Tek parti döneminin yarattığı sonuçlar

Zeki Sarıhan Independent Türkçe için yazdı

1927 yılında Türkiye'nin idari haritası (Yıllar sonra, 1939'da, Hatay Devleti, Türkiye'ye katıldı) / Fotoğraf: Wikipedia

"Tek parti dönemine güzelleme" başlıklı geçen yazımda 1925-1950 dönemindeki siyasi rejimin bazı özelliklerini özetlemeye çalışmıştım.

Konuyu irdelemeye devam ettiğim bu yazıda o rejimin sebep olduğu sonuçlar üzerinde duracağım.


Tek parti iktidarının sınıfsal özelliği

Tek parti yönetimi düpedüz bir burjuva iktidarıdır. Bazılarının ileri sürdüğü gibi bir "Küçük burjuva" iktidarı değil.

Kapitalistlerin ve toprak ağalarının, eşrafın ve bürokrat burjuvazinin bir koalisyonudur.

Amacı, ülke kaynaklarına bu sınıfın el koymasıdır. Bunu ancak muhalefet üzerinde sıkı bir yasaklamayla yapabilirlerdi.

Yönetim, ülkede sınıfların olmadığını ileri sürmüş, bunu ileri sürmeyi ve buna göre dernek, parti kurmayı fiilen suç saymış, İtalya Faşist Ceza Yasası'ndan Ceza Kanunu'na aktardığı 141 ve 142'inci maddelerle de yaptırıma bağlamıştır.

Türk burjuvazisi, ilk zenginleşme hamlesini Birinci Dünya Savaşı'nda tehcir ve taktille gayrimüslimlerin mallarına konarak ve karaborsa yoluyla yapmıştı.

İkinci zenginleşme hamlesi, devletçilik politikaları adı altında devlet teşvikiyle patronlara aktarılan servetler ve 1929 buhranında yaratılan karaborsa yoluyla gelmiştir.
 

 

Bu sınıfın finansörü, bu amaçla 1925'te kurulmuş olan İş Bankası'dır. Bu bankanın ve Orman Çiftliği'nin Hindistan Müslümanlarının Kurtuluş Savaşı'nda kullanılması için Hint Müslümanlarının gönderdiği paralarla kurulduğu yılın tek parti döneminin de başladığı yıl olması ilginçtir.

Bir devlet başkanının banka ve geniş çiftliklerin sahibi olması günümüzde büyük itirazlara sebep olur. Bunun tek parti döneminde suskunlukla karşılandığı sanılabilir.

Fakat çiftliklerin devlete, banka hisselerinin büyük bölümünün devlet kontrolündeki iki derneğe bağışlanmasının, kamuoyunun bu konudaki sessiz baskısı sonucu olduğu açıktır.

Atatürk'ün bunları (çiftliklerini) bağışladıktan sonra "Üzerimden büyük bir dağ kalktı" demesinin nedeni de budur.


Tek parti döneminin köylü politikası

1 Mart 1922'de Mustafa Kemal Paşa'nın Meclis'te söylediği "Köylü milletin efendisidir" sözü tek parti döneminde kâğıt üzerinde kalmıştır.

Bu dönemde yapılan bayındırlık hizmetlerinin kaynağı köylülerden alınan ağır vergilerdir. Topraksız köylülere toprak verilmemiş ve köylüler ağaların, şeyhlerin, tefecilerin insafsız sömürüsüne terk edilmiştir.

Köylüler o dönemi jandarma ve tahsildarla hatırlamaktadırlar. Vergisini veremeyen köylülerin sağmal bir ineğine ve kazanına bile el konulmuştur.

Köylüler, sorunlarını köy ve kasabalarda mütegallibeyi atlayıp devlet kurumlarına iletememişlerdir. Bunu yapacak ne bir örgütleri vardır ne de bir muhalefet partisi.

 1937'de açılan Köy Öğretmen Okulları ve bunun gelişmiş hâli olan Köy Enstitüleriyle tek parti rejimi, parti politikalarını köylülere ulaştırmak, onları okuryazar yapmak, köylülerin modern tarıma geçmesiyle üretimin artmasını hedeflemiştir.

Daha baştan yapılması gereken bu programın 1930'ların sonlarına sarkması, tek parti yönetiminin bu konuda ne yapması gerektiğine karar verememiş olmasındandır.

Gene de Köy Enstitüleri, Cumhuriyet'in geç de olsa yaptığı en iyi işlerden biri iken, İkinci Dünya Savaşı koşullarında köy çocuklarının okuduğu bu okullarda sosyalist düşüncelerin filizlenmesi, partinin yönetimini ürkütmüş ve bu okulların da hakkından gelinmiştir.
 

 

Tek parti döneminin hâkim ideolojisi

Tek parti döneminin ideolojisi devlet partisinin bayrağında olan, devlet-parti bütünleşmesiyle 1937'de Anayasa'ya da işlenen ve Altı Ok'la temsil edilen ilkeler olmakla birlikte, bunlardan en öne çıkanı milliyetçiliktir.

Tek parti savunucuları bunu "ümmetten bir millet yaratma", "millî birliği sağlama" ve milliyetçiliğin, yurtseverliği ifade ettiği gibi yorumlarla mazur göstermeye çalışıyorlarsa da milliyetçilik adı altında düpedüz ırkçılık yapılmıştır.

Bunun esası, Türk milletinin dünyanın en eski ve en büyük milleti olduğudur. Bütün dillerin Türkçeden türediği ve bütün uygarlıkların Orta Asya'dan göçlerle Türkler tarafından yaratıldığı ileri sürülmüştür.

Ülkede yaşayan diğer kültürler yok sayılmış, Kürtlerle daima potansiyel bir tehlike olarak görülmüş, bu nedenle Kürt bölgelerinden yükselen itirazlar şiddetle bastırılmıştır.

1930'ların bu milliyetçiliği günümüzde "Ne mutlu Türküm diyene" sözüyle devam ediyor.

1930'larda Türkçedeki diğer dillerden geçmiş, özellikle Arapça ve Farsça sözcükleri ayıklamak, arı bir Türkçe yaratma çabasına girişilmiştir.

Bu dönem yöneticilerin halktan tamamen uzaklaştığı bir döneme denk geliyor. 1934'te çıkarılan Soyadı Yasası'yla bütün soyadlarının öz Türkçe olması şart koşulmuştur.

Saf bir dil yaratma politikasının yöneticilerin halka anlaşmasını da zorlaştırdığı anlaşıldığından bu politikadan çok geçmeden vazgeçilmiştir.

Gene de dil politikası, Türkçe'nin sadeleşme hızını artırdığı söylenebilir. Özellikle terimlere Türkçe karşılıklar türetilmesi eğitim dilinin kolay anlaşılmasını sağlamıştır.
 

 

Tek parti diktatörlüğü olmasaydı

Türkiye 1925'ten sonra tek parti ve tek adam rejimine geçmeseydi, bunun yerine çok partili demokratik hayat uygulansa ne olurdu?

İddia edildiği gibi, Türkiye çağdaşlaşamaz, Cumhuriyet döneminde yapılan reformlar gerçekleşemez, Türkiye geri bir Asya ülkesi olarak mı kalırdı?

Böyle söyleyenler Türkiye'nin Osmanlı'dan beri Ortadoğu ve komşuları ülkelerden farklı bir gelişim çizgisinde bulunduğunu görmezlikten geliyorlar.

Padişahlık, tek parti rejimi kurulmadan üç yıl önce 30 Kasım 1922'de muhalefetin de bulunduğu Meclis tarafından kaldırılmıştı, dolayısıyla tek parti rejimi olmasaydı Türkiye'nin hâlâ padişahlıkla yönetileceğini söylemek doğru değildir.

Cumhuriyet ilan edildiği zaman da ülkede henüz tek partili rejim kurulmamıştı. Ankara, Takriri Sükûn Kanunu'ndan önce başkent olmuş, halifelik gene 1924'te kaldırılmış, Eğitim Birleştirilmesi Yasası da 1924'te kabul edilmişti.

Dolayısıyla Cumhuriyet döneminin ilk önemli reformları, tek parti rejimi kurulmadan önce gerçekleştirilmiştir ve bunlar zaten alt yapısı olgunlaşmış ve vakti gelmiş olan yeniliklerdi.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

1923 seçimlerinde Atatürk'ün başında bulunduğu partinin Meclis'te çoğunluğu elde etmesi, kendisinin de Cumhurbaşkanı seçilmesi, Kurtuluş Savaşı'nda kazandığı ün nedeniyle doğaldır.

Belki 1927 seçimlerinde de benzer bir sonuç ortaya çıkardı, fakat serbest seçimler olsaydı, daha sonraki yıllarda aynı sonucun alınacağı kuşkuludur, hatta Serbest Fırka denemesine bakılırsa imkânsız görünmektedir.

Belki de hem Atatürk ve CHP için, hem de Türkiye demokrasisi için Atatürk'ün 1920'lerin sonuna doğru aktif politikadan çekilmesi yerinde olurdu.

Söz verdiği halde bunu yapamamıştır. Türkiye halkı, bütün halklar gibi kahramanlarına saygı duymasını bilir. Onun milletin kalbinde seçkin bir yeri olmasının asıl nedeni, Kurtuluş Savaşı'na önderlik etmiş olmasıdır.

Türkiye tek parti diktatörlüğü altına sokulmasaydı, belki bazı reformlar daha geç yapılacaktı fakat Türkiye halkı büyük bir demokrasi deneyimi edinecekti.

Daha demokratik bir kültür oluşacak, sosyal bilimler daha erken gelişecek, 12 Mart, 12 Eylül ve Fetullahçı darbe gibi hareketler bazı çevrelerde meşruiyet bulamayacaktı.

Emekçiler, halkçı aydınlar, daha köklü bir örgütlenme tarihine, hak arama kültürüne sahip olacaklar, bu durum onların yaşam kalitesini de yükseltecekti.

Kürt isyanları olmayacak, solcuların hayatlarının bir kısmı hapishanelerde geçmeyecekti.

Bu nedenle değil midir ki, birçok yazımda ifade etmeye mecbur kaldığım, hatta bir görev bildiğim üzere, CHP, bir türlü belini doğrultamıyor.

CHP arabası, tek parti döneminde yüklenmiş bagajı nedeniyle uzun yıllar tek başına iktidar olamadı.

Parti yöneticilerinden bir kısmı, bu tıkanıklığı aşmak için "helalleşme" gibi söylemlerle özeleştiri denemelerinde bulunuyorlar. Fakat atı alan Üsküdar'ı çoktan geçmiştir...
 

Atatürk bir vatandaşla sohbet ediyor. (30 Aralık 1931).jpg
Atatürk bir vatandaşla sohbet ediyor, 30 Aralık 1931 / Fotoğraf: Wikipedia

 

Atatürk eleştirilemez mi?

Yazılarımda zaman zaman tek parti döneminin eleştirisini yaptığımda, bazı okurlarımın sert eleştirilerine uğradığım için bir yazımda açıkça sordum:

Atatürk eleştirilemez mi?

Buna gelen yanıtlarda teorik planda "Hayır" diyen olmadı. Fakat o dönemin her uygulamasına, her ideolojisine bir kılıf uydurmaya devam ediliyor.

Diplomaya sahip olsalar, "aydın" sıfatını taşısalar da bu kesimin henüz aydınlanma dairesine giremediği görülüyor.

Bir kişiyi veya hareketi ya göklere çıkarmak, ya yerin dibine batırmak Doğu toplumlarına, özellikle Araplara özgü bir durumdur.

İslam öncesi kâbedeki yıllık panayırlarda şairler kendi kabilesinin üstünlüklerini övmek, ya da hasım oldukları kabileyi yermek için yarışırlarmış.

Biz Doğu ile Batı arasında sıkışmış, her ikisinden de özellikler taşıyan bir toplumuz. Doğulu özelliklerimizden biri, lidere tapıcılıktır. Bunun günümüzdeki en aşırı örneği Kuzey Kore'de yaşanıyor.

Türkiye'de bir kısım okumuşun durumu da bundan farksızdır. Uhrevi hayatın tanrısı yerine dünyevi hayatta bir tanrı koymak veya tanrıları ikilemek aydınlanma değildir.

 
"Tek adam" rejimine direnmek için

Tek parti dönemi'ni yorumlamaya gelince gerçeklere gözlerini kapatan ve yapılanlara mazeretler üretmeye çalışan aydınlar, günümüzdeki tek parti ve tek adam rejimine ilkeli bir muhalefet yapamazlar.

Benzer hareketleri geçmiş için mazur görenler, gelecekte de onayladıkları bir iktidarın aynı uygulamalarına göz yumacaklar veya destek vereceklerdir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU