Distopya, olmasını istemediğimiz bir dünya, bir hayat demektir. Örneğin, bir sabah uyansanız ve insanların etleri için beslendiği ve sığırlarca yönetilen bir dünyada kendinizi bulsanız, bu bir distopyadır.
Ya da bir gün uyansanız FETÖ ile idare edilen bir ülkede "milli" bir insan olarak kendinizi hapiste bulsanız bu da bir distopyadır.
Distopya, ütopyanın tersidir, zıttıdır.
Bunu aklınızda bulundurun, sonra buna geleceğiz. Parça parça gidip, parçaları toplayacağız. Çünkü ben, anlatacağım şeyleri bu şekilde izah edebiliyorum.
Barış zamanında saldırıya uğrar mıyız?
Birçoğunuz çevrenizde bu tarz bir şey
duyuyorsunuzdur;
- Yunan saldıracakmış…
+ Canım hadi oradan! Onlar soğuk suyun tadını unutmuş.
Veya, "Yunan mı saldıracakmış? Sırf Gültepe Cengizhan Lisesi'ni yollasak biterler" gibi alaycı sözler olur…
Tarihi niçin okuyoruz? Geçmişten ders çıkarmak için.
Peki, Yunanistan bize ne vakit "savaş zamanında" saldırdı ki?
Tüm saldırıları, barış zamanındaydı. Ortada hiçbir sebep yokken…
1897 Osmanlı-Yunan Harbi'nin sebebi, Yunanların sınır tecavüzleri ve paramiliter gruplar ile Osmanlı köyleri ve kasabalarına saldırısı ve Girit'e tecavüzleri idi.
Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Yunanistan'a savaş ilan etmiş ve batılıların araya girmesi ile masa başında tüm kazanımları adeta sıfıra indirgenen bir zafer kazanmıştı.
Yunanlar, bu savaşı kendilerine cesaret veren bir tecrübeye dönüştürdüler. O savaş zamanında 50 bin kadar olan ordularını sadece 15 sene sonrasındaki Balkan Savaşı'nda 110-120 binlere çıkararak Osmanlı'nın habersiz olduğu bir anda "aniden" savaş ilan ederek saldırıya geçirdiler.
1. Balkan Savaşı felaketini tattığımız o dönemde de yine "sebepsizce" çıkarılan bir savaşla vatanımızın batı yarısından olduk.
Hatta bu savaşta özellikle Doğu Trakya cephesinde Osmanlı birliklerinin karşısına çıkan Bulgarlar, "Bizler Osmanlı askeriyiz, Müslümanız" diyerek Türkçe konuşup birkaç yerde ateş açmış ve birliklerimizi şehit etmişlerdi.
Türk'ün Türk olana karşı merhameti fazladır ve çoğu kez de buradan vurulmuş; "Biz de Türküz" diyene arkasını döndüğünde yenilmiştir. Türk'ün imtihanı belki de merhametidir.
Sonuçta durduk yere başlatılan saldırı ile Türklerin tanınmış toprakları, bir seneden kısa bir sürede Yunan olacaktı. Selanik, Yanya, Preveze, Kavala, Serez, Drama ve daha onca şehrimiz…
Yani bir benzetme yapmak gerekirse, babayiğit bir adam hasmınız olsun. Onun karşısına çıkmak yerine elinize sopayı alıp "Hey baksana sen bana şunu şunu yaptın" diyerek kısa bir nara atıyor ve başlıyorsunuz vurmaya.
Osmanlı'ya savaş ilan ettiklerinde de böyle kısacık bir dönem söz konusuydu. Kabul edilemez istekler ile (zaten reddedeceğimiz aşikâr istekler) talepte bulunup ret cevabı gelir gelmez aniden saldırıya geçen bu Balkan ittifakı, tek motivasyonu "toprak kazanmak" olan bir savaşla Türkleri "Batı Avrupalı" dostlarının da istediği şekilde Balkanlardan çıkarmak için bir savaş başlattı.
Bu savaşla Türkler Balkanlarda günümüzde ellerinde kalan 27 bin kilometrekarelik araziye tutunarak günümüze gelebildiler.
I. Dünya Savaşı'nın öncesinde 2600-2700 kilometrekare toprak daha Bulgaristan'a hediye edilerek İngiliz, Fransız ve Rusların safında savaşmamaları ve Almanya ve Avusturya arasında köprü olması için safımıza çekilmiştir.
Edirne hemen sınırda değildi yani… Edirne ile Bulgar hududu arasında hayli mesafe vardı ve günümüzde Yunanistan'ın Kuzeydoğu boynuzunu oluşturan Dimetoka çevresi işte o dönemde verilmiş bir arazidir.
Şimdi bunun gibi durumlara bakarak "Yahu niye toprak vermişiz?" diyebilirsiniz. Ancak bedeninizi kurtarmak için parmağınızdan vazgeçiyorsunuz.
Bulgaristan ise bu 2 bin 600 küsur kilometrekarelik toprağı alıp "bereket versin" dercesine safımıza geçmiştir.
Bu, daha sonra Birinci Dünya Savaşı'nın bitiminde Bulgar basını ve politikacıları tarafından sıklıkla tartışılmış ve dönemin idarecileri adeta topa tutulmuştur.
Bu ittifaka imza atan Bulgar yetkililer, "Böyle bir cahilce şey nasıl yapılabilindi?" diye sorulara muhatap olmuştur. Yani haksız da değildir buna isyan eden basın.
Niye?
Bir ittifaka gireceksiniz. Evvela karşılıklı olarak savaşan güçlerin kuvvet dengelerine, ekonomilerine, askeri güçlerine bakmanız gerekir.
Bir yanda İngiltere, Fransa, Rusya gibi Dünya'nın yarısından fazlasını kontrol eden güçler, diğer yanda ise Avrupa ortasına sıkışmış Almanya, Avusturya ve Osmanlı Devleti… Bulgarlar bu güç ve kuvvet karşılaştırmasını yapmak yerine kendilerine verilen toprakla "fit olmuş" ve savaşa katılmışlardı.
Allah bazen hata yaptırıyor işte. Bu hatalar da bizim ekmeğimiz, suyumuz, görecek günlerimize bir kapı olmuştu.
Yoksa zor değildi İngiliz ve Fransızlar için Bulgaristan üzerinden yürüyerek Trakya'yı geçip İstanbul'a dayanmak. Biz ufacık bir toprağı verip Bulgarları safımıza çekince, onlara bu yol kapanmıştı ve zor yerden zorlayarak yani Çanakkale boğazından zorlayarak İstanbul'a gelmeyi denediler.
Olmadı… Savaş fazladan 3 sene uzadı. Belki 3 sene uzamadan bitebilecek bir savaş hiç olmasaydı önce Almanya ve Avusturya'yı bitirip sonra taze ve hiç yorulmamış kuvvetlerle Osmanlı Devleti'ni bitirebileceklerdi.
Bu savaşa katılım, bu kaderi de değiştirmiştir. Bulgarlara verilen toprak bile aslında yerinde bir karardır. Sebebini ve "Eğer vermeseydik ne olurdu?" sorusunun cevabını da bir üst paragrafta verdik.
Şimdi bu bölgelerin bir kısmı Yunanistan'da kalmıştır.
Kazansa da kaybetse de toprakla taltif edilen bir ülkedir Yunanistan. Bu toprakları kâh Türkiye'den alır, kâh Türkiye'den alan Bulgaristan'dan elde eder, kah hediye olarak alır (yedi adalar gibi) ve kah antlaşma masasında elde eder…
Geçmişte 1897'de saldırdıklarında ordularını Fransızların desteği ile yenilemişlerdi. 1912'de ise özellikle donanmalarını İngiliz desteği ile yeniliyorlardı.
Şimdi de ABD'nin ve Fransa'nın desteği ile bir şeyler yapmaktalar. Sınır yine hareketli. Tıpkı 1897'deki gibi bir sınır tecavüzü olmayacağını kimse garanti edemez.
Yunanistan, 100 yıldır Anadolu'da uğradığı bozgunun ve üstüne 1974 Kıbrıs bozgununun travmasını yaşayan bir ülke.
Milletlerine verdikleri antik Yunanların tüm yiğitlik hikâyeleri, Büyük İskender'in tüm seferlerine dair hikayeler, dönüp dolaşıp 30 Ağustos ve 1974 Kıbrıs bozgunlarına çarpıyor.
Muzaffer millet imajını "pis eden" tek şey bu iki hadise. Bunlarla yaşarken "büyük devlet" olmanın ıslak rüyalarını göremiyorlar.
Deyimi yerinde ise "bir zafer" lazım Yunanistan'a. Bir gurur, Türklere atılacak bir tokat. Bu lazım ve bunun olması halinde diplomatik arenada Avrupalılar ve Amerikalılara "Türklerin yerine bölgede tercih edilecek kadar güçlü jeopolitik aktörüz" mesajını da vermek istiyorlar çünkü şu anda tam tersi söz konusu.
Türkiye bölgede var ve gücü aynı zamanda ABD'nin Rusya'ya karşı da dengesi ve bölgedeki varlığı için bir güvence.
Rusya'ya yaklaştığınızda ABD için burada bir denge unsuru "işbirliği yapılabilir güç" olmaktan çıkıyor ve direkt "düşman" oluyorsunuz.
İşte bu sebepten Türkiye'yi NATO'dan ayırmaya ve Rusya'ya yaklaştırmaya matuf her hareket, her plan, her olay, her tezgâh, aslında Yunan'ın emellerine hizmet eder.
Çünkü Türkiye'ye karşı tüm emellerinde Yunanistan'ın diplomatik destek bulmasına engel olan başlıca şey, Türkiye'nin Avrupa ve ABD ile dengeli diplomasisi ve Rusya'ya karşı tutumudur.
Türkiye Rusya'ya politik olarak karşıdır derken "yayılmacılığına" karşıdır. Ticari ilişkilerimiz hep devam eder ancak son kertede NATO ne derse o olur.
Eğer ittifak, boğazların kapatılması konusunda bir "savaş durumuna geçme" kararı alırsa Türkiye de bunu uygular.
Rusya'ya karşı en kötü halimiz ve tavrımız, günümüzdeki tavırdan kötü olamaz. Daha kötü olması da iyiliğimize değil.
ABD ve Avrupa'nın bölgedeki çıkarları aslında bizimle bazı yerde örtüşüyor, bazı yerde de ayrışıyor.
Eğer tamamen ayrışmış olsaydı emin olun Yunan'dan bir İsrail meydana getirmek onlar için zor olmazdı. Bu, pek tabii ki hayli masraflı olurdu.
Toplumları militarize etmek zor değildir. Yunan halkını da militarize etmek zor değil. Birkaç etkili film, bir dizi TV spotu, Türk tehdidi ile bu mümkün…
Yunanistan'ın Türkiye ile arasındaki sınırın silahlandırılmaya başlanması ise Türkiye ile Rusya'nın 15 Temmuz döneminde ve sonrasındaki yakınlaşması ile aynı dönemdedir.
Yani Türkiye'nin bir siyasi taraf değişikliğine karşın Demokles'in kılıcı gibi sınıra yığılmış bir tehdit unsurudur bu birlikler.
Bu birlikler girerlerse Rusların Kırım'a girdikleri gibi girebilirler.
Peki, nasıl olmuştu bu giriş?
Günümüzde artık sofistike işgallerde halkın tepki vermemesi için kafa karıştırıcı yöntemler kullanılır. Örneğin Rusların Kırım'ı işgallerinde işgalci askerlerin kollarında hiçbir şekilde Rus bayrağı veya rozet veya beçi taşımadan, hiçbir şekilde bir Rus bayrağı olmadan Ukrayna karakolları ve üslerini kuşattıklarını görmüşsünüzdür.
Kırım'da çoğunluk Rus yanlısı olsa da az sayıdaki Ukraynalı ve Tatar'ın tepkisini engellemek ve uluslararası arenada bir "Rus işgali" havası vermemek için Ruslar, işgalci unsurlarını "bayraksız üniforma" ile göndermişlerdi. İşte bu, tepki önleme, tepkiyi felç etme yöntemlerinden birisidir.
Peki, Yunan, sınırı geçer mi?
Geçebilir. Ama sınırdan "Yunan Ordusu" olarak girmeyecektir.
Yani, ne demek bu?
Konsept ve paradigması değiştirilmiş bir işgal, eğer işgal diye değil de özgürleştirme olarak sunulursa, hem bir halk onu işgal olarak görmez hem de direnişe dair zihinler bulandırılır.
Öyleyse bu nasıl olur?
Gelin şu senaryoyu düşünelim. Bu senaryo, Yunan'ın sınırı geçmesi ihtimalinde kendileri için en "avantajlı" en "kullanışlı" ve en "optimum" seçenektir.
Faraziyeyi başlatıyoruz ve sebeplerini de anlatacağız.
Peki, en şeytani ve düşmanın aklına gelebilecek, bizden yararlanabilecekleri en sinsice plan nedir?
Gelin bunu onlardan önce biz düşünelim ve ifşa etmiş olalım.
Yunan ordusu girmeden önce Türkiye'de bir karışıklık başlatılabilir. Bu karmaşada siyasi bir kargaşa ve sokak hareketleri olabilir.
Sağcı, solcu, dindar, laik ve onca grup, birbirinden nefret etmenin son safhasında artık birbirinin gırtlağını sıkacak duruma gelerek birbiriyle çatıştırılabilir.
Halk bezgin, dükkânlarda mal kalmamış, devlete güven zedelenmiş hale gelebilir.
Trakya'da tarlalarda kurtçuklar, tahıl zararlıları ürünleri harap etmiş ve marketlere gidecek ürün sevkiyatı birçok yerde biyolojik terörle sabote edilmiş olabilir.
Tüm bunların üzerine sansür vardır ama bu, yalan haberlerin yayılması için bile olsa bezgin ve birbirini yiyen halkta algı 'konuşamıyoruz' şeklinde olabilir.
Tam bu noktada ülkeden "cazip teklifler" ile daha fazla giden doktorlar sebebiyle zaten azalmış olan doktorlardaki hasta yükü birikir.
Sokaklardaki 16-17 milyon köpekte bir "köpek vebası" veya "köpek gribi" ya da "kuduz" hortlatılır. Halk sokaklara çıkamaz ya da çıkanlar hastanelerde ayrıca bir hasta yükü oluşturur.
Başlatılan kaset komplolarına yüzlercesi eklenir. İnsanlar siyasetçilerden olduğu gibi soğur ve "Keşke Yunan gelse" diyenler yadırganmaz hale gelebilir.
Tüm bunlar olurken ve marketlerde raflar boş iken (boş değilse de boş raflar gösterilerek o algı oluşturulabilir ve halkın marketleri yağma etmesi sağlanabilir) tam o sırada birileri çıkar ve güvelenmiş bir un çuvalı göstererek "Ordunun depoları un dolu biz kırılıyoruz" diyerek "insani" maksatlarla ordu garnizonlarına yağma başlatılabilir.
Bu yağmada sadece zahire depoları yağmalanmaz, aynı zamanda silahlar ve cephanelikler de "gayrı millî" oluşumlar tarafından yağma edilebilir.
Tıpkı Arnavutluk'taki gibi her sokakta, her mahallede ve mıntıkada bu silahlarla mafyacılık oynayan ve yerel güvenliği sağlayan, halkı yargılayıp infaz eden tipler gezinir.
Devlet otoritesi varla yok arasıdır ve insanlar o otoriteyi görmek ve hayatlarına bir güven eli değmesi için en kötüye bile razı duruma gelirler.
Bu esnada her nasılsa hava savunması delik deşik edilmiş olan ülkeye sınırdan Yunan işgali başlatılır.
Bu işgalin Yunan işgali olarak görülmemesi için tanklara Türk bayrakları ve hatta Atatürk resmi bile koyabilirler.
Bir tankın başına bir FETÖ firarisi oturur, bir diğerinin başına ise ülkeden kaçmış ve takipçi sayısı kalabalık ünlü bir gazeteci…
Bir yandan da ülke içerisinde sırasını bekleyen "sözde milli" tipler, bir anda "Arkadaşlar, gelenler Türk. Tankların üzerinde Türkler var. Yunan da Allah'ın kulu… Ne var onların desteği ile girmişlerse? Ne var o yönden ve o sınırdan geçmişlerse? Bakın çok mu iyi durumdayız?" diyebilirler.
Bir bakmışsınız Türkiye dışına çıkmış on binlerce FETÖ ve DHKPC firarisi, senin, benim dilimi konuşarak seni, beni teskin etmektedir.
Ancak sen onların FETÖ veya DHKPC olduğunu bilmediğin için olayı çözemezsin.
Tankların üzerinde Türk bayrakları ve Atatürk resimlerini de gördüğün için bünyen bu işi sorgulamadan direkt bunları kurtarıcı gibi de görebilirsin.
Hatta şimdilerde "istibdat" diyen ve NATO tarafından fonlanan bazı oluşumlar, "100 küsur yıl önce kurtuluş Selanik'ten başlamış ve istibdatı bitirmişti, şimdi de o yönden gelip istibdatı bitiriyoruz" bile diyebilir.
Oysa 100 küsur yıl önce kendi toprağın olan ve üzerinde kendi bayrağın dalgalanan bir yerden bir diğer yere giden ordu vardır ve o da senin ordundur. Ekmeği senden, maaşı senden, insanları sendendir.
Bu örnekte ise bir başka bayrağın dalgalandığı yerde organize edilen, ekmeği, aşı, maaşı başkalarınca ödenen bir grup Türkiye'ye giriş yapabilir.
Tüm bunlar, ABD'nin yapmadığı şey değildir.
Afganistan'ı işgal edecekleri vakit, Kuzey İttifakı kullanılarak yerel unsurların yardımı ile bu harekâtı başlatmış ve Afganistan'da kontrolü sağlamışlardır.
1950'lerde Arnavutluk'ta Komünist Enver Hoca iktidarını devirmek için de yurtdışında sürgünde bulunan devrik Arnavut Kral Zogu'nun adamları ile ülkeye sızma girişimlerini yönetmişlerdi.
Onlarca kez gerçekleştirilen bu sızma teşebbüsleri, Kim Philby'nin Sovyetlere bilgi sızdırması ile başarısız olmuştu.
ABD, ülke içi muhalefeti ve özellikle "sürgündeki muhalifleri" kullanarak İran'ı, Venezuela'yı ve Küba'yı da karıştırmayı çokça denemiştir.
15 Temmuz ve sonrasında FETÖ üyelerinden Batı ülkelerine iltica başvurusu yapıp reddedilen hiç kimse olmadı. Özellikle Arnavutluk'ta binlerce insan birikti. Arnavutluk bunları vermiyor.
ABD'nin ise sadık bir müttefiki. Türkiye'nin de "dostu".
Ancak Arnavut lider Rama, bu yılın ocak ayında şunu diyerek bu dostluğun bir sınırı olduğunu da çizmişti:
Türkiye Cumhurbaşkanı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin bize hiçbir borcu olmadığı gibi, Türkiye Cumhurbaşkanı'na ve Türkiye Cumhuriyeti'ne hiçbir borcumuz yoktur, çünkü dostlar arasında ve kardeşane bir dostlukta borç olamaz.
Bu sözler, FETÖ mensuplarının iadesi ve onların ülkede tutulmamalarına ve okullarının kapatılmasına dair talebimize birer RED olarak söylenmişti.
ABD'nin ve özellikle Yunanistan'ın FETÖ mensuplarına neden kol kanat gerdiğini biraz da bu açıdan ele alın.
Yukarıdaki senaryonun gerçekleşme olasılığı çok güçlüdür. Yunanistan'a kaçarken Suriyelileri hortumla döven Yunan askerine çok "ciciş" ve "insancıl" biriymiş gibi "ehli merhamet insanlar" diyen FETÖ mensubu kadının videosunu izlemişsinizdir.
Meriç Nehri üzerinde bir adada mahrum kalmışlar da Yunan askeri onlar için çırpınmış, didinmiş, sandviç ve su atmış… Sanki pasifikteki dev dalgalar arasında kalmış hanım.
Genişliği kimi yerde 50 metreyi bulan, kimi yerde boyu geçmeyen Meriç Nehri'nde oluyor olay… Yunan güzellemeleri ile dolu youtube videoları çokçadır görebilirsiniz.
Peki, Suriyelilerin botlarını demir çubukla patlatan, şubat ayında mültecileri kabloyla, hortumla döverek soğuk Meriç Nehri'ne atan, bebeklerin kıyıya vurmuş ölülerinden sorumlu Yunan, nasıl oluyor da FETÖ firarilerine karşı böylesine barış güvercini olabiliyor?
Şimdilerde FETÖ, Yunanistan'ı ve Arnavutluk'u Peygamberin hicrete gönderdiği Müslümanların sığındığı "Habeşistan" olarak gösteriyor. Bu hicretin elbette bir dönüşü olacak onlara göre ve bu dönüşü de "zaferle" yapacaklarına inanıyorlar.
Bu inanç, onların ekmeği, suyu, yaşam nosyonu ve hareket enerjileri. Bu inancı yok ederseniz, cemaati bir arada tutamazsınız. Sürekli bir umut vermeliler inananlarına ve bu umudun başarıya ulaşması için şeytanla bile işbirliğine gitmekten beis görmeyecekler.
ABD'nin henüz FETÖ ile işi bitmedi. Bitseydi çoktan gözden çıkarırlardı. Bu alet çantasında hala çıkarılıp birkaç takırtı yapmaları için yerleri hazır. Hala okulları besleniyor, hala üyeleri ekmek yiyor.
Hala sesleri çıkıyor. Hala ülkemizde kritik yerlerde "nasıl olduğu bilinmeyen" şekillerde atanmaları gerçekleşiyor ve ayyuka çıkıp görünür olduğu vakit devlet bunun farkına varıyor. Son olayda bu açıkça görüldü.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı istihbarat başkanlığına getirilen adam, fetö üyeliği sebebiyle hapse atıldı. Görünen o ki birileri açıkça devlete hata yaptırabilecek kabiliyete de sahip.
Gerek FETÖ, gerek DHKPC, gerek PKK ve gerekse bunların her birini bir araya getirebilecek sınırsız fonların ülkemizdeki taşeronu olan ve hapisten çıkacağı günü bekleyen sakallı, kıvırcık saçlı adam olsun bu tarz bir işgali "milli" ve bez(diril)miş bir halkın kucaklaması için tüm medya gücünü kullanmaya hazırdırlar.
Kendisi zaten Türkiye'de "Kürtlere özerklik" için onca konferans ve fikri dile getirmiyor muydu? Hepimiz biliyoruz. Yukarıda anlattığım senaryoda işbirlikçi herkesin bir rolü ve tabii ki çıkarları mevcut.
Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu'da bir devlet hayali görenleri de bu senaryoya eklemek pek de hayalci olmaz. Kan gövdeyi götürürken hikâyeye dâhil olmayacaklar da ne zaman olacaklar?
Öyleyse kaostan ekmek yeme hesabı olanların sayısı hayli fazla. Bugünün kaybedenlerinin, yarının kazananları olmak için en makul seçenekleri bu tarz bir senaryodur.
Türklerle savaşta, zafere giden her hile meşrudur ve en iyi hile ise Türkü Türke karşı kullanmak şeklindeki bu felaket senaryosudur. Bundan başka bir senaryoya sizi inandırmak isteyenler de olacaktır.
Olamaz mı? Olabilir ama bilin ki en iyi, en kullanışlı ve en şeytani senaryo budur.
Cemaatin Bosna'daki yazarları ile Yunanistan'daki imamları ve radyo sahipleri ile 6-7 sene öncesinden beridir davaları süren ve hala onlara çalışan kimseler ve sebep oldukları mobbingleri ile uğraşan ve savaşında hiç geri adım atmayan biri olarak söylüyorum size bunları. Şeytanla mücadele ediyorsanız melek gibi düşünerek savaşamazsınız.
FETÖ, amacı için her şeyi kullanır ve her habis şeyi, düşmanı bile size dost olarak gösterebilir. Ne diyordu bunların sözde yazarlarından biri;
Devletin milletin parasını, yetimin hakkını korumayı İsrail-Amerika istemişse yaşasın İsrail yaşasın Amerika!
Yani içerisine sözüm ona "haklı ve meşru" görünen talepler sıkıştırılmış cümlelerle İsrail ve ABD için bile "Yaşasın" diyebiliyor ve cemaatlerinden hiçbir tepki yükselmiyordu.
Çünkü doğruyu yalanla vermek, zehri sütle ikram etmek, hutbeye şeytanla çıkmak insanın tepki vermesine mani olan durumlardandır.
İçerisine hakikatli sözler veya hakikat gibi duran kelimeler katılmış şeylere tepki vermek bir yana en azından kafası karışır ve sessiz kalır insan. Sessizlik, tepki vermeyi engelleyen bir tutum ve duruşun ön safhasıdır.
Onlar bu söylemleri kullana dursun, kullanıldıklarını bile fark edemeyecek inanmışlardan oluşan bir topluluktur çünkü bireysel iradeleri yoktur.
"Abiler duymuş", "bilgi abilerden", "bir mümin abi rüyasında görmüş", "bir ablamız Rüyasında Resulullah'tan duymuş" şeklindeki onca "ruhani" sözle şartlanıp bir davaya kenetlenebilirler.
Türkiye'ye dönme hasreti çekenler yanında Türkiye'deki mülklerine yeniden kavuşma arzusu duyanlar da buna alet olabilir.
Bu adamların malına konan veya çöken hırslı tipler de onlara, sözüm ona "meşruiyet" kazandırdıkları için gelecekte Türkiye'de kurgulanmak istenecek bir kaosa, para hırsları ile çanak tutan kimselerdir.
Çünkü bu kişiler, haklı bir davayı ve milletin FETÖ'ye karşı haklı mücadelesine kendi para hırslarını alet ederek haksızlık kazandıran kansız ve nasipsiz kişilerdir.
Devlet tüm bu çanakları kırmalı, tüm bu planları ve planlara giden yolları kesmeli, saydığım tüm bu olasılıklara dair kötü senaryonun üzerinde durarak gerekli önlemleri almalıdır.
Devlet derken sizi, bizi ve işini iyi yapan insanları kastediyorum. Kurum gibi durabilen kurumları, kişiye değil Allah'a hesap vereceği için işini korkusuzca yapan, hakikati korkusuzca söyleyenleri kastediyorum.
Bunun dışında gaybı gören, düşmanı sezen, kötüleri avlayan bir devlet varsa da ben bilmiyorum. Devlet, ona bağlı olanların bir aradalığı ile şekillenmiş, tarihi, kanunları ve devamlılığı üzere yaşayan kolektif bir organizasyondur.
Devlet olarak ayakta durmamız için de millet olarak "milli" şekilde bakabilmeliyiz. Bunun için de şeytandan daha şeytanca düşünüp, en sinsi planları onlardan önce dile getirebilmeliyiz. Şeytandan daha şeytanca düşün ama şeytana uyma! Budur mesele.
Aksi takdirde bir gün sabah kalkar ve ülkemizi "Maymunlar Cehennemi" distopyasından daha beter bir halde bulabiliriz ülkemizi.
Yunan elbette saldırabilir ve istila edebilir. Ama Yunan olarak değil!
Senin dilini konuşan, senin kitabını, senin kutsalını, senin sembollerini ellerinde tutarak, belki "Taleal bedru Aleyna" okuyarak gelebilirler. Fetih suresi okuyarak da gelebilirler, İstiklal marşı, İzmir marşı okuyarak da…
O vakit bil ki tuttukları bayrak da olsa, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün resmi de olsa tuttukları şeyi değil, onu tutan eli de değil, onları kontrol eden kukla ustasının eline vurduğunu bilerek vuracaksın.
Çünkü tüm bu hareketler, senin tepkini felç etmek için, aklını bulandırmak, reaksiyona geçmeni engellemek, zihnindeki "öteki algısını" kırmak içindir.
Tarihte Sıffin Savaşı denen bir savaş vardır ve Muaviye ile Hz. Ali arasında olmuştur. Yenilmekte olan ve kaçmaya hazırlanan Muaviye, kumandanı Amr bin El As'ın tavsiyesi üzerine mızraklarının ucuna Kur'an sayfalarını koymuştu.
Bu esnada Hz. Ali'nin ordusundaki askerler mızraklarına Kur'an sayfaları takanlarla savaşmak konusunda kararsız kalmıştı. Tepki, felç edilmiş, karşı tarafın tepki verme deneyimi olmayan bir noktadan vurmuşlardı. İşte tepkiyi de felç eden ve savaşın kaderini belirleyen şey bu olmuştu.
Savaşlarda internet, medya, tv ve birçok şey deprem anındaki gibi felç edilebilir. Çoğu şeyi duyumla öğrenirsiniz. Yunan mı girdi? Yok yahu gelenler Türkmüş.
Sınırdan giren tanklar Türkçe konuşan bizimkilermiş… (???) anlamaz, bilmezsiniz ne nasıl oldu? diye. İstanbul yakınlarında görürsünüz, kendi ordunuz sanırsınız.
Türkçe konuşan, Selamun aleyküm diyen adamlar görürsünüz. İzmir Marşlarını duyarsınız yine anlamazsınız.
15 Temmuz gününün çok daha planlısını ve çok daha organize olan halini düşünün. Bu tarz profesyönel bir organizasyon da elbette o derece gizlice olacaktır ve şu anda bunu görmeniz olası değildir.
Tarih, Türk'ün Türk'e karşı kullanıldığı yüzlerce örneği barındırır. Yunanistan, batılıların dediğini yapan, onların Doğu Akdeniz'de Süveyş yoluna çökmek ve boğazlara da yakın olup gerektiğinde çökmek için kurdukları ve kurguladıkları bir Proxy devlettir.
I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale'ye saldırmadan önceki ikmal yerleri, Limni Adası'dır. Bu bile Yunanistan'ın vazifesini, vasfını ve Batı için önemini anlamaya yeter bir örnektir.
Bu devlet Türkiye'nin 8'de 1'i kadar bir nüfusla Türkiye'yi yutmaktan uzaktır. Kurbağa tavşanı yutamayacağı gibi Yunan da Türkiye'yi yutamaz. Ancak organize bir ordusu, iyi kötü ayakta tutulan ekonomisi ve tanınmış sınırları ile Türkiye'den kaçan her kaçağın güvenli limanıdır.
Terörist başı Apo'nun Kenya'daki Yunan elçiliğinde misafir edildiğini ve kendisine Yunan istihbaratınca gazeteci Mavros Lazaros adlı pasaport verildiğini de bilirsiniz.
Bunu yapanlar, yine yapacaktır. Karga, gaytasını yemekten vazgeçmez.
Bilin ki bunlar çok afaki senaryolar değildir. Çizdiğim distopik senaryonun üç fazlası veya beş eksiği mutlak bir şekilde kurgulanmayı bekleyen masadaki planlar arasındadır.
Eğer Suriye'nin kuzeyinde bir avuç PKK'lı çöp ile koskoca bir bölge, kaosa düşmüş Suriye'den koparıldı ise, kaosa düşebilecek bir Türkiye'nin de batısı "birileri tarafından" gayet tabi koparılabilir görülmektedir.
Türkiye'nin batısını koparmayı hedefleyip olmazsa Trakya topraklarıyla da yetinebilirler. Pek tabii ki bu bölgeyi Yunan destekli bir FETÖ ülkesine de dönüştürülebilirler.
Şimdilerde "Trakya Cumhuriyeti" veya "Bağımsız Trakya" gibi twitter hesaplarını da görebilirsiniz. Sol, sosyalist kokulu bu tarz hesaplar ve bu hesapları idare edenler de araştırılmalıdır.
Hiçbiri yapılmazsa Türkiye'nin batısında bir insani "güvenlik koridoru" oluşturulup "insani yardım dağıtımı" bahanesiyle bile sınırdan içeri yabancı unsurlar ve bu yabancı unsurların tankları üzerine bindirilmiş "bindirilmiş kıta" tarzı kişiler olabilir. Adı Can olur, Emre olur, başka onca şey olur. Sanmayın ki hesap bitti.
Harmanı kaldırılmamış tarlanın hesabı bitmez.
Harman daha kaldırılmadı. Münhasır Ekonomik Bölge bir yanda, Bakü Ceyhan'dı, Tanap'tı, Kerkük petrol hattıydı derken bu toprakların üstünden geçen enerji ve denizin dibinde çıkarılmamış enerjinin kavgasıdır başlaması muhtemel kavga.
Yurt dışında gardınız düşüktür. Ermeni eylem yapar, soykırım der sesin çıkmaz. Bir süre sesin çıkmaz ama sonra onlarla bir olur yürüyüşlerde yer alırsın.
Yunan der Pontus soykırımı, sesin çıkmaz. Bir süre çıkmaz ama sonra dersin ki "ulan bize bunu etmiş olan devlet bunlara da etmiş olamaz mı?"
İşte vatansızlık bunları dedirtir. Vatandan kopup kendine vatan arayan kimsenin iç sesi bunların hepsini söyler. Söyletiyor da. Görün bakın, takip edin tüm bu vatansızların sosyal medya hesaplarını.
Sözde Ermeni soykırımı zamanı sesleri çıkmaz. Sözde Pontus soykırımı zamanı da dut yemiş bülbül gibidirler. Tanınmış olan ve bu tür zamanlarda sesi çıkmayan kim varsa bilin ki bunlarla iltisaklıdır.
Harmanın kaldıracağı vakti bekleyen fareler, kargalar misalidirler.
Parsa büyük. 779 bin kilometrekarelik ve arkasında koskoca bir Türk Dünyası bulunan bir ülke.
Daha çok kasetler çıkacak, daha çok kimseden soğutulacağız. Daha çokça bunal(tıl)ıp çokça "yeter yahu" diyeceğiz.
"Yeter!" kelimesine dikkat edin. Çünkü "Yeter!" sadece yeterlilik veya bezginlik belirtmez. Bir çağrıdır da…
Ama bilin ki siz "yeter" dediğinizde yetinmeyecekler. Sizin yeter demenizi bekleyenler "yettim kardeşim!" diyecek ve o vakit onların bindikleri tanklara, girdikleri sınırlara, onları sınırlardan sokanlara ve ellerinde tutacakları simgelere bakın.
"Yettim kardeşim!" dediklerinde, bünyeye antikor gibi girenlerin "Truva atı" manasına gelen "Troyan" virüsü olduklarını bileceksin.
Truva, Yunan tarihine ait ama Anadolu topraklarından bir hikâyedir ve tarih sıklıkla tekerrür eder ve etmiştir de…
Başta da belirttiğim gibi "dersler çıkarmamız için" okunan bu bilimi bir hikaye gibi değil, bir disiplin ile çoklu ve çapraz okumalar ile birçok ülkenin tarihi ve siyasi coğrafya ile birlikte okuyunuz. Sadece Türk tarihi değil, dünya tarihini de bilmelisiniz.
Tarihi coğrafya ile birlikte okumak, kılıcı kalkanla kullanmak demektir.
Coğrafya da belki en çok savaşmak içindir.
Tarih de savaşları ve amacını anlamak, kimliğine ve geçmişine dair bilinç elde etmek, olaylardan ders çıkarmak içindir. Ya da her zaman dediğim gibi bitirelim.
Coğrafya kılıçtır, tarih de kalkan.
Yunan girer mi? Girerse böyle girer. Anlattık ki bilin diye.
Siz siz olun kılıcınızı ve kalkanınızı eksik etmeyin.
Rabbimiz ekmeğimizi, aşımızı eksik etmesin, sağlığımızı ve birliğimizi baki kılsın.
Bizler asiliz ve bu toprakları bekleyenleriz.
Bekleyeceğiz de…
Nefesimiz kesildiği güne dek nasibimiz varsa bir süre daha...
Sonrası bir beyaz ülkede buluşacağız. İşte orada da beraber olalım.
Ama doğru yerde olanlarla.
Selam ve saygılarımla.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish