Birçok insanın sormaktan kaçındığı soru!

"Aksa Tufanı felaketi, İsraillilerin Filistin halkına yaşattığı ve yaşatmaya devam ettiği o diğer felakete nasıl yol açtı?"

Fotoğraf: AP

Birçok insan acil, hatta yakıcı bir soruyu sormaktan kaçınıyor ve bu kaçınma öyle bir kerteye varıyor ki, o sorunun hayaleti önlerine çıktığında onu kamufle etmeye veya belki de yutmaya çalışıyorlar.

Soru şu:

Aksa Tufanı felaketi, İsraillilerin Filistin halkına yaşattığı ve yaşatmaya devam ettiği o diğer felakete nasıl yol açtı?


Öyle bir felaket ki yakın zamanda Hamas liderlerinden Musa Ebu Merzuk, sonuçlarını önceden tahmin etseydi operasyonun en baştan yapılmayacağını söyledi.  

Öte yandan operasyonun sonuçları nasıl Suriye ve Lübnan halklarına müjdeler taşıdı; Şam'da onlarca yıldır varlığını sürdüren suçlu bir rejim yıkıldı ve neredeyse ebedi gibi görünen Hizbullah milisleri Beyrut'ta zayıflatıldı.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Filistin'de, Filistinliler vahşi bir zulümle, şu anda ve öngörülebilir gelecekte, her türlü güç ve kuvvetten yoksun bırakıldılar.

Bu durum, daha önce Aksa Tufanı’nın Filistin sorununu "masaya getirdiği" yönündeki çılgın beklentilerle tamamen çelişiyor.

Suriye ve Lübnan'da ise iki ülke halklarının ve toplumlarının nasıl hareket edeceklerinden bağımsız olarak, en azından prensipte, iki ülkenin halkları için iki büyük güçlenme fırsatı bulunuyor.

Bu soru birkaç nedenden ötürü çok hassas.

Bunlardan en önemlisi, birbirini izleyen ve bizi tüm Araplar için ulusal, tüm Müslümanlar için dini ya da  bölgedeki ve dünyadaki bütün emekçiler için solcu "tek kader"e inandıran birçok ideolojinin yarattığı miras alınmış varsayımlara değinmesidir.

Direnişçiler belki de bu efsanenin tek mirasçılarıdır, çünkü üç ülkenin elde ettiği sonuçların ya hepsinin zafer olması ya da hepsinin yenilgi olması, dolayısıyla bu yenilginin "kaderimiz tek" olduğu için bizi yeniden birleştirmesi temelinde eşit olduğunu düşünüyorlar.

Ancak Esad rejiminin düşüşünü bir trajedi olarak görenler, aslında görünürde tutarlı olan bu anlatının çöküşünü deklare etmektedirler.

İşte bu durum, direnişçilerin bir kısmının Beşşar Esad'ın devrilmesine çok geç kalmış acınası bir sevinç gösterme çabasını açıklıyor.


Gerçek şu ki, bu soruya hemen hemen otomatik olarak verilecek ilk cevap, söz konusu ülkelerin yollarının, hem olayların karşılanması hem de bu olayların kendilerine yansıması konusunda her birinin diğerinden bağımsızlığını teyit ettiğidir.

Bu durum, olaylara tek tanrılı mitlerin dışından bakmak isteyenler için yeni bir şey olmasa da, bu kez görmek istemeyenlerin bile görmek zorunda kaldığı bir parlaklıkla ve fırtınalı bir şekilde yaşandı.

Her ülkenin koşullarının diğer ülkenin koşullarından farklı, hatta onunla çeliştiğinin ortaya çıkması, elbette Aksa Tufanı’nı gerçekleştirenlerin akıllarına bile gelmeyen büyük ve çok sayıdaki gerçeklerden biridir.

Onlar Aksa Tufanı sonrasında milyonların ya Mescid-i Aksa'da namaz kılmak veya başka bir dini veya dünyevi amaç için ayağa kalkacağı yanılgısı içindeydiler.
 


Ancak ilk cevabın basitliğine biraz karmaşıklık katan ikinci cevap, Filistin davasının, Aksa Tufanı’nda felaketin zirvesine ulaşmadan önce direniş tarafından kendisine verilen şekil ile ilgilidir.

Bu dava yalnızca yüce ve kutsal bir şey haline getirilmekle kalmadı, aynı zamanda Filistin halkı da dahil olmak üzere halkların çıkarları ve özgürlükleriyle çatışma içine sokulduğu için siyasi olarak da çözülemez hale getirildi.

Bu anlamda ve İran'ın sürekli himayesinin gölgesinde, Esad rejimi gibi bir rejim ve Hizbullah gibi bir milis gücü, bu davayı temsil etme ve sözcüsü olma noktasında ön sıraya yerleştiler.

Ancak direnişçiler, davaya bu şekli vererek, her ne kadar kendisine acı ve bazen kaçınılabilecek bir şovenizm tadı katmış olsalar da ulusal meselelerin bağımsızlığı dönüşümünü hızlandırdıklarının farkında değillerdi.

Üstelik bu dönüşümden ilk etkilenenler de kendileri oldu. Halklardan karşılama ve yerine getirme kapasitelerinin ötesinde çok şey talep ettiler.

Toplumların, ulusal egemenliğin, keza kuşakların dönüşüm ve özlemlerinin netlik kazanan derin yönelimine aykırı bir yönde çok ileri gittiler.


Ancak davaya verilen  zararlar bununla sınırlı kalmadı. İlgili ülkelerin on yıllardır sürdürdükleri ilhak politikaları sonucunda Suriyeliler ile Lübnanlıların elde ettikleri büyük fırsat da eksik ve kusurluydu.

Lübnan'da sınır hattında işgal edilmiş noktalar var, Suriye'de ise işgal edilen ve 1967'de işgal edilen topraklara eklenen topraklar var.

Bu durumda iki ülke, aslında kaçınılabilecek tavizleri vermek zorunda kalabilir.

Bugün korkulan hususlardan biri de İsrail'in iki ülkeyi ve bu ülkelerdeki yeni statükoyu yüksek bir bedel ödemeye zorlamasıdır.

Ancak bu bedel, davaya katılmanın, davayı sürdürmenin, yeni kurtuluşlarını engelli ve tahmin edilmesi zor bir süre boyunca askıya alınmış bir şekilde kalmasının bedelinden daha azdır.  

Bu arada Tel Aviv'in müzakerelerdeki kozları arasına eklenecek bizim iç çatışmalarımıza da bahis oynaması pek de olasılık dışı değil.

Her halükarda Suriye ve Lübnan'ın durumu felaket boyutlarda görünüyor.

Birçok ödemesi birikmiş ve ilerlemeye devam edebilmek için hepsini bir kerede ödemek zorunda olan birisi gibi.

Ancak bu, aynı zamanda sorumlu siyaset yapma yeteneğimize yönelik bir sınavı olarak karşımıza çıkıyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU