Bir avukatın Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi vahşeti tanıklığı...*

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Aslında Diyarbakır Cezaevi'nde uygulanan o vahşetin ayak seslerini birçok yerde aramak gerekiyor.

Mesela 1960 Askeri Darbesi'ne bakmak lazım. Askere sonsuz güç verilirse, -varsa biraz- var olan demokrasi de deforme olur, topluma hakkın hukuku yerine, silahların hukuku egemen olur.  

Nitekim 27 Mayıs 1960 darbesinden esinlenen güçler her on yılda bir darbe yapmayı gelenekselleştirdiler.  

İkinci darbe 12 Mart 1971, üçüncüsü ve en şiddetlisi ise 12 Eylül 1980 darbesidir.

Bugün artık 12 Eylül darbesini kimlerin hangi atmosfer altında hazırladığı, nispi olarak sağın ama özellikle sol kesimlerin ve yüz binlercesiyle Kürtlerin nasibini nasıl ve ne kadar aldığı biliniyor.  

Öte yandan o koşullarda dahi olsa önemli olan 12 Eylül darbesini yapan faşist zihniyetin darbeden sonra ne yapacağını bilmekti.

Başlarda 3-5 ay sadece gözaltılar oldu. O sadece bir toplama süreciydi.

Hatırlıyorum, toplamışlardı, ikinci bir cezaevi vardı askeriyenin oradaydı.

Tutuklularla görüşmelere gidiyordum, rahattılar, baskı yoktu, tel örgüler olmasına rağmen ellerin temas ettiğini, yüzlercesinin havalandırmaya çıkıyordu.

Aradan altı ay geçti, bu F Tipi cezaevi inşa edildi, oraya doğru hazırlık yapıldı, bütün yönleriyle senaryo tezgâhlandı. Ve sıkıntılar baş gösterdi.


İnsanlık adına utanç verici olaylar 1981'in üçüncü ve dördüncü aylarında başladı.

O arada bu sistemi orada uygulayabilecek kadrolara da ihtiyaç duyuluyordu.

O dönemin cezaevi müdürü Binbaşı Ali Şen'di.

O isim aklımda nasıl kaldı tam bilemiyorum ama sanırım dönemin Fenerbahçe Kulübü Başkanı'nın Ali Şen olmasının payı olmalı...

Hatta bir görüşmede kendisine "Onunla akrabalığı var mı" diye de sormuştum.

Ali Şen'in görünen amiri olarak Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran vardı. Onun altında Üsteğmen Ali Kemal…

Kadro bu idi. Bu kadro artık cezaevlerinin yanı sıra, dava dosyalarını takipte, mahkemelerde görülmeye başladı.


Cezaevinde yaşananlar dışarıya, yargıya, tutuklu yakınlarına ve kamuoyuna yansımaya başladı.

Başlangıçta kimse pek ilgilenmedi. Toplum olanları bireysel vakalar şeklinde algılıyor gibiydi.

Bu tür olaylar yavaş yavaş yargı sürecinde de görülünce, bunun bir sistematikle belli bir merkezden kaynaklandığı net bir şekilde ortaya çıktı.

Yargılanan insanlar mahkemeye geldiklerinde ilk söyledikleri hep 'Cezaevinde kendilerine insanlık dışı işkencelerin yapıldığı' şeklindeydi.  

Fakat mahkemeler de direktif almış gibi, "Bunlar bizim sorunumuz değil, biz davaya bakıyoruz, eğer şikâyetiniz varsa şikâyet için savcımız şudur, gider şikâyette bulunursunuz" diyorlardı.  

Biz avukatlar ise mahkemelerle cebelleşiyorduk. Tartışma çıkıyordu.

"Bu insanların karşılaştığı insanlık dışı uygulamalar sizin verdiğiniz tutuklama kararları sonucudur. Bu nedenle bunların devletin güvencesi ve hukukun teminatı altında olmaları gerekir. Size bildirilen şikâyet ve dilekler ilgili mercilere iletilebilir, işte yanınızda Sıkıyönetim Cumhuriyet Savcısı oturuyor, bunlar resen iletilebilir" diyorduk.

Bizim mahkeme heyetine yönelik eleştirilerimiz karşısında, onlar da bize karşı giderek sertleşiyor, Kenan Evren'in konuşmalarında medya ve topluluklara parmak sallamasını andırırcasına "Bu kadarı da fazla artık yeter!" diyorlardı.


Biraz da cezaevi içinde yaşananlara dönelim

Cezaevinde gerçekten o insanlık dışı uygulamalar tutukluların üstüne karabasan gibi çökmüştü.

Artık cezaevi dünyadan ve kendi halktan tecrit bir yapıydı.

Fakat takdir etmek gerekir ki o yoksulluk ve sefalet içinde olan, o belirsizlikleri belirli hale getiren halkın, o tutukluların yakınlarının verdiği mücadele gerçekten takdire şayandır.

Bedeli ne olursa olsun karşı çıkan, hatta panzerlerin önüne kendilerini atan, sorumlu yetkilileri gidip bulan ve hesap soran o halkın insanlık düşmanları karşısındaki duruşu sanırım dünyada ender rastlanan bir duruştur.

Halkın tepkilerine yol açan cezaevi içinde de öyle bir işkence süreci yaşanıyordu ki bunu kurumla, hukukla, yargıyla, kuralla, insanlıkla izah etmek mümkün değildi.

Siyasi tutuklular artık yargılanma kaygılarını bırakmışlardı, 'neden yargılanıyorum, ne ceza verecekler', bunu geçelim, idam bile umurlarında değildi.  

Düşündükleri tek şey insanlık onurunu korumak, onurlu yaşam mücadelesi vermekti…

Bir devlet düşünün ki kendi vatandaşını tutuklamış, tutukladığı vatandaşı suçlu olabilir, en ağırı ihanet de etmiş olabilir, bu suçlarından dolayı ceza almış ve mahkûm olmuş olsa dahi o muameleleri yapamazsınız.

Darbe dönemi de olsa, devletin kanunlara dayalı uyulması gereken bir nizamı, kural ve kaideleri vardır.

Tutuklamış cezaevine koymuşsunuz, cezaevi zaten egemenliğiniz altında, tutukluların denebilir ki inisiyatifi hiç yok, o halde uygulanan vahşet nedir?


Böylesi ağır koşullarda siyasi tutuklular, onur ve yaşam mücadelesinin gelip duvara dayandığına, onurlu yaşam hakkını korumanın yolunun hiç kuşkusuz ölmekten geçtiğine inanma noktasına geldiler.

Newroz gününde Mazlum Doğan, "Dörtler'in Gecesi"nde Ferhat Kuntay'lar, "Ölüm Orucu"nda Kemal Pir'ler sistemin kendilerine dayattığı insanlık dışı vahşi uygulamalara son vermek için yaşamlarını feda ettiler.

Mahkemede de diyorlardı ki;

Sayın Yargıç, sizin bizi yargılamanızdan beis duymuyoruz, biliyoruz ki bu mahkemeleriniz görecelidir, yapmacıktır, bize idam da verebilirsiniz, bundan da gocunmuyoruz, yeter ki biz insan gibi yaşayalım, sizden, yetkililerden biz insanca yaşamayı istiyoruz. Bizi niçin yargılıyorsunuz hukuken ve siyaseten yanıt veririz, ama bizim derdimiz bu değil, bizi yargılayın, idama da götürün ama idama götürene kadar insanca davranın.


Bu insanlara insanca yaşama koşulları bile fazla görülüyordu. Dünyada bunun başka bir örneği olduğunu da düşünmüyorum, komutanın, yani Yüzbaşı Oktay Esat Yıldıran'ın köpeğine insanlar 'komutanım' diyecek ve esas duruşta duracaklar.

İşin ilginç tarafı o köpeğe tekmil vereceksiniz, köpek havlamazsa bu 'yanlış tekmil verdiniz' demek olacak ve işkence göreceksiniz.

Nazi Kampları ve Guantanamo'da böyle insanlık dışı dramların yaşandığına inanmıyorum.

Diyarbakır Cezaevi insanlık onurunun kurtarılabileceği bir laboratuvardır. Çok da zengindir ve bu süreci yaşayanlar hala içimizde yaşıyor.

Bu ve bunun gibi çalışmalar gün yüzüne çıkarılıp uluslararası platforma taşınabilir.

Bunlar tarihin mihenk taşıdır.

Dünyada insanlık adına mücadele veriliyorsa, bu çalışmayı yapan kurumlar, şahsiyetler bunu bütün dünya insan hakları savunucularına ulaştırmalıdır.

Nazilerin insanları fırınlara atması nasıl dünyada biliniyorsa Diyarbakır Cezaevi de gerçekten çok daha ağır vahşete ve kaybedilen yaşamlara sahne oldu.

Bunu bütün dünya bilmelidir, diye düşünüyorum.

Örnek o kadar çok ki…  Bir DDKD Davası'nda Necmettin Büyükkaya'nın işkencede öldürülmesinden bir gün önceki duruşmaydı.

Bir tutuklu sanık kalktı ve "Hâkim bey biz buraya cesetlere basarak geldik (burada uzuuun bir soluk aldı), onun için bizim can güvenliğimiz yoktur" dedi.

Onu teyiden Necmettin de kalkıp "Hâkim bey yaşamımıza yönelik gerçekten de saldırılar var, önümüzdeki celsede gelemezsem sorumlusu iç güvenlik amiridir, benim hiçbir sağlık problemim yoktur" şeklinde konuştu.

Şimdi bunlara karşı "Hâkim yalan söylüyorsunuz" diyor. Bu ve benzeri cevaplar karşısında tutukluların yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.

O kadar pervasızlardı ki Necmettin'i gerçekten de öldürdüler. Havalandırmada kalaslarla döverek öldürdüler (22 Ocak 1984). 

Düşünün ondan sonraki duruşmada hâkime bunu söyledik, "Bu insanlar yaşam hakkımız tehlikede" dedi siz 'yalan' dediniz.

Yalan olmadığını söylemek için bu insanların ölmesi mi gerekiyordu?

Biz avukatlar da bunları iç ve dış kamuoyuna yansıtmaya çalışıyorduk.

Biz çalıştıkça heyetler geliyordu ve artık Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlar yavaş yavaş anlaşılmaya, Avrupa'dan ses getirmeye başlıyordu.

Dedim ya daha önce bir istisna olarak algılanan şeyin artık bir sistem olduğu ve bunun bir merkezi olduğu anlaşıldı.

Meselenin vahameti anlaşılınca Avrupa ilgilenmeye başladı ve Diyarbakır Cezaevi'ne daha sık gelmeye başlandı.

 

 

*Av. Mustafa Özer tanıklığı, Diyarbakır Askeri Cezaevi 12 Eylül 1980-84 dönemine ilişkin...

Biyografi: Mustafa Özer 1948 Siverek doğumlu. İlk ve orta eğitimini Siverek'te tamamladı. Üniversiteye 1968 yılında Kimya Mühendisliği'nde İstanbul'da başladı. Ailesinin ekonomik durumundan ötürü ücretli olan okulunu bırakmak zorunda kaldı. 1971'de girdiği Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni 1978'de bitirdi. Stajını da yaptıktan sonra Diyarbakır'a döndü. 12 Eylül darbesinin bütün o baskı ve işkence zamanlarında Diyarbakır'da oldu.  Halen Diyarbakır'da avukatlık yapmaya devam ediyor. Sınırlı bir kısmı üzerinde çalışılarak makaleye dönüştürülen Yüzleşme Görüşmesini kendisiyle Diyarbakır'da Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu üyesi Nimet Tanrıkulu yaptı.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU