İtalya ve İsveç'te eylül ayı içinde genel seçimler yapıldı. İtalya'da aşırı sağcı kimliğiyle bilinen Giorgia Meloni liderliğindeki İtalya'nın Kardeşleri Partisi (FdI) yüzde 26,2'ik oyla seçimi kazanırken, İsveç'te ise Neo-Nazi hareketinden doğan ve radikal bir siyasi parti konumundaki İsveç Demokratları Partisi (SD) ülkede yüzde 20,5 gibi bir oy oranı ile ikinci parti oldu.
Sadece bu iki parti değil, Almanya'da AFD, Fransa'da Le Pen'in Ulusal Cephesi, İspanya'da Vox Partisi ve birçok aşırı sağ partileri de giderek oylarını yükseltiyor.
Sağ tandanslı partilerin son dönemlerdeki yükselişi, Avrupa'da "yükselen milliyetçilik" söylemlerini yeniden gündeme getirdi.
Pandemi süreciyle birlikte AB'ye duyulan güvensizlik, uzayan Rusya-Ukrayna savaşı, artan göçmen ve mülteci dalgası, ekonomik darboğaz gibi sebepler yükselen milliyetçiliğin arkasındaki tetikleyici dinamikler olarak görülebilir.
Öncelikle İtalya'daki duruma bakacak olursak, Meloni'den sonra en çok oyu alan ikinci parti yüzde 19,2 ile merkez solun çatı partisi Demokratik Parti olurken, seçimde en yüksek üçüncü oyu da eski Başbakan Giuseppe Conte liderliğindeki 5 Yıldız Hareketi (M5S) oldu.
Meloni'nin başbakanlığıyla birlikte aşırı sağ bir parti, İkinci Dünya Savaşı döneminde güç sahibi olan Benito Mussolini'den bu yana ilk kez iktidara gelmiş oldu.
Ayrıca İtalya tarihinde ilk kez bir kadın başbakan göreve gelmesi de, İtalya siyasi tarihi açısından bir dönüm noktası.
FdI, Avrupa'ya euroskeptik (Avrupa şüphecisi) bir bakış açısıyla yaklaşan, göçmen ve mülteci karşıtlığını hedef alan, milli değerleri ve geleneksel aile değerlerini savunan bir parti olması özelliğiyle dikkat çekiyor.
Yasadışı göçmenlerin vakit kaybetmeden sınır dışı edilmesi ve dışarıdan daha fazla göç alınmaması, ulusal İtalyan egemenliğinin korunması, Avrupa'nın Müslümanlaştırılmasına karşı savaşılması, ekonominin devlet tekelinde olması, LGBT ve kürtaj ile mücadele edilmesi, "Made in Italy" markasının korunması gibi politikalar, partinin manifestosunun temel noktalarını oluşturuyor.
Seçim kampanyalarında sürekli AB'nin çıkarları için değil, İtalya'nın ulusal menfaatleri için çalışacağını söyleyen Meloni'nin bu aşırı milliyetçi tavırları sağ tandanslı seçmenlere umut verirken, liberal ve sol tandanslı seçmenlerde ise kaygı uyandırıyor.
İtalya'nın Kardeşleri'nin geçmiş seçimlerden bugüne kadar olan süreçteki performansına bakacak olursak, 2013'teki genel seçimlerde yüzde 2, 2018'de ise yüzde 4 oy aldığını görüyoruz.
Son seçim sonuçları ise son 4 yılda partinin keskin bir yükseliş gösterdiğini ve oy oranının yüzde 25'e dayandığını gösteriyor.
Bu oran Meloni ve liderliğini yaptığı parti açısından büyük bir başarı olarak görülebilir, zira hiç ümit vermeyen ve İtalyan siyasetçiler tarafından yıllardır "neo-faşist" veya "Mussolini fanatiği" damgası yiyen bir partinin toplum nazarında gördüğü bu yüksek değer, FdI'ya sert biçimde muhalefet eden siyasetçilerin yüzüne tokat gibi çarpıyor.
İsveç'te de durum İtalya'dakine benzer. Bir zamanlar neredeyse tüm siyasi partiler tarafından "Neo-nazi" fikirleri ile dışlanan İsveç Demokratları Partisi'nin (SD) oyların yüzde 20'sini kazanması İsveç siyaseti açısından önemli bir dönüm noktası.
Parti seçim kampanyasında, daha uzun hapis cezaları, suçla mücadele ve göçü önleme gibi milliyetçi argümanlar öne sürerek "güvenlik odaklı" bir yaklaşımı benimsedi.
SD, 2018 seçimlerine kıyasla oyunu üç puan daha artırarak sağ ittifak içindeki koalisyona katılma hakkını yakaladı.
Seçimlerden sonra hükümet kurma yetkisi verilen Ulf Kristersson'un muhafazakâr Ilımlıları ile birlikte Jimmie Åkesson'un neo-Nazi "Demokratları", sosyal demokrasi ve İskandinavya modeli, yurttaş hakları, cinsiyet eşitliği, çok kültürlülük gibi İsveç ile özdeşleşen kavramlara rağmen seçimi kazanmasını bildi. 1
Muhafazakâr blokun seçimdeki iş birliği süreci de, İsveç Demokratları'nın itibar görmeye başladığını gösteren bir faktör oldu.
Avrupa'da "Özgürlüklerin beşiği" arasında gösterilen İsveç'te özgürlüklerden ziyade "güvenlik" kavramının seçmen nezdinde daha fazla yankı bulduğunu görmüş olduk.
İsveç ve İtalya seçimlerini daha genel biçimde okumak gerekirse, aslında bu seçim sonuçları Avrupa'da aşırı sağın yükselişinin bir tezahürü niteliğinde.
Yakın zamanda patlak veren Rusya-Ukrayna krizi sonrasında Avrupa içlerine kadar yayılan ve sayıları7,5 milyonu bulan bir Ukraynalı göçmen dalgası var.
Savaşın ilk zamanlarında Polonya, Macaristan ve Slovakya gibi Doğu Avrupa ülkeleri "Hristiyan kardeşlerimize kapımız açıktır" mantığıyla mültecilere kapılarını açsa da, savaşın beklenilenin aksine bu kadar uzun sürmesi ve Putin'in tehditlerin dozajını artırması, Avrupa halkı açısından artan göçmen dalgasına karşı "kırımızı alarm" durumu yarattı.
Hatta biraz daha geriye doğru gidersek Arap Baharı sonrasında Türkiye'yi transit geçiş noktası olarak kullanıp Avrupa'ya geçmeye çalışan, bilhassa 2015 sonrasında IŞiD'in baskısından kaçarak artan bir ivmeyle Avrupa'ya düzensiz geçiş yapan bir Suriyeli mülteciler gerçeği var.
Toplum artık kökeni ne olursa olsun mültecilerin ülkelerine kolay kolay dönmeyeceği gerçeğinden hareketle, bu kalıcılığın demografik yapıyı bozacağını, güvenlik kaygısı yaratacağını ve işsizlik ve yüksek enflasyon gibi ekonomik riskler ortaya çıkaracağını düşünmeye başlıyor.
Bu durum, aynı Suriyelilerin ilk geldiği zamanlarda Türk toplumunun; Suriye'de savaşın kısa sürede biteceği ve Suriyelilerin ülkelerine geri döneceği yönündeki beklentilerinin boşa çıkıp, -en apolitik kesiminin bile- mültecilere karşı keskin önyargılar oluşturacağına ve onları dışlayacağına benzer bir tablo sunuyor.
Yani tarih tekerrürden ibaret olabilir. Daha şimdiden Avrupa'da artan enflasyon oranları, yükselen enerji fiyatları ve Rus ambargosundan ötürü doğal kaynaklara erişimde sıkıntı yaşanması, Avrupa'nın göçmenlere nereye kadar kucak açacağını ve bu insanların ekonomik olarak Avrupa'ya ne kadar külfet olacağını sorgulatıyor.
Avro Bölgesi'nde enflasyon Rusya-Ukrayna savaşının etkisiyle eylülde çift haneye ulaşarak rekor tazelerken, eylül ayında Merkez Avrupa'da Almanya'da yüzde 10,9, İtalya'da 9,5, İspanya'da 9,3, Belçika'da ise 12'yi bulmuş durumda.
Bu ekonomik gidişat da, son 50 yıldır bu seviyeleri görmeyen AB nüfusu için geçim sıkıntısına yol açıyor.
Enerji ve gıda fiyatlarındaki keskin artış enflasyonu yukarı yönlü baskılarken uzun süren Rusya-Ukrayna Savaşı da bu Avrupa ekonomisini olumsuz etkiledi.
Enerjiden gıdaya birçok alanda varlığını hissettiren fiyat artışları, birçok Avrupa ülkesinde tüketicilerin yaşam maliyetini ciddi oranda artırdı.
Bu noktada aşırı sağ partilerin seçim manifestolarındaki "yerli üretime dönüş, "dışa bağımlılığın azaltılması", "devletçi ekonomi modelinin geliştirilmesi", "AB bütçesine daha az pay ayrılması" gibi ekonomi politikaları, Avrupalı yerel seçmen nezdinde daha popüler hale geliyor.
Dolayısıyla Avrupa'da birçok ülkede görülen liberal ekonomi modeli, yerini daha otoriter ve müdahaleci eğilimlere bırakıyor.
Aşırı sağın bu yükselişi "Euro" birliğini de ciddi şekilde tehdit ediyor.
Mülteci fazlalığının Avrupa'ya getireceği "kimlik dönüşümü kaygısı", "göçmen ve çokkültürlülük karşıtlığı" gibi kavramlar üzerinden ulus devlet modeline geçişi körükleyecek gibi duruyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Aşırı sağ, Avrupa kültürünün kendi kültürel kimliğini Avrupa kıtası dışından olan kültürlerin istilasından koruma hakkı olduğuna inanıyor.
Bu durum da daha çok Arap ve Afrikalı Müslüman göçmenlere karşı olan önyargı ve tabuları şahinleştiriyor.
Bu durum da İslamofobi gibi yabancı düşmanlığını hedef alan kavramları daha çok ön plana çıkarıyor.
Avrupa'da 27 ülkede İslam karşıtı ırkçı eylemlerin derlendiği "Avrupa 2020 İslamofobi Raporu"na göre Avrupa'nın birçok ülkesinde İslamofobik vakalar artış göstermiş durumda.
Raporda Avusturya, Fransa ve Çekya gibi ülkelerde Müslümanlara yönelik nefret suçlarında artış görüldüğü, Avusturya'da Müslümanlara ait kuruluşları "fişleme merkezleri" kurulduğu, İsveç'te hükûmetin "yeni dinî okulların inşasını yasaklama kararı" aldığı, Bulgaristan'ın eğitim sisteminde derslerde "Osmanlı Devleti'nin Hristiyan Bulgarları zorla İslamlaştırdığı" algısının yaratıldığı gibi Müslüman göçmenleri dışlayıcı ve ayrımcı politikalara vurgu yapılmış.
Bu raporda anlatılanlar, İslamofobi'nin toplum düzeyinden devlet düzeyine doğru evrildiğini, yani İslamofobi'nin kurumsallaştığını gösteriyor.
Rusya-Ukrayna Savaşı'ndan sonra Avrupa'nın güvenlik adına bazı rasyonel hamleler yaptığını veya yapacağını görüyoruz.
Örneğin, Almanya yıllar sonra silahlanma kararı aldı. Başbakan Scholz'un ordunun modernizasyonu için 2022 bütçesinden 100 milyar avroluk özel bir fon kurulmasına karar verildiği yönündeki açıklamaları, hükümeti silahlanma için kesenin ağzını açmaya itti.
Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra Almanya, savunma bütçesini azaltarak kendi ordusunu yurtdışındaki NATO misyonlarına yardım etmek için kullanmıştı fakat şimdi kendi ulusal sınırlarını korumak için kullanacak.
Yine Avrupa Birliği'nin savunma ve güvenlik alanında gelişmesi kapsamında bir "Stratejik Pusula" belgesi onaylandı ve bu çerçevede 2025'te 5 bin kişilik bir Avrupa ordusu kurulması planı var.
Dolayısıyla artık Avrupa kendi ulusal güvenlik çıkarlarını önceleyerek yumuşak güçten sert güce (hard power) doğru evriliyor.
Bu da Meloni'nin "önce İtalya" mottosunu doğrular mahiyette üyelerin ulusal güvenliğini, AB'nin veya NATO'nun ortak güvenliğine nazaran daha üst bir kefeye koyuyor.
Ez cümle; Avrupa'da son dönemlerde görülen güvenlik kaygısı, göç, uzun süren savaş, Avrupa şüpheciliği, kötü giden ekonomi gibi birçok sebep milliyetçilik akımını körüklüyor.
Kısa vadede hem toplumsal hem de kurumsal alanlarda yükselen milliyetçilik söylemlerinin ve sert güç kullanımının eyleme geçirildiği günleri daha sık görmemiz kuvvetle muhtemel.
İngiltere'nin Brexit örneğinde olduğu gibi aşırı sağın iktidarda olduğu ülkelerde AB'den kopuş süreçleriyle karşılaşmamız da sürpriz olmayacaktır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish