1984'ün yazarı George Orwell, birçok sanatçının ve entelektüelin dışarıdaki sansüre rağmen iç dünyalarında özgür olabileceklerine, kendi özel düşüncelerini koruyabileceklerine dair inançlarını "çok tehlikeli bir yanılgı" olarak görüyordu.
İnsanın içsel özgürlüğünü belirli bir ölçüde koruyabilmesi ancak eski tip tiranlık gibi otoriter ve keyfi yönetimler altında mümkündür.
Şiddetin, korkunun, dahası tam bir gözetim ve kontrolün egemen olduğu totaliter bir toplumda ise kimilerinin düşündüğü gibi insanın adeta Stoacı bir filozof gibi içsel özgürlüğe ulaşması neredeyse olanaksızdır.
Orwell, en büyük yanılsamalardan birinin insanoğlunu özerk bir birey olarak düşünmek olduğuna dikkat çekmişti.
Despotça bir rejim altında dahi içsel özgürlüğün mümkün olabileceği düşüncesi saçmadır; çünkü insanların düşünceleri asla tümüyle kendilerine ait değildir.
Filozofların, sanatçıların, yazarların, hatta bilim insanlarının toplumun çeşitli kesimlerinden sürekli bir uyarım almaları gerekir.
Konuşmadan düşünmek neredeyse olanaksızdır. Tam da Krishan Kumar'ın dikkat çektiği gibi Defoe'nin Robison Crusoe'yu yazmasını mümkün kılan şey, onun toplum içinde yaşamasıdır; aksine eğer o, gerçekten ıssız bir adada yaşamış olsaydı, Robinson Crusoe'yu yazamazdı, zaten yazmak da istemezdi.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Yaratıcı yetenek, ancak konuşma özgürlüğüyle açığa çıkabilir. Oysa Orwell'ın distopik romanı 1984'te kurguladığı totaliter dünyada "sokağa çıkmakta özgürsün" ya da "ormanda özgürce gezebilirsin" gibi özgürlükleri ifade etmekten öte bir anlam taşımayan "özgürlük" kavrayışının egemen olduğu bir toplumda yaratıcı yeteneklerin ortaya çıkmasını beklemek ham hayalden başka bir şey değildir.
Günümüz ölçütleriyle kıyaslandığında, Orta Çağ'ın Katolik Kilisesi dahi modern totaliter rejimlerden daha hoşgörülüdür.
Bunun nedenlerinden biri, Orta Çağ'da hiçbir yönetim erkinin halkı sürekli denetim altında tutabileceği araçlara sahip olmamasıdır.
İşte, kamusal alanla özel alan arasındaki sınırların ortadan kalktığı, insanların özgürce hareket edemediği anti ütopyalar modern totaliter rejimlerin ne gibi tehditler barındırdığına dair bizi uyarırlar.
Söz konusu anti ütopyalarda özgürlükle mutluluk arasında kurulan ilişki de dikkat çekicidir.
Orwell'ın romanı 1984'te özgürlük kavramını ele alış biçimi neredeyse diğer tüm anti ütopik romanlardan ve en çok da özgürlük ile mutluluk arasındaki zıtlık üzerine inşaa edilen Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sından ayrılır: Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sında insanların bağımsız olarak düşünmesine izin verilmez; tıpkı Orwell'ın Okyanusya'sında olduğu gibi.
Düşünce özgürlüğü karamsarlık değil de hoşnutluk üzerine inşa edilmiş bir toplumu istikrarsızlaştırabilir!
Laurence Lerner, 1984 ve Cesur Yeni Dünya'da kurgulanan her iki toplumun ritüelleri arasındaki yapısal benzerliğe dikkat çeker; ancak söz konusu toplumlar işlevsel olarak birbirlerine karşıttırlar: Birinde partiler varken diğerinde iki dakikalık nefret; birinde hislerini açıkça gösterme varken diğerinde dehşet verici tele ekranlar; birinde ağrı kesici uyku ilaçları varken diğerinde işkence.
Evet, 1984 romanını yazmadan 10 yıl önce Orwell, geleceğin özgür olmayan toplumunun her halükarda mutluluk sağlayacağını düşünmekteydi.
Yazar, faşizmin muzaffer olması durumunda bu zaferin muhtemel bir sonucu olarak ortaya çıkacak "köle-devlet ya da daha çok köle-dünya"nın olası istikrarlı bir toplum formu inşa edebileceğini ve böylesi bir dünyanın zenginliğinden bilimsel olarak faydalanılabilirse, kölelerin iyi beslenip hoşnut kalabileceği bir toplum biçiminin ortaya çıkacağını düşünmekteydi.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish