Aydınlarımızın bir kısmı için 1923-1950 yıllarını kapsayan tek parti dönemi, kaybolmuş bir cennettir.
Bu dönemin siyasetlerine ve uygulamalarına geri dönmeyi ciddi ciddi savunmaktadırlar.
Bir ırmakta iki kez yıkanmak mümkün olmadığı gibi, halkçı bir aydının bu dönemin yeniden yaşanmasını savunması düşünülemez.
Tek parti dönemine derin bir hayranlık duyan bu okumuşlara göre, Cumhuriyet, Osmanlı'dan sıfır noktasında bir toplum ve devlet devralmıştır.
Osmanlı Türkiye'si ile 1923 sonrası Türkiye'si arasında birçok farklar vardır ama Cumhuriyet'in Meşrutiyet döneminden dişe dokunur hiçbir şey devralmadığı da doğru değildir.
Böyle bir iddia, Cumhuriyet'i kuran ve kökleştiren kadroların nereden ve nasıl yetiştiğini de görmezden gelmektir.
Bu iddia, bütün Cumhuriyet tarihi boyunca, devletin yaptığı ısrarlı bir propagandanın sonucudur.
Her rejim devraldığı koşulları kötülemek ve kendini övmek zorundadır. Garip olan tek parti döneminin hâlâ aşırı övülmeye ihtiyaç duymakta oluşudur.
Tek parti döneminin temel özelliği, Tanzimat döneminde girilen Batılılaşma hareketine ivme kazandırmış olmasıdır.
Bunu yaparken devlet farklı düşünceleri baskı altına almış, söz ve örgütlenme haklarını yasaklamıştır.
Siyaset dışına itilen akımlar arasında muhafazakârlar ve halkçılar (sosyalistler) başta gelmektedir.
Halkçılığın tasfiyesinin, adında "halk" olan, ilerleyen yıllarda ilkeleri arasına "halkçılık" ilkesini de yazan bir parti tarafından yapılmış olması dikkate değer.
"Halk, "adalet", "demokrasi", "kalkınma", "eşitlik", hatta "işçi", "sosyalist" gibi kavramlar, dönemin ruhu gereği partilere ad olarak konulmakla birlikte, bu partilerin tam tersine hareket ettikleri çok görülmüştür.
CHP'nin kurulduğu yıllarda hem Cumhuriyet, hem halkçılık akımları bütün dünyada çok yaygındı. Bütün burjuva partileri, sınıf karakterlerini gizlemek için bu gibi kavramları istismar ederler.
Tek parti döneminin sihirli bir anlam yüklediği sözcük "Cumhuriyet"tir.
Partinin adında da, altı ilkesinde de bu sözcüğe olağanüstü bir anlam yüklenmiştir.
Ancak tek partili Cumhuriyet'in, ondan önceki dönemden farkı, devletin başında iktidarın bir hanedandan olan padişahın olmayışıdır.
Hatta İkinci Meşrutiyet'le Osmanlı padişahının yetkileri nerdeyse sembolik hale gelmişti.
Mutlakıyetin yerini, padişahlarda da olmayan yetkilerle donanmış bir parti olan İttihat ve Terakki'nin yönetimi almıştı.
Türkiye, meşruti; yani padişahın yanında bir Meclis'in de bulunduğu, padişah yetkilerinin şartlı hale getirildiği, sınırlandığı rejime 1876 Anayasası ile girmiş, İkinci Abdülhamit döneminde verilen aradan sonra 1908'de meşrutiyet yeniden ilan edilmişti.
Bu durum, İttihat ve Terakki'nin hükümet darbesiyle iktidara geldiği 1910'dan sonra, parti merkez komitesinin, özellikle de üç kişinin (Enver, Talat, Cemal Paşalar) mutlak diktatörlüğüne dönüşmüş, İttihat ve Terakki'nin 1918'de yıkılmasından sonra padişah, meclisi de kapatarak Meşrutiyet'i kâğıt üzerinde bırakmış, Anadolu'da millet temsilcilerinin zorlamasıyla, Türkiye yeniden parlamenter meşruti sisteme dönmüştü.
Devlet merkezini Anadolu'ya taşıyan Kuvayı Milliye örgütünün denetimi altında yapılmış olan 1919 seçimleri, gene de Türkiye'nin 1950'ye kadar gördüğü en demokratik seçimdir.
Bu seçimlerle kurulan Kurtuluş Savaşı yıllarının hükümetleri de bir yandan ülkenin bağımsızlığını kazanırken, diğer yandan mümkün olduğunca denetimin ve tartışmaların yapıldığı bir yönetim özelliğini kazanmıştır.
Bu Meclisin başında artık bir padişah da yoktur, seçimle gelmiş bir başkan vardır.
Hatta bakanlar Meclis'te gösterilen adaylar arasından tek tek seçilmektedir.
Türkiye, herhalde tek parti ve tek adam yönetimi altında Kurtuluş Savaşını zafere ulaştıramazdı.
Ülke sıkıyönetim altında
Türkiye nasıl olmuştur da, iyi kötü parlamenter denemelerinden sonra yeniden tek partinin ve olağanüstü yetkilere sahip kılınan bir "Şef"in yönetimi altına girmiştir?
Bunun nedeni, Kurtuluş Savaşı'nın, meclisini ve savaşı ustalıkla yöneten, zaferden sonra olağanüstü bir saygınlık kazanan zeki bir liderin, bu saygınlığa dayanarak iktidarı kimseyle paylaşmak istemeyişidir.
Devletin bürokrat kadrolarına ve silahlı kuvvetlerine hâkim Şef, kendine biat etmeyen silah arkadaşlarını ve politikacıları, birkaç yıl içinde tasfiye etmeyi başarmıştır.
Şeyh Sait ayaklanması bahane edilerek ilan edilen Takriri Sükûn Kanunu altında diğer partiler kapatılıp basın tamamen kontrol altına alındıktan sonra partinin ve Şef'in olağanüstü yüceltilmesiyle, hem zaferin onuru, hem geleceğin biçimlenmesi onun direktiflerine bağlanmıştır.
1927'de parti kongresinde verilen altı günlük Nutuk, bunun belgesidir.
Nutuk, Başkan'ın, rakiplerini tasfiye etmede ne kadar haklı olduğunu, diğer ortakların Şef'e çıkardığı zorlukları, dolayısıyla zaferin tek bir kişinin eseri olduğunu anlatmak için verilmiş, Kurtuluş Savaşı tarihinin tek kaynağı olarak kabul ettirilmiştir.
Bu konuda başka yorumlar yasaklanmıştır. Bu nedenle bu kutsal savaşın yorumları bakımından Türkiye uzun yıllar bir kısırlık yaşamıştır.
Kurtuluş Savaşı yılları hakkında diğer anlatımlar ve yorumlar, ancak Şef'in ölümünden sonra kaleme alınmaya başlamıştır.
Muhalefetin tasfiyesi
Tek parti döneminde Atatürk'ün silah arkadaşlarından başlayarak önde gelen kadroların büyük çoğunluğunun tasfiye edilmesini; Kemalistler "Bunlar cumhuriyete karşıydı, gerici idi. Bunlar tasfiye edilmeseydi Atatürk devrimleri yapılamazdı" diye açıklıyorlar.
Bu anlatım gerçeğin bütününü açıklamıyor ve sorunludur. Tasfiye edilen Kâzım Karabekir, Refet Bele, Rauf Bey, Ali Fuat Cebesoy, Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar gibi şahsiyetlerin özelliği, cumhuriyet rejimine değil, 'tek adam'ın sınırsız yetkilerine karşı çıkmalarıdır.
Tokat Mebusu Nazım gibileri sosyalist oldukları için tasfiye edilmiştir. Bunların cumhuriyete karşı olmadıkları, daha sonraki yaşamlarıyla da ortadadır.
İsmet İnönü, bunlara yapılan haksızlığın farkındadır ve bir kısmını Atatürk'ün ölümünden sonra Meclis'e almıştır.
Tasfiyenin asıl sebebinin 'tek söz sahibi' olma tutumundan kaynaklandığı, Atatürk'e en sadık olanlardan İsmet İnönü'nün de 1937'de başbakanlıktan azledilmesi ile ortadadır.
Neyse ki, mebuslar, Atatürk'ün öldüğünün ertesi günü İnönü'yü cumhurbaşkanı seçerek bu hatayı düzeltmişlerdir.
Devlette önemli görevler verilenlerin, burjuva anlamda "devrimci" olduklarını ileri sürenlerin tezini, Fevzi Çakmak'ın durumu yalanlıyor.
Çakmak sofu biridir. Asıl özelliği devrimci olması değil, Atatürk'e sadakatidir. Uzun yıllar askerin başında tutulmasının nedeni budur.
Çakmak, çok partili hayata geçildiği zaman İsmet İnönü tarafından tasfiye edildiğinde Demokrat Parti'den daha gerici bir parti olan ve bugünkü MHP'nin kaynağı olan Millet Partisi'ni kurmuştur.
Atatürk'ün tasfiye ettiği kişiler arasında Ali Şükrü, Ziya Hurşit gibi mebuslar, İskilipli Atıf Hoca gibi laiklik karşıtı kişiler de vardır.
Ancak unutmamalıdır ki her toplumda, her mecliste muhalif kişilerin olması doğaldır. Hiç bir muhalifin olmadığı bir yönetim aldatıcıdır.
Bunlar gün gelir, gizlendikleri yerden piyasaya çıkarak kendileri için elverişli buldukları bir zamanda milleti arkalarından sürüklerler.
Günümüz Türkiye'sinde gördüğümüz gibi. Asıl başarı, bu muhalefete rağmen ülkeyi yönetmeyi başarmaktır.
Bir de gericiliğin filizlendiği ekonomik ve sosyal ortamı tasfiye etmektir.
Cumhuriyet'in bu konuda esaslı bir başarı gösterdiğini söyleyemeyiz.
Toprak ağalığı tasfiye edilememiş, hatta ağalar laikliğe ses çıkarmamaları şartıyla iktidara ortak bile edilmiştir.
Vitrin görevi yapan meclis
Tek parti döneminde seçimlerle oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni bir meclis olarak saymak mümkün değildir.
Bu Meclis bir Danışma Kurulu görevi bile yapamamıştır. Meclis, bir kısım emekli asker, bürokrat, eşraf ve aydınların, maaşa bağlanarak rejime sadakatlerinin sağlandığı bir topluluk olmaktan ileri gidememiştir.
Hükümetten gelen yasa önerileri, olduğu gibi geçmiştir. Nerdeyse hepsinin oybirliği ile geçmiş olması, durumu açıklamaya yeter.
Meclis, Ülkenin bir Meclisle yönetildiği görüntüsü vermek, parlamenter hayatın uygulandığı ülkelere yönelik bir vitrin görevi de yapıyordu.
Gerçekte ülke Köşk'ten, bir kişinin direktifleri ile yönetiliyordu. Buradaki sofra müdavimleri de Şef'in gece hayatına eşlik ediyorlardı.
Hükümetin pratik işlerini ona sadık başbakan yönetiyor, ordu da gene ona bağlı bir mareşal tarafından denetim altında bulunuyordu.
Bu durumun, parlamenter rejim anlamına gelen Cumhuriyet'le bir ilgisinin olmadığını, Atatürk bilmiyor değildi.
Nitekim halktan homurtular yükseldiği 1930'da Serbest Fırka'yı kurdurduğu Fethi Bey'e, ülkenin dışarıdan bir diktatörlük olarak görüldüğünü, bu izlenimin giderilmesi gerektiğini söyleyerek iki partili bir sisteme geçmek gerektiğini söylemişti.
Hem içerde ve dışarıdaki bu kötü görüntüyü silmek, hem de halkın eğilimlerini ölçmek için başvurduğu denemenin, rejimin aleyhine sonuçlanacağı anlaşılınca yeniden tek partili sisteme dönülmüştür.
Fakat bu durum parlamentonun yüzünü ağartacak bir sonuç vermemiştir.
Bu kez, iktidar partisi içinde satanmış bir grup insana Meclis'te hükümeti eleştirmeleri görevi verilmiştir.
Ancak Meclisteki mebuslardan hiç biri bu görevi yapamamış veya yapmamıştır. Herkes bunun danışıklı bir dövüş olduğunu biliyordu.
Bu nedenle seçimlerde bazı illerde aday listelerine konulan bağımsız aday kontenjanına da itibar edilmemişti.
Kısacası 1930'lu yıllarda hükümete muhalefet etmek koşulları tamamen ve fiilen ortadan kaldırılmıştı.
Atatürk'ün ölümünden sonra Millî Şef ilan edilen İnönü döneminde bu rejim değişmemiş, ancak sofra erkânı geri çekilmiş, yönetim kadrolarında bazı değişiklikler yapılmıştır.
Ülkeyi Atatürk'ten gördüğü gibi yönetmek isteyen İnönü'nün döneminde parti diktatörlüğünün Türkiye halkının bunu bir alınyazısı olarak kabul edip boyun eğdiği anlaşılıyor.
Kemiksiz aydınların teslimiyeti
Türkiye Tanzimat'tan beri değerli birçok aydın, bu arada yazar ve gazeteci yetiştirmiştir. Özgürleşme mücadelesinde bunların katkıları büyüktür.
Cumhuriyet döneminde de özgürce düşüncelerini savunabileceklerini düşünen bu aydınlar, çok geçmeden yasakla ve sansürle karşılamışlardır.
Bu durumda nefes alınamayacak bir siyasi ortamda bulunduklarını anlayarak fikir hayatından çekilenler yanında rejimle sıkı bir işbirliğine girenler vardır.
Bunların ne yazmaları gerektiği çoğu zaman Köşk'te belirleniyor, Köşk'le doğrudan bağlantısı olmayanlar da ne yazmaları gerektiğini havaya bakarak saptıyorlardı.
Zaten bir kısmı mebus yapılarak maaşa bağlanmıştı.
Günümüzde bu tip aydınlar ve gazeteciler arasında gösterilecek birçok örnek vardır.
İki yoldaştan biri olan Nazım Hikmet görüşlerinin bedelini hapishanelerde öderken, Şevket Süreyya Aydemir, rejimle işbirliğini tercih etmiştir.
Kadro dergisini çıkaranlardan Yakup Kadri, dergisi kapatılınca yurtdışında görevlendirilerek Ankara'dan uzaklaştırılmıştır.
Yakup Kadri, Ankara romanıyla Ankara'daki batı özentisi yaşamın yarattığı yozlaşmayı anlatmıştır.
Tek parti döneminin sonuna kadar Meclis'in demirbaşlarından olan Falih Rıfkı'nın Çankaya kitabı ise yer yer utangaç bir özeleştiri sayılabilir.
Dönemin şairleri Atatürk hakkında onu göklere çıkaran şiirler yazma yarışına girmişlerdir. İçlerinde Atatürk'ü Tanrı yerine koyanlar vardır.
Nihayet "demokrasi"ye geçiş
Ancak İkinci Dünya Savaşı sonunda, İtalyan Faşizmi ve Alman Nazizm'inin yıkılmasından sonra başını Amerika Birleşik Devletleri'nin çektiği Batı İttifakında yer almazsa ayakta duramayacağını anlayan hükümet, görünüşte çok partili, gerçekte iki partili bir sisteme geçmek zorunda olduğunu anlamış, parti içinde de çatlak sesler yükselmeye başlamıştır.
İnönü Hükümeti, 1946 seçimlerini kazanıp durumu kurtarmayı kurgulamış, "açık oy, gizli sayım" gibi kontrollü bir seçimle dört yıl daha iktidarda kalmayı başarmıştır.
Ancak 1950'lere yaklaşırken bununla da durumun kurtulamayacağı anlaşılmış ve CHP, çığ gibi yükselen halk iradesine teslim olmaktan başka çözüm olmadığını görmüştür.
Tek parti taraftarları, o tarihten beri İnönü'nün ülkeye demokrasiyi armağan ettiği çarpıtmasına başvuruyorlar.
Tek parti dönemine yapılacak "güzelleme"ler elbette bu kadar değildir.
Buraya kadar anlattıklarımdan ve daha anlatacaklarımdan çıkan sonuç, tek parti ideolojisi ve devlet sisteminin bir daha tekrar edilemeyeceğidir.
Laik, demokratik, emekçi muhalefeti, bütün siyasi tarihten dersler çıkaracak bir olgunluktadır.
Siyasi partiler halinde örgütlenme geleneğine sahip olan sınıflar da, böyle bir tek parti rejimi altında yaşamayı kabul etmeyeceklerdir.
Bu nedenle tek parti dönemi özentilerinin toplumsal bir tabanı yoktur. Onlar, gerçek âlemde karşılığı olamayan bir rüya görüyorlar.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish