1877 yılının başında açılan Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı, yaklaşık bir yıl sonra kapatıldığında, geriye bir tür olumsuz başlangıç da bırakır.
Bu, Hz. Muhammed'in ölümüyle birlikte giderek unutulacak ve sadece bir fikir olarak kalacak olan şûra ayetinin ve bir rüşeym halinde kalan Medine Sözleşmesi'ne dayanan çoğulcu bir ümmet tecrübesinin yeni ama olumsuz bir başlangıç noktasıdır.
Bu olumsuzluk, başlamanın, ortaya konulmanın ya da yola çıkmanın bir tür başarısızlıkla ya da toplumsal uyuşmazlıkla damgalanmasıyla ilgilidir.
Padişahın bir güvenlik (beka) sorunu olarak nitelediği bu sorunlu başlangıç, Avrupa'nın bir dayatması ve bir gelecek olarak önümüze koyduğu, ötekinin bir icbarı olarak algılanmaktadır.
Bu sorunlu doğumun etkisi, kendisinden sonraki tarihi de koşullayacak ve 1908 ihtilali ancak suikastlarla ve sopalı seçimlerle yol alırken, 1923 meclisi ise seçimlerin göstermelik bir biçimde yapıldığı bir süreçle yoluna devam edecektir.
Oysa 1920 meclisi halkın seçimiyle teşekkül etmese de en azından çoğulcudur. 1923 meclisi ise tek seçicinin Mustafa Kemal olduğu, çoğulculuğun ve demokratikliğin tasfiye edildiği bir niteliktedir.
Buradaki temel sorun ise şudur:
Demokratik ya da şûraya dayanan süreç tabandan yukarıya doğru toplumsal bir doğallık içerisinde mi işleyecek yoksa tam tersine yukarıdan aşağıya doğru, geleneksel himayecilik ve yol göstericilik çerçevesinde, seçimin ve katılımın biçimselleştirildiği ve adeta yok hükmüne konulduğu bir biçimsellikte mi?
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Buna dair bir karar ise demokrasi/şûra ile cumhuriyet/ulusal egemenlik, yani demokratik ümmet çoğulculuğu (dillerin, dinlerin, kültürlerin özerkliğine ya da özgürlüğüne dayanan bir çoğulculuk) ile milli irade tekilciliği (bir ırkın, dilin, dinin hatta mezhebin egemenliğine dayanan bir tekilcilik) arasındaki o sonu gelmeyen tartışmalara ve çatışmalara yol açacaktır.
Bizleri bu açmazla yüz yüze getiren sorun ise siyaset felsefesinin olduğu kadar ilahiyatın da temel sorusu/sorunu olan şu, insanın temelde güvenilir bir varlık olup olmaması meselesiyle de ilgilidir.
Esasında toplumsal tasarımın neye dayanacağına dair olan bu soru(n) sadece geleceğimizle ilgili olmayıp, aslında ontolojiyle, varoluşumuzla ilgilidir.
Zira insan yaratılırken, sorumlu ve özgür kılınırken melekler ona, onun eminliğine güvenmemiş ama Allah onun bilmesinden, düşünmesinden hareketle ona güvenini beyan etmiştir.
Gerçi insanlık tarihi bu güvenin boşa çıkarılmasına dair utançlarla, yıkımlarla doludur ama tarih süregitmekte ve insanın o trajik sınavı devam etmektedir.
İslam tarihinin şûranın paranteze alındığı o uzun kesintisi ise şûra ayetini ve pratiğini tecrübenin dışına çıkardığı gibi süreç içerisinde bu fikri uygulanamaz olarak da telakki eder.
Ömer bin Abdülaziz ilk ve son kez şûra sisteminden söz etse de, uzun ömürlü bir hükümran olarak kalamaz.
İbn Haldun İtalyan şehirlerinin şûra, yani demokrasi ile yönetildiğini bilmektedir ama ona göre demokrasi ayaktakımının bir yönetimidir.
Zira halkın işin içine karıştırıldığı bir yönetim biçimi asla iflah olmayacaktır. Ne var ki yaşayanlar, sultanlıkla yönetilenlerin de sadece iflah olmamakla kalmayıp nasıl da zelil olduğuna da şahitlik edecektir.
Abdülhamid de eserini yasaklattığı İbn Haldun'la aynı fikirde olsa da ne saltanatının ne de imparatorluğun o makûs kaderini önleyebilecektir.
Meclis onun için Yeni Osmanlıların inandığı gibi bir meşveret mekânı, siyasetin asli imkânı değil, halkın (temsilcilerinin) işlere burnunu soktuğu bir kargaşadır.
Ama bilememektedir ki meclisin lağvı, toplumun imkânının ve öz savunma güçlerinin harekete geçmesinin de lağvıdır.
Bu kakafoni içerisinde Osmanlı'yı bir çıkmaza sokacağını düşündüğü için kapattığı meclisin yeniden açılışını görse de, çöküşünü görecek kadar yaşamayacak, geriye ise ihtişama ve güce tapınan ve bu nedenle edilginleştirilmiş bir halk, otokratik ve dolayısıyla da topluma güvenilmezliğe dair bir siyasal anlayışı miras bırakacaktır.
Aslında ise bu zihniyeti yüzünden, bir avuç çapulcu tarafından iktidarından düşürüldüğünde, geriye onu kurtarmak için parmağını kıpırdatacak hiç kimseyi de bulamayacaktır.
Mustafa Kemal de muarızı olduğu Abdülhamid gibi sevmez çoğulculuk fikrini. Hakikate kendisi vakıftır nasıl olsa.
Gerisi ise akşam sofrasında sürdürülecek mütalaalardan ibarettir. Tabi ki bunda içerisinde yetişilen otokrat kültürün ve geleneğin etkileri de yok değildir.
O nedenle İngilizler gibi itidalli bir demokrasidense, Fransızlar gibi Jakoben bir cumhuriyeti yeğler. Bu, bir yandan Batı sosyopolitiğine bir giriş olsa da öte yandan o uzun Osmanlı-Türk otokrasisinin de sürdürülmesidir.
Nitekim II. Dünya Savaşı sonrası şartlarının zoruyla dahil olunan demokratik dünyaya alışamayan adımlar, sürekli tökezler ve yeniden eski otokrat alışkanlıklarına rücu etmek ister.
Her 10 yılda bir tekrarlanan darbeler, gerçekte sistemin özündeki krizin dil sürçmeleridir. Bu darbelerin devamı ise bir yandan da kekeme bir dille de olsa Batı sosyopolitiği içerinden konuşulduğu için, bir postmodern darbe ve hatta bir e-darbedir.
15 Temmuz ise etkisi kanla derinleştirilen yeni bir başlangıca dair bir mizansendir. Nitekim yaşadığımız son seçim de miting meydanlarında (S)İHA'ların uçuştuğu, uçak gemisi ve Toggların ortalıkta dolaştığı, arada tankların ve atlıların boy gösterdiği, bir yandan doğalgazın öte yanda petrolün fışkırdığı sürrealist bir sinema setini andırmaktaydı.
Esasında ise 2002 iyi bir başlangıç noktasıydı. Batı dünyasıyla İslam dünyası arasındaki ilişkileri etkinleştiren, toplumsal standartların yükseldiği, barışçı çabaların arttığı bu süreç, en azından bize iki dönem kuralının hikmetini de hatırlatmıştı.
Platon da 'Devlet'inde öyle demez mi? Bilge Kral'ın yönetim süresi 10 yıldır. Daha sonra onu zengin bir kütüphanesi olan bir sayfiyeye yerleştirir ve yerine yeni bir bilge kral getiririz.
Bir kral olmasa da bir bilge olan Aliya ise bu kurala kendiliğinden uyar ve 10 yılı dolduğunda iktidarı bırakarak evine, kitaplarının arasına çekilir.
Ne var ki bizdeki otokratik sevdâ ne kitabı ne de hikmeti sevmektedir. Bu ise doğal olarak iktidardaki ömrünü uzatmak için geleneksel ve de modern araçların ve taktiklerin devreye sokulması anlamına gelmektedir.
Paralel yapılarla sürdürülen bu süreçlerin ise son kullanılma tarihi pek de uzun değildir. Putin ömrünü uzatmak için küresel bir savaşı göze alırken, Erdoğan da Suriye üzerinden benzeri bir yola başvurur.
Her ne kadar hayatının geri kalanını kitaplarla geçirme fikrinden pek hazzetmese de, siyaseti iki, bilemedin kendi parti programına göre üç dönem içerisinde bıraksaydı bilge kral olarak anılacakken, şimdi buna dair ihtimalleri giderek azaltmakta.
İHA'lar, SİHA'lar çabuk unutulsa da zulümler, haksızlıklar ve toplumsal hasarlar kolayca unutulamaz. Bu tür gösteri araçları ve yıldırı taktikleriyle beslenen devletin ideolojik aygıtlarıysa daha çok adaletsizliklerin, yolsuzlukların ve yoksunlukların üzerini örtmek gibi bir işlev üstlenmekte.
Oysa bu süreç içerisinde cumhuriyeti demokratikleştirilebilir ya da İslam tarihinin eksilttiği o şûra ilkesi ihya edilebilirdi.
Bunun için şartlar oldukça müsaitti ama sonuçta örnek alınan Abdülhamitçi çizgi oldu. Onunsa sonu ortadaydı ve bu sona karar veren de düşmanlarından ziyade kendisiydi.
Etrafındaki bilge şahsiyetleri bertaraf ederek yerine bir emir erleri taifesi ikame edecekti. Onlar ise bilge bir lider olan Aliya'nın ısrarla vurguladığı gibi eleştirel bir gelenek ve görenekten hayli uzaktır.
Dolayısıyla eleştirenler kovulurken ve gözden düşerken, dalkavuklar ve işbirlikçilerle alınan yol ise giderek daralacaktır.
Tarih sürmekte; Allah'a ve insanlığa dair umudumuzu ise kaybetmiş değiliz ve etmeyeceğiz de.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish