"Kitap" (Kuran), beyandır; açıklanmış ve anlaşılır olandır. Ne var ki sözler çok-anlamlı olabildiği gibi anlam değişimlerine de uğrayabilir.
Bu yüzden muğlaklığı, kapalılığı açmaya çalışan her anlama faaliyeti bir tür bilgeliği gerektirir.
Sorun ise bunun ruhbanlık (din adamlığı) gibi bir aracı sınıfın tekeline dönüşmesidir.
Zira aklını kullananlar hem tabiattaki hem de Kitap'taki ayetleri anlar. Yine de vahyi tebliğ, toplumu ıslah ve hayatı inşa etmek, örneklik ve önderlik etmek için aralarından birileri öne çıka(rılı)r.
Bu ise sadece bir bilgelik meselesi olmaktan öte bir şahsiyeti, yani bilgiyi uygulamaya dönüştürecek hikmeti de gerektirir.
Kur'an insanlığı büyücülük, kâhinlik gibi temeli aldatmaya, akletmekten uzaklaşmaya dayanan sapmalara karşı da uyarır.
Kötülüklerden sığınılacak yegâne merci Allah'tır; bağışlayıcı ve yol gösterici odur.
İnsanı kemâle ulaştıracak, kurtuluşunu sağlayacak kendi kazanımları, aklı ve emeğidir.
Allah insana şah damarından daha yakın olduğundan, insanların Allah'a ulaşmak için aracılara ihtiyacı yoktur.
Dolayısıyla şefaatçilik, ruhbanlık, çilecilik, muskacılık, büyücülük, cincilik gibi yönelimler, Allah'a imanla birlikte reddedilmesi gereken cahilî davranışlardır.
Safdil inanışlardan da öte bunlar, şeytanî heveslerin insanları sömürdüğü bir istismar alanıdır.
Aklen yanlışlıkları bir yana bunlar, ruhbanlığın, paganlığın veya doğrudan istismarcılığın bir alametidir.
Peygamberler veya bilge şahsiyetler ise aydınlatıcı çabalarının karşılığı olarak hiç kimseden bir karşılık beklemezler.
Kur'an münzeviliği, çileciliği tavsiye etmediği gibi dünya nimetlerini yasaklamaz, sadece arzularına ram olmaya ve Nuh kavmi gibi bu arzuların denizinde boğulmaya karşı uyarır.
Yiyin için ama israf etmeyin… Allah adaleti emreder, kötülüğü değil… Allah'ın kulları için yarattığı güzellikleri ve nimetleri kim yasaklayabilir?.. (Âraf, 28-32)
Yaratıcılığı ve üreticiliği destekler ama "bahçe sahipleri" kıssasında olduğu gibi ürettiklerini başkalarıyla bölüşmek istemeyen sınıfçı ve bencil bir tutumu; Âd ya da Semûd kavminde örneklendiği gibi salt yüksek sınıflar için kültür yontuculuğunu veya bu sınıflara özgü mutenalaştırılmış hayatları, tabiattaki zenginliklerin adaletli bir biçimde paylaşılmamasını ve bütün yaşamsal kaynakların bu sınıfların çıkarlarına özgüleştirilmesini reddeder.
Lût kavmi gibi kadınların dışlandığı, tek cinsli, cinsiyetçi veya ırkçı bir tahakküme dayanan bir toplumsal yapılanmanın sonuçlarına karşı insanlığı uyarır.
Farklı görüşlere veya kültürlere tahammül öğütlenir. Şuayb kavminin yaptığı gibi iktisadi egemenliği ele geçirip insanları sömürecek bir biçimde düzenleyenlerin sonlarını anlatır; ki bu toplumsal akıbetler, genellikle şiddetli bir sayha (sesleniş) ile sonuçlanır.
("İnkârcı kavmin üzerine bir ordu indirmedik, zaten daha önce de indirmiyorduk. Sadece bir çığlık/sayha kopmuş ve sönüp gitmişlerdir." Yasin, 28, 29.)
Bu "sayha", ilahî seslenişin ortaya koyduğu, hak ve adalete dair bir çağrıdır.
Walter Benjamin'in deyişiyle bu adaleti doğrultan "ilahî şiddet"tir. Kurucu ve onarıcı olan bu şiddet kanlı bir yıkımı amaçlamaz.
Hayati değerlerin en üstte tutulduğu ve iktidarların "mitik" anlatılara dayanan egemenliklerini altüst eden bu sesleniş (vahiy, söylem)'in etkisiyle toplumların değişerek dönüşmeleri, egemen sistemlerin çökerek arzın mustazaflara/ezilenlere/hak sahiplerine mirası, yani maduniyetten kurtuluş sağlanır.
Amaçlanan budur: maduniyetten kurtuluş, yani özgürleşme. Yoksa sadece ezilenlerin yer değiştirdiği bir maduniyetin dönüşümü değil.
Maduniyetten kurtuluşla ilgili bir ilk-örneklik, bu konuda oldukça temel ve tarihsel akışı değiştiren eylemler ortaya koyan bir şahsiyet, İbrahim peygamberdir.
İbrahim (as)'in babası iktidarın ideolojik söylemini üreten, kitleleri buna boyun eğmeye gönüllendiren bir ruhbandır.
Babil'in başkenti olan Ur'da (doğum yerinin Urfa olduğu da söylenmekte) dünyaya gelen İbrahim, Kur'an'ın anlatımına göre daha gençliğinde iktidarın dinini, çoktanrıcılığı sorgulamaya başlayarak reddetmiş ve bu yüzden kendi babasına bile karşı çıkarak, ülkesinden hicret etmiştir.
Babasıyla hesaplaşmasının ötesinde, yine Kur'an'daki sembolik anlatımla çocukların (ilk oğulların) Tanrı'ya kurban edildiği bir geleneği de bizzat kendisinin gerçekleştirdiği (Kierkegaard'ın deyimiyle etik) bir girişimle ortadan kaldırmıştır.
İstiareli bir dille anlatılan bu girişim, oğlun/insanın yerine hayvan kurbanının ikame edilişinin sembolik bir öyküsüdür.
(Kur'an ise hayvan kurban edilmesinin de kutsal bir niteliği olmadığını belirtir.)
Baba çocuğunun ne efendisi ne de tanrısıdır. Dolayısıyla da onun oğlunu/çocuğunu kurban etmek gibi bir hakkı ve yetkisi yoktur.
Çocuklar babanın gözetimi altında büyüseler de, İbrahimi nasıl babasının tutumuna itiraz ederek, güzellikle tartışarak onu terk etmişse, vakti geldiğinde de ondan ayrılma hakkına sahiptirler.
Büyümeli, insanlaşmalı, özgürleşmelidirler çünkü ve bu özgürlük herhangi bir egemen tarafından askıya alınamaz. Kaldı ki Tanrı'nın rızası (iyilik) için kurban edilsinler.
İbrahim'in müşrik babasını ve oğul/insan kurbanı geleneğini reddi, aslında kadim çağlardan beri gelen babalarla oğullar arasındaki temel maduniyet ilişkisinin de reddi ve ortadan kaldırılmasıdır.
Çünkü en eski toplum, geniş aile toplumudur ve bu toplumda baba efendi, oğullar ise onun "kölesi"dir.
Freud'un Ödip kompleksi olarak sembolize ettiği bu kurgusal öyküye karşı İbrahim'in öyküsü daha evrensel, olumlu, etkili ve öğreticidir.
İbrahim'in kendi çağının tüm önemli merkezlerinde sürdürdüğü tarihi değiştiren çabaları, maduniyet ilişkileri kadar, çoktanrıcı kentlerin sömürü ilişkilerine karşı da bir başkaldırıyı ortaya koyar.
İbrahim'in hayatı çoktanrıcılığa ve bu inanış etrafında sistemleşen kadim sınıflı sömürü sistemlerine: din adamları, krallar ve askerlerin oluşturduğu kölelik sistemine olduğu kadar babalık kültü etrafında oluşan geniş aile (klan ya da aşiret) yapılarının maduniyet esaslı atalar kültüne karşı da bir insanileşme mücadelesidir.
Hitit, Babil ve Mısır egemenliği tarafından oluşturulmuş evrensel statükoya karşı hicrete (yolda olmaya, Tanrı ile yoldaşlığa) dayanan ve belli bir mekâna bağlı olmayan, göçebe (yurdunu ve yerleşkesini arayan) ve hanif (tektanrıcı, dürüst, yalın ve emin) bir "insan" eksenli toplumsallığa doğru seferiliktir.
Hz. Muhammed'in (as) çağrısıyla bir araya gelen müminler de, adaletli, insanca, barışçı bir toplum oluşturma çabasına girişirler.
Bu çabanın oluşumu, Mekke (Kureyş) oligarşisini (Daru'n Nedve'yi) rahatsız etmekte, bunu kendi egemenlikleri ve çıkarları için bir tehdit olarak görmekteydiler.
Tıpkı Nuh'un toplumun alt kesimleriyle (madunlarla) beraber olmasının kınanması gibi, Muhammed (as) de bu açıdan suçlanacak ve bu kesimlerle birlikte olduğu sürece kendisiyle görüşülmeyeceği ihtar edilecektir.
Çünkü bu ekâbirler sadece iktisadi açıdan değil, kültürel ve siyasal açıdan da üst/egemen bir sınıf oluşturmakta ve bu sınıfın çıkarları sarsılsın istememekteydiler.
Buna karşı en büyük tehdit ise bu egemenlik sisteminin temelini oluşturan madunlara karşı sürdürülen toplumsal, kültürel ve ideolojik (dinsel) ayrımcılığın ve tahakkümün ortadan kaldırılması; yani madunların "insan" olarak kabulü ve toplumsal işleyişe katıldıkları bir eşitlenmeydi.
Maduniyet telakkisinin dinsel destekli bir kader olarak benimsenmesi, tıpkı Aristo'nun da köleliği doğal bir olgu gibi kabullenmesi gibi, belli bir doğalcılık içerisinde "kader"leştirilmesi, mevcut sömürü sisteminin ve bunun dayandığı egemenliğin sürebilmesinin olmazsa olmaz bir şartıdır.
İşte bu nedenle Muhammed (as)'i ve öğretisini reddeden Mekkeliler, bununla kalmayacak, onu ölümle de tehdit edeceklerdir.
Zira onların egemenliklerini tehdit etmekte; maduniyet ilişkisini tasfiyeye çalışmaktadır.
Nitekim Yunanlı bilge düşünür Sokrates de benzeri bir çaba içerisinde olduğu, toplumun yerleşik değerlerini sorguladığı ve sarstığı için katledilmişti…
Haftaya devam edeceğiz inşallah.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish