanı yeniden kurgulama, bir şeyi aslından daha etkili kılma kudretine sahip olabilecektir kuşkusuz. 

Yazarın varlığı ne eleştirmene ne de okura bağlıdır. Ne ki eleştirmen de okur da ancak yazar var olduğu sürece olacaklardır.

Eleştirmen bir metni kendi açısından değerlendirme özgürlüğüne elbette sahiptir. Okur için de aynı şey geçerlidir.

İkisinin sözünün değeri vardır elbette ama her yazar için onların sözlerinin aynı değeri taşıdığını söylemek pek de doğru olmasa gerek. 

Çoğu yazar gibi ben de her okurun ya da her eleştirmenin değil, sözüne değer verdiğim okurun ve eleştirmenin ne diyeceğini merak ediyorum. Öte yandan yazdıklarıma karşı en acımasız kişinin yine kendim olduğunu biliyorum.

Öyle olmak zorunda hissediyorum. Yoksa yeni bir metne başlamak neredeyse imkânsız hale gelecektir benim için.

Yapmak istediklerimin bitmediğini, daha gidecek yolumun olduğunu ve en iyi kitabımı henüz yazmadığına inanan biriyim. Basılan her kitabımdan sonra hissettiğim bu. 

Son iki romanda olayların geçtiği zamanın ruhuna sadık kalmak için elimden geleni yaptığımı söyleyebilirim.

O dönem insanlarının yaşam tarzlarını, giyim kuşamlarını, yiyip içtiklerini, günlük yaşamlarında kullandıkları eşyalarını, muktedirlerin (padişah, İttihat ve Terakki, aşiret reisleri, din adamları vs.) zihin yapılarını satır aralarında yansıtmaya çalıştım ama bütün bunları, kurduğum dünyanın daha gerçekçi görünmesi için yapmak zorundaydım.

Roman onlardan çok daha büyük bir dünyayı yansıtıyor bana göre. Bunca lafı, yazıya olan sadakatimin diğer bütün sadakatlerin üzerinde olduğunu söylemek için ettim.
 

 

Romanın üçüncü bölümünde Yaşar Kemal'e bir selamınız var. Luvan aşireti mensubu Hacı Süleyman, Yaşar Kemal'in dedesidir. Rusların Van'a saldırmasıyla birlikte o da ailesini yanına alarak yollara düşer. Yanında oğulları Sadık ile Tahir de vardır. Sadık, Yaşar Kemal'in babasıdır. Hacı Süleyman ile ailesinin, roman karakterleri Adis ve Sinan ile karşılaşmaları, beraber yolculuk yapmaları, tanıklıkları… Ruslardan kaçanlar ile devletin ve çetelerin baskılarıyla yerlerinden edilenler arasında Roland Barthes'in "referans kuralı" bize göz kırpar: Yani evrensel ya da yerel bilginin uzlaşmasını bir arada görüyoruz. Yoksa yalnızca Yaşar Kemal'i anımsatmak mıydı niyetiniz?

Yaşar Kemal'in pek çok yazar üzerinde hakkı olduğunu biliyoruz. Bendeki hakkı belki biraz daha fazladır. Şayet onun kitaplarıyla tanışmasaydım, okumanın o büyülü dünyasını muhtemelen çok geç keşfedecektim.

İnce Memed'i okumaya ilk başladığımda ortaokul birdeydim ve daha birkaç yıl öncesine kadar sınıfta kalmış, okumayı sökememiş bir öğrenciydim.

Onun sayesinde kitaplardaki hayatların gerçeğinden daha çekici olduğunu kavramıştım birden.

Heder Ağacı'nı yazarken özellikle doğanın birer kahramana dönüştüğü sahnelerde gözünü üzerimde hissettiğim yazarlardan biriydi Yaşar Kemal.

En çok bundan olsa gerek Meryem'in Çiçekleri'nde güçlü bir selam göndermek istedim ona, umarım selamımı almıştır.

Elbette Hacı Süleyman yerine başka bir kahraman yaratabilir, Adis'in gideceği yolda ona eşlik etmesini sağlayabilirdim.

Ancak bu toprakların sözünü, gözyaşını, dertlenişini, türküsünü Yaşar Kemal'den daha iyi kimse anlatamadı, belki de Meryem'in Çiçekleri'nde bana göz kulak olsun diye dedesini o gönderdi.

Aslında hepimizden önce 1915 yılının o karanlık atmosferini, çocukların gözyaşlarını, bağırışlarını, kadınların çaresizliğini Yaşar Kemal yazmalıydı.

Biliyoruz ki 1915 yılında Rusların ve Ermeni çetelerinin saldırısı sonucu köyünü terk etmek zorunda kalan Hacı Süleyman ve ailesi aylarca zor şartlarda yol alarak Kadirli'ye varıyorlar.

Kimsecik üçlemesi başta olmak üzere birçok metninde bu yolculuğun onun üzerindeki etkisini bilmemize karşın, ailesinin mecbur kaldığı bu sürgünün çok ama çok büyüğünü Ermeniler yaşadı o tarihte.

Ermeni çetelerinin saldırısına uğramış Yaşar Kemal'in ailesiyle, devletin ve Kürt aşiretlerinin baskısına maruz kalmış Ermenileri bir noktada buluşturmak, aynı acıyla sınandıklarını Meryem'in Çiçekleri aracılığıyla göstermek istedim.

Yaşar Kemal ömrünün sonlarına doğru mübadelenin insan ruhunda açtığı o büyük gediği yazmasına karşın nedense 1890 yıllardan başlayıp 1916'ya kadar devam eden Ermenilerin yaşadığı o büyük acıyı yazmadı nedense. Belki de yazmaya cesaret edemedi. 

Yani Meryem'in Çiçekleri'nde Barthes'in "Referans Kuralı"na uygun düşen başka yazarlara ve onların kahramanlarına göndermeler var elbette ama Yaşar Kemal'in dedesinin ve babasının romana girmesini, ustaya saygı anlamında okumak daha doğru olur. 


Abbas Kiyarüstemi, "Tek bir fotoğraf, bir filmin sebebi olabilir. Sinemanın başladığı yer, işte tam orasıdır" der. Robert Walser ise amcasıyla yaptığı uzun yürüyüşlerde, amcasının çok konuşkan ve iyi bir yalancı olduğunu, anlattıklarının yazın dünyasını tetiklediğini belirtir. Amcası öldükten sonra "Katip Bartleby" sendromuna yakalandığını, yazmayı reddettiğini söyler. Sizin yazın dünyanızdaki motivasyonunuz nedir, sizi yazmaya iten o büyülü sebep hangisidir?

İlk cümlenin büyüsüne kapılıp roman yazan pek çok yazar var, biliyorsun. Aynı şekilde elbette sadece bir cümleyi görünür kılmak, hafızalara kazımak için yazılan metinler de var.

Ben, sanırım şu ana kadar bir cümle için herhangi bir metin yazmadım ama sadece bir anın zihinlerde canlanmasını istediğimi için yazdığım öyküler ve bir roman (Bırîndar) oldu. 

Zamanla insanın yazıyla ilişkisi farklı bir hal alabiliyor. Yazmaya ilk başladığımda, cahil cesaretiyle elbette, yazdığım metinle dünyayı değiştireceğime inanırdım.

Oysa bu nasıl da güzel bir yanılgıdır. Bizden önce yazılmış o büyük kitapların da dünyayı değiştiremediğini göremeyecek kadar daha körüzdür o yaşlarda.

Büyük edebiyat metinlerini bir yana bırakalım, milyarlarca taraftarı olan kutsal kitapların bile dünyayı daha güzel bir yer yapamadığı ortadayken o ilk yazma hevesinin belirdiği zamanda insan her şeyi düşünebiliyor işte.

Yazdıklarım dünyayı değiştirmese bile bazı insanların hayatına yakından dokunduğunu görebiliyorum yine de. Örneğin Meryem'in Çiçekleri'ni okuduktan sonra atalarının izlerini takip edenlerin olduğunu bildiğim gibi.

Belki azıcık huzurları varsa, onu da kaçırtmış olacağım ama edebiyat hiç olmazsa bunu yapsın değil mi?

Beni yazıya iten o büyülü sebep, her şeye isyan etmek isteğinden doğdu ilk kez. Sonra yazma arzusu gittikçe beni ele geçirdi.

Özellikle son zamanlarda yazmazsam kendimi çok eksik hissettiğimi söyleyebilirim. Yazmak ve okumak… İkisinin büyüsü hep sürsün isterim.


"Saf okur" günümüzde yerini "fenomen okur", "vitrin okur" "bookstagram"lara bıraktı. Saydığım günümüz okurları yalnızca bir kütüphaneye sahip değil, aynı zamanda sosyal medya aritmetiği dikkate alındığında tanınırlık ve çok takipçiye de sahip. Kitap okumanın yanında ürün yerleştirme, okuma atölyeleri yapma ve ürün satışı için kitabı aracı olarak kullanmak gibi durumlar da göz önünde. Kültür endüstrisinde her şeyin satın alınabilirliği ve satılabilirliği, kültür ürününe yeni bir piyasa açmakla birlikte ürünün niteliği "saf okur" dışında kimsenin önemsediği bir durum değil. Buradan Terry Eagleton'un Edebiyat Nasıl Okunur? isimli makalesinde "açılışlar", "karakterler", "anlatı", "yorum", "değer" kavramlarıyla Nietzsche'nin "yavaş okuma" adını verdiği geleneğe atıfta bulunur. Günümüz okurunu göz önünde bulundurduğumuzda bir edebiyat eseri nasıl okunmalı, bir edebiyat eseri kültür endüstrisinde değerini nasıl bulabilir?

Her şeyin hızla, çoğu zaman tersi istikamette yeni bir hüviyet kazanabildiği tuhaf bir zamandan geçiyoruz. Bu çağı hız-gösteri-yalan çağı olarak adlandırmak yanlış olmaz sanırım.

Herkesin her şey olabildiği ama bir türlü kendi olmadığı bir çağ bu. İster bu çağda olsun, ister yüzlerce yıl önce yaşamış olsun bir yazarın yaratıcı saikleri hep aynı kalır bence.

Onun içine sinmiş bir eserden aldığı haz, bütün övgülerden, şöhret yolundaki görünürlükten çok daha değerli. Aynı şey, nitelikli okur için de geçerli.

Hatta nitelikli okur, pek çok açıdan yazarın önündedir. Çünkü yazardan daha güçlü bir şekilde kötü olandan, öne çıkandan, ona sunulandan sakınabilmektedir.

Oysa geçmişte çok daha iyi metinler yazdıkları halde, büyük okur kitlesinin beklentisini göz önünde bulundurarak derinliği olmayan metinler yazan yazarların olduğunu biliyoruz.

Has okuyucu için ne büyük hayal kırıklığıdır bu. Neyse ki iyi bir okurun her zaman sığınacağı iyi kitaplar raflarda durmaktadır. Dönüp dönüp onları okumak gibi bir avantaja sahipler.

Don Kişot'un, Kayıp Zamanın İzinde'nin ya da Ulysses'in kaç kez okunduğunun önemi var mıdır?

Sonuç olarak kötü olandan korunmak için defalarca da olsa aynı iyiye sığınmaktan başka şansımız yok. Üzerimize boca edilenlerin çoğu kötü. Sakınmak tek çözüm yolumuz şimdilik…
 

 

Türkiye'de "eleştiri yok" diye bir yaygara koparılıyor sürekli. Bu yaygarayı koparanlar yalnızca ortama ayrık bir söz bırakarak farklı ve eleştirel olduğuna dair bir fotoğraf bırakıyor okurların ve edebiyat çevresinin kollarına. Oysa eleştirinin yoksunluğu, "eleştiri yok" gibi altı doldurulmayan bir çıkış etrafında giderek çabasız, emeksiz, çözümsüz bir iklimden geçiyor. Bu çıkışları ortaya atanların genel olarak temel problemi, eleştiri yoksunluğuna dair hiçbir şey söylememesi ve dayanağının olmamasıdır diyebilirim. Eleştiri, bir dayanağa ihtiyaç duyduğu gibi bir eleştirmene de ihtiyaç duyar. Sağlıklı ve güçlü bir eleştirinin ortaya çıkması, bir nevi üretilen edebiyat ürünün niteliğine de bağlıdır. Geçmişin ve günümüzün toplumsallığından sıyrılmış, politik meselelerini görmezden gelen, hafızayı yok sayan, yaşanan kırk yıllık bir savaşın gölgesindeki insani dramları bilerek es geçen, bireyselliğe daha çok yönelmiş, dertsiz tasasız metinler hiçbir eleştirmeni harekete geçiremez düşüncesindeyim. Buradan yola çıkarak iki soru sormak istiyorum: Yazar, kamusal alanın vicdanı olmalı mı? Kendi toplumunun kültürel kodlarından kopan yazar evrensel olabilir mi ve eleştiriye konu edilebilir mi?

Bu soruya sondan başlayarak cevap vereyim istersen. Bugün Türkçeye çevrilen kitaplara bakarsak hemen hemen her metinde yazarın bir şekilde içinde olduğu toplumun sancılarını, dönüşümünü, hayallerini yansıttığını görürüz.

Yazarı güçlü kılan da budur. Yani kendi toplumunun kültürel kodlarını doğru şekilde okumuş, onları metninde ustalıkla kullanmış ve bir sözü var etmiş yazarın gücü…

Kendi toplumun dertlerini dert edinmiş yazarın sözü hiç kuşkusuz sahici bulunacaktır. Bir yazarın gücü de buradan gelir. 

Yazar kamusal alanın vicdanı olabilir mi peki? Ahmet Telli'nin sık sık yinelediği bir sözü var. "Toplumların vicdanı olmaz" der. Bence de öyledir.

Toplumların adaleti, eşitlik düzleminde oluşturdukları ilişkileri olur. Vicdan bireyseldir. Yazar elbette bireylerde bir vicdan hareketi yaratır, yaratmalıdır da.

Ama bu içinde olduğu toplumun tamamında aynı şekilde bir etki yaratmaz. Şu ana kadar bunu yapabilen tek bir kitap dahi yoktur. Öyle olsaydı, daha az kitap yazılır, toplumlar çok daha doğru şekilde yaşarlardı. 

Eleştiri konusundaki tespitine aynen katılmakla birlikte, edebiyatta bir şekilde söz sahibi olmuş kişilerin göklere çıkardığı niteliksiz kitapların, okurların gözüne sokulmasından kaynaklı olarak eleştirinin olmadığı söyleniyor çoğunlukla.

Vasat edebiyatın bile azınlıkta kalacağı bir zamana doğru gidiyoruz gibime geliyor. Az da olsa nitelikli metin yayımlanıyor elbette ve iyi bir metnin, iyi bir eleştirmenin gözünden asla kaçmayacağına da inanıyorum.

Her şeyin bir zamanı var ve iyi metinlerin de görüneceği o zamanlar mutlaka olacaktır. Estetize edilmemiş eleştiri hiç olmadığı kadar var günümüzde.

Meryem'in Çiçekleri'nin ilk yüz yüze söyleşisini BİSED'de (Bilim Sanat Edebiyat Derneği) yaptık bu ayın içinde. Orada Mahmut Temizyürek, "eleştirmen yok ya da çok az eleştirisi"ne her okurun bir eleştirmen olduğunu söyleyerek itiraz etmişti.

Gerçekten de öyle değil midir? Birilerinin, özellikle de kötü olanın çok görünürlüğü bir aldatmacadan başka bir şey değildir.

İyi olan hiçbir şey uluorta yerde varlığını hissettirmek için uğraşmaz. İyi okur da gözlerden uzak, okumak dışında herhangi bir eylemin içinde değildir.


Kültürel iktidar meselesi zaman zaman söz dalaşına giren karşılıklı açıklamalar içinde kısır da olsa konuşuluyor. Siyasal İslamcılar, kültürel iktidar adına özellikle sinema ve edebiyat alanında söz sahibi olma adına yüzlerce üretim ortaya koymaktadır. Uysal bir propaganda havasıyla sunulan üretimlerin nereye dayandığı da aşikâr. Öte yandan, Sol'un kültürel iktidarda zirvede olduğuna dair birçok tez öne sürülmektedir. Mevcut iktidara yönelik karşı çıkışların bir yanılsamadan ibaret olduğunu düşünüyorum. Orta sınıf ve beyaz yakalı kesimin, mevcut iktidara yönelik hesaplaşma amacıyla hareket ettiği, bunu yaparken de Sol kisvesine büründüğünü düşünüyorum. Bu konular ve kültürel iktidar meselesi üzerine neler söylemek istersiniz?

Arthur Asa Berger, Kültür Eleştirisi adlı kitabında antropologların kültürün yüzden fazla farklı tanımını geliştirdiklerini söyler.

Kültür sadece edebiyat, sinema, tiyatro gibi sanatlardan oluşamayacağına göre siyasal iktidardan yana tercihini kullanan büyük kitlenin kültürel iktidarı da elinde bulundurduğunu söyleyebiliriz bence. İster siyasal anlamda ister kültürel anlamda bir iktidardan söz edelim, iktidar olma gayesindeki bütün hareketler genişlemek, karşısındakini içine alarak kendine benzetmek bu da mümkün değilse onu yok etmek üzerine kuruludur.

İktidarı ele geçirenlerin kibirli tavrını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Demek istediğim kibir, mutlak güç ve karşısındakini yok saymak bir iktidar ölçütüyse o halde sanatın iktidarından söz etmemiz söz konusu olmayacaktır.

Çünkü sanatın temel varoluş nedeni her türlü iktidarı reddetmektedir. Oysa iktidar, hele de kültürel alandaki bir iktidar büyük bir kitle hareketidir ve dediğim gibi ancak benzeşenlerin bir arada olmasıyla muvaffak olabilecektir.

Varlık nedeni her türlü iktidarın karşısında tavır almak olan sanat; kendi içinde belli bir düşüncenin, inancın, ideolojinin hatta tutumun öne çıkmasını kabul etmeyecektir asla.

Sanatçının biricik amacı da kendi üretimi doğrultusunda ustalarını aşmak olmalıdır. Çünkü sanatta iktidar her zaman ustalardır. Onu öldürmenin yolu da ondan daha iyi yazabilmektir. 


Heder Ağacı ve Meryem'in Çiçekleri bağlamında okuduğunuz kurgu dışı kitapları paylaşmak ister misiniz? Ya da izlediğiniz belgeseller, filmler, okuduğunuz kurgu kitaplar da olabilir.

Çok fazla film ya da belgesel izlediğimi söyleyemem. Ama çok sayıda kaynak okudum: Raymond Kevorkian'ın Ermeni Soykırımı, Ahmet Aksın'ın 19. Yüzyılda Harput, Kazım Karabekir'in İttihat ve Terakki Cemiyeti, Flavia Amabile ve Marco Tosatti'nin Musa Dağı Direnişi, Franz Verfel'in Musa Dağ'da Kırk Gün, Şeyhülislam Cemâleddin Efendi'nin Siyasi Hatıralarım, Orhan Koloğlu'nun Abdülhamid Gerçeği, Raphaele Lewis'in Osmanlı'da Gündelik Yaşam, Cemal Paşa'nın Hatıralar, Ahmet Tetik'in Teşkilat-ı Mahsusa Tarihi, Hrant Dink Vakfı'nın düzenlediği Diyarbakır ve Çevresi Toplumsal ve Ekonomik Tarihi Konferansı'nın Diyarbakır Tebliğleri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları'ndan çıkan İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri, Kevork Pamukciyan'ın Biyografileriyle Ermeniler ve Hüseyin Demirer'in Ha Wer Delal'i bunlardan birkaçıdır. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU