Ümit Ünal: İnsanları bir arada tutan adalet duygusu yok olduğu zaman, nar da dağılıyor

Kerem Bozkurt, Independent Türkçe için önetmen, senarist ve yazar Ümit Ünal ile konuştu

"Dokuz" , "Anlat İstanbul", "Ara", "Gölgesizler", Kaptan Feza", "Nar", "Sofra Sırları" ve "Aşk, Büyü, vs." filmlerinin yönetmen ve senaristi;

"Ses" filminin yönetmeni;

"Teyzem" , "Milyarder", "Hayallerim Aşkım ve Sen" , "Arkadaşım Şeytan", "Piano Piano Bacaksız", "Berlin in Berlin", "Amerikalı" ve "Yaz Yağmuru" filmlerinin senaristi;

"Amerikan Güzeli", "Aşkın Alfabesi", "Kuyruk" ve " Işık Gölge Oyunları" kitaplarının yazarı;

Türk sinemasının değerli ismi Ümit Ünal ile sanat, kültür, toplum, sinema ve edebiyat üzerine kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik.

Söyleşiye katkı sağlayan değerli öğrencilerime teşekkür ederim.
 

 

"Senaristin, kendisini yönetmenin dünyası; yönetmenin dili içinde var etmeye çalışması lazım"

- "Teyzem", "Milyarder", "Hayallerim Aşkım ve Sen", "Arkadaşım Şeytan", "Piano Piano Bacaksız," "Berlin in Berlin" ve "Amerikalı" gibi Türk sinemasının değerli filmlerinin senaristliğini yaptınız.  Sonrasında ise hem yönetmenliğini hem senaristliğini yaptığınız yine Türk sineması için çok değerli filmler çektiniz. Hikaye anlatıcılığı kapsamında bir filmin senaristi olmakla hem senaristi hem yönetmeni olmak arasında ne gibi farklar var?

Sinema bir yönetmen sanatıdır. Sadece senaryolar yazdığım dönemde de aynı şeyi söylüyordum: Senaryoyu başkası da yazsa aslında biz yönetmenin hayal dünyasını, onun yorumunu izliyoruz. Yönetmenin kafasındaki hikaye düzgün bir şekilde perdeye yansıyabilirse güzel bir film ortaya çıkar. 

Kimi işlerde tabii ki senaristin öne çıktığı da olur. Örneğin Türkiye yapımı televizyon dizilerinde senaristin (ya da senaristlerin) dünyası daha çok ortaya çıkıyor, yönetmen daha teknik bir insan konumunda kalıyor. Çünkü yönetmenin yorum getirecek zamanı yok. 

Ama bir sinema filminde sanatsal yorum, yönetmenin işidir. Senaristin, kendisini yönetmenin dünyası; yönetmenin dili içinde var etmeye çalışması lazım. Kendi senaryolarımı çekerken, senarist ve yönetmen elbette iç içe geçiyor. 

Ama çoğu zaman senaryoya çok sadığım. Çok nadir de olsa yazdığım şeyleri sette değiştirdiğim, diyalog çıkardığım eklediğim oluyor. Genelde senaryo aşamasında her şeyi çözmeye çalışıyorum. Doğaçlamaya da açık olamıyorum, senaryoya kara kaplı kitap muamelesi yapıyorum.


"Yeşilçam'ın içinde doğdum ama kendi filmlerimde bağımsız sinemacıların izini sürdüm"

- Halit Refiğ, Atıf Yılmaz, Tunç Başaran, Şerif Gören, Ertem Eğilmez gibi ustalarla çalıştınız. Yeşilçam sinemasından şu anki Türk sinemasına geçiş döneminin en etkin ve en önemli tanıklarından birisi oldunuz. Bu geçiş sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu insanları tanıdığım için çok mutluyum ve onlardan çok şey öğrendiğimi de düşünüyorum. Sonradan yaptığım filmler, sinema anlayışım onlardan çok farklı... Ama bir set kurmak, o seti yönetmek ve insan ilişkileri dahil birçok konuda onlardan çok şey öğrendim. 

O dönemde filmler çok mütevazı koşullarda yapılırdı, yönetmenler ekonomik davranmak zorundaydı. Diyelim bir film en fazla 50 kutu 35 mm filmle çekiliyordu. Yani en fazla 2-3 tekrar yapabiliyordunuz. Bu yüzden Atıf Abi çok sıkı ön hazırlıkla, ne çekeceğini iyi bilerek sete gelirdi. Senaryoyu cümle cümle parçalar, planlarına ayırır, sadece en gerekli planları çekerdi. Bu büyük ustalardan elimdeki malzemeyi ve zamanı ekonomik kullanmayı öğrendim. 

Tabii ki Yeşilçam dediğimiz şey hem üretim ilişkileri hem de bir ekonomik düzen. O düzen çeşitli sebeplerle tamamen çöktü, bitti. Sonra bağımsız sinemanın öncüleri, o üretim şeklini değiştirip, Yeşilçam'ın tamamen dışında büyük bir değişim yarattılar.  Ben Yeşilçam'ın içinde doğdum, işin teknik tarafını orada öğrendim ama kendi filmlerimi çekerken bağımsız sinemacıların izini sürdüm.


"Onların yanında durup, o haksızlığa itiraz ediyorum hep"

-  İlk senaryonuz olan "Teyzem" filminden itibaren gerek yazdığınız senaryoların gerekse yönettiğiniz filmlerin başkahramanları genellikle kadınlar. Filmlerinizi tema olarak incelediğimizde ise çoğunlukla ötekilerin hikayesine tanık oluyoruz. Bu karakterleri ise içsel çatışmaları ve psikolojik durumları ile ele alıyorsunuz. Bu noktada hikaye anlatıcılığınızı "haksızlıklara karşı içsel bir sağduyu ile karşı koymak" olarak nitelendirebilir miyiz?

Nitelendirebiliriz. Ama bu, planlı programlı yapılmış bir şey değil. En başta, filmlerimde şöyle bir yol izleyeyim diye bir karar vermedim. Yaptığım filmlerde "haksızlığa itiraz" gibi bir ortak tema olabileceğini sonradan fark ettim. 

"Teyzem"den başlayarak işlerimin çoğunda, haksızlığa uğramış insanlar var. Ben de hikayeyi anlatan insan olarak onların yanında durup o haksızlığa itiraz ediyorum hep.
 

 

-  "Gölgesizler" romanını sinemaya uyarladınız. Yönetmen olarak "Gölgesizler" romanıyla nasıl bir bağ kurdunuz? Kitabın dünyasıyla ve beyazperdenin dünyasının farklı olduğunu kabul edersek bu dönüşüm süreci nasıl oluşuyor? 

"Gölgesizler" benim değil, yapımcı Hakan Karahan'ın hayaliydi. Kitabı çok seviyordu ve film olmasını çok istiyordu. Benden önce başka yönetmenlerle de görüşmüşlerdi. Ama hepsi "Bu kitaptan film olmaz" demiş. Ben de aslında ilk okuyuşta aynı şeyi söyledim; "Bu kitaptan bir film çıkması çok zor, çıkarsa da ticari bir iş olmaz ve pahalıya mal olur" dedim. 

Ama Hakan Bey, "Ben burada iyi bir film görüyorum" diye ısrar etti. Ben de bunu güzel bir sanatsal meydan okuma olarak gördüm. "Gölgesizler" gibi şiirsel dille yazılmış bir kitaptan çok farklı başka birçok film çıkabilir. Ben hikayede politik bir damar hissettim ve onu öne çıkaran bir tretman yazdım. O da Hakan Karahan'ın çok hoşuna gitti. 

Uzun zamandır verdiğim bir ders var. Dersin bütün özeti sinema dili ile hikaye dilinin farklı oluşu. Biz hikayeler anlatırken sözlü ya da yazılı dili kullanıyoruz. Bütün hikaye anlatma reflekslerimiz bunun üzerine kurulu. 

Oysa sinema çok yeni, bambaşka bir dil. O yazılı ya da sözlü dildeki hikayeyi sinema diline tercüme etmemiz gerekiyor. Bu sadece "Gölgesizler" gibi karmaşık metinler için değil; basit bir fıkranın, gündelik bir hikayenin uyarlaması için de geçerli. 

Elbette "Gölgesizler" gibi şiirsel, zamanla, mekanla sürekli oynayan ve okuyucunun kafasını sürekli karıştıran bir metin olduğunda, iş iyice zorlaşıyor. "Gölgesizler"in ilk röportajları yapılmaya başlandığı andan itibaren her yerde aynı şeyi söyledim: "Bu, benim 'Gölgesizler' yorumum" ya da  "Bu benim Gölgesizler 'cover'ım."

O kitabı başka bir yönetmen çekse bambaşka bir film çıkartır, başka bir tarafını öne çıkarır, belki gizem unsurunu, doğaüstü olayları öne çıkarabilir, psikolojik tarafı, atmosferi öne çıkarabilir. Ben daha olay örgüsüne dayalı olsun istedim ve politik tarafı öne çıkardım.
 

 

"Mutfakta gerçekten bir sığınak hissi var"

-  "Sofra Sırları" çok etkileyici bir filmdi. Kelimelerin yerini tatlar, kahramanların yerini de yemekler almış gibiydi. Çerkes Tavuğu sadakati, emeği; mantı intikamı, dolar salatası aç gözlülüğü anlatıyor gibi. Neden kadını yemekle özdeşleştirdiniz? Ve o yemekleri yapan kadın bunu kime anlattı? Kendini mutfağa hapseden diğer kadınlara mı? Gelenekler içinde kalbe giden yola odaklanıp kendi yolunu kaybedenlere mi? Yoksa kadınları küçümseyen erkeklere mi? Siz kime anlatmak istediniz? 

Filmlerimde, başkarakter bir kadın da olsa o kadının ağzından kendi duygularımı da anlatıyorum diyebilirim. Bir dönem işsiz kalıp, her alanda sıkışık bir durumda, yemek pişirmeye dadandığım, yemeği bir kaçış gibi gördüğüm dönemler oldu.  Mutfakta gerçekten bir sığınak hissi var. Zor zamanlarda kendimi hep yemek yaparken buluyorum. 

Kendisine bir hayal dünyası kurmuş, kafasının içinde yaşayan bir kadın düşündüm: Evinden çok az çıkıyor, yemek programları izleyip yemek yapıyor, kocasını bekliyor. Televizyondaki ünlü bir aşçıyla o kadar özdeşleşmiş ki, sanki kameraların önünde seyirciyle konuşuyormuş gibi hayal ediyor kendisini. 

Ama aslında tamamen yalnız olduğunu, evin içinde tek başına olduğunu filmin sonunda kendisi de kabul ediyor. Yalnızlık üzerine, çevrendeki herkesin yanlış, açgözlü olması üzerine ve yine tabii haksızlık teması üzerine bir film oldu Sofra Sırları.
 

 

"O berbat suçluluk duygusunu atabilmek ve bir insanı suçluluk duymadan sevebilmek"

-  "Aşk, Büyü vs." filminde Eren ile Reyhan arasındaki sınıf farklılığı bir çatışma noktası ile izleyiciye sık sık hatırlatılıyor. Bu noktada sınıf farklılığı olmasaydı iki kadının aşkı farklı bir yöne evirilebilir miydi? Yani aradan geçen yirmi yılın sebebi sınıf çatışması mı yoksa iki kadının aşkının toplumda kabul görmemezliği mi? 

İki kadın arasında sınıf farkı olmasa bu hikaye olmazdı, başka bir hikaye olurdu herhalde. Filmin sonlarına doğru, sofrada otururlarken Eren'in anlattığı bir şey var: "Seni kendinden nefret ettiriyorlar" diyor, "O nefret içine pis bir koku gibi siniyor ve çıkmıyor."  

Eren ve Reyhan'ın arasında hiçbir fiziki-sosyal engel olmasa, ikisine de baskı yapacak kimse kalmamış olsa, yine birlikte olabilecekler mi? Asıl aşmaları gereken, sanki o kendi içlerindeki büyük engeller. 

Bu sadece iki kadın arasındaki aşkta değil, herhangi bir aşk hikayesinde de geçerli bir şey. O berbat suçluluk duygusunu atabilmek ve bir insanı suçluluk duymadan sevebilmek. Hayatı, cinselliği, sevgiyi, o suçluluk olmadan paylaşabilmek asıl mesele. 

İlişkiler neden yürümüyor, neden insanlar birbirlerini yıpratıyorlar ve birlikte olamıyorlar? Kendini sevilmeye layık görememek, kendini çok sevip karşısındakileri sevmeye layık görememek, sevdiği için, hayattan zevk aldığı için, cinsellikten zevk aldığı için kendini suçlu hissetmek... Bu suçluluk duygusundan kurtulabilenler mutlu olabiliyor ancak. 
 

 

-  "Aşk Büyü Vs." filminde bir süre sonra erkek karakterin gözünden çifti izlemeye başlıyoruz. Orada izleyiciler olarak toplumun gözü mü oluyoruz? 

Evet, bir manada öyle bir şey yapmaya çalıştım. Erkek karakter bir noktadan sonra onları hep uzaktan seyrediyor. Eren ve Reyhan zaten sürekli gözetleniyormuş gibi hissediyorlar. Biraz o hissi güçlendirmek, biraz da seyircinin kafasında gözetleme fikrinin altını çizmek için yaptığım bir şeydi. 


"Bazen farkına bile varmadan koyduğumuz sınırlardan çok zor çıkabiliyoruz, bu da bizi gerçekten sakatlıyor" 

-  LGBT temasının hikaye anlatıcılığı ve beyaz perdeye aktarılması noktasında gerek Türk sinemasında gerekse dünya sinemasında gözlemlediğiniz benzerlik veya farklılıklar nelerdir? Bu temayı işlerken hem senarist olarak hem de yönetmen olarak kısıtlanıp sınırlandırıldığınız durumlar oldu mu?  

En büyük sınır tabii ki maddi sınırlar. Türkiye'de bağımsız film yapmak zaten zor... Hele LGBT+ hikayeleri anlatarak bağımsız film yapmak istiyorsanız finans bulmanız çok zor oluyor. Çünkü bu filmler genelde iş yapmıyor, hep "sanat filmi" kapsamında kalıyor ve maalesef büyük yapımcılar/dağıtımcılar ve genel seyirci ilgi göstermiyor. Birinci kısıtlama bu… 

İkinci kısıtlama da insanın kendi kafasındaki oto sansürü aşabilmesi… Bu sadece LGBT+ temalı filmlerde değil, bütün sinemamızda temel sorunlardan bir tanesi aslında. Herhangi bir konuyu işlerken kendimize bazen farkına bile varmadan koyduğumuz sınırlardan çok zor çıkabiliyoruz, bu da bizi gerçekten sakatlıyor. 

Dünya sinemasına baktığınızda büyük bütçelerle yapılmış, saygın ödüllere ve yine de bizim kafamızdaki rakamlara göre çok büyük rakamlara ulaşmış LGBT+ temalı filmler var tabii ki. Batı sinema endüstrisinde anlayış çok farklı… Yılların hak mücadelesi sonucunda insanların hayatını kısıtlayarak, onlara hayatı zehir ederek, görülmelerini yasaklayarak hiçbir şey çözülmeyeceğini iyice anlamışlar. 

Eşcinselleri "yasadışı", "ahlakdışı" vb. ilan ettiğinizde, onların görünürlüğünü kısıtladığınızda ya da yetkili ağızlardan biri "Bizde yok öyle bir şey" dediğinde, eşcinseller yok olmuyor. İnsanlık var olalı beri, dünyanın her yerinde, her kültürde, bazı insanlar eşcinsel doğuyor ve kimliğini, cinselliğini her tür baskıya ve tehdide rağmen yaşamak istiyor. 

Bu insanları baskı altına almak, yok etmeye, görünmez kılmaya çalışmak herkesi, sadece LGBT+ bireyleri değil, toplumun geri kalanını da hasta ediyor. Batıda, büyük acılardan geçerek ders aldıkları için eşcinselliğin görünür olmasına, onların sorunlarının özgürce konuşulmasına tartışılmasına çalışıyorlar. Dolayısıyla bu filmlerin gösterimi de yapımı da bizim ülkemize göre daha kolay.
 

 

"Büyük meselelere daracık bir yerde yoğunlaşarak bakmayı seviyorum"

-  Filmlerinizde mekan kullanımları çok dikkat çekici. "Dokuz", "Nar", kısmen "Sofra Sırları" filmleri kapalı mekanlarda çekilmiş. "Aşk, Büyü, vs." filminiz ise sadece adada geçiyor. Filmlerinizde mekan tercihlerini neye göre yapıyorsunuz? 

Tek mekan tercihi tamamen bütçeden kaynaklanan bir şey. Bir filmi küçük bütçeyle tasarlıyorsanız vazgeçeceğiniz en önemli unsur mekanların çokluğu. Mekanı ne kadar azaltırsanız çekim günü de ona göre azalıyor. 

"Nar"ı 15 günde, "Dokuz"u 11 günde, "Ara"yı 12 günde çektim sanırım, "Aşk Büyü vs." yine 12 günde. Tabii ki açık bir mekan ama teknik açıdan kısıtlı, tek bir mekan. 

Tek mekan tercihi elbette sadece bütçeyle alakalı bir zorlama değil, bir yandan sanatsal bir tercih. "Dokuz"dan sonra kafam bunun üzerine çok çalışmaya başladı. Tek mekanda, sınırlı oyuncu kadrosuyla, sınırlı bir zamanda geçen filmler tasarlamayı, büyük meselelere daracık bir yerde yoğunlaşarak bakmayı seviyorum diyebilirim. 


"Oyuncu karşınıza üç boyutlu bir karakter olarak gelip konuşmaya başladığında yazılı metin her zaman işlemeyebiliyor"

-  Filmlerinizde başarılı oyuncularla çalışıyorsunuz. Bu gerçeği göz önünde bulundurursak oyuncuların özgün katkılarıyla da senaryonun seyrinin değiştiği oluyor mu? 

Normalde senaryo bittikten sonra doğaçlamaya çok izin vermiyorum, senaryoda ne yazıyorsa sette onu birebir istiyorum. Fakat filmin öncesinde vakit ve olanak varsa oyuncularla uzun uzun prova yapmayı seviyorum. 

Bu her filmde mümkün olmuyor, oyuncular çok meşgul olabiliyor. Mesela "Ara"da, "Nar"da gerçekten uzun provalar yapabildik. "Aşk, Büyü vs."de Ece Dizdar ve Selen Uçer ile neredeyse altı ay prova yaptık, çünkü bir yandan ortak yapımcı arıyordum. Bu da filme çok şey kattı. 

Filmi izleyenler bilir; Ece'nin gelip "Boz bu büyüyü" dediği sahne senaryoda aslında çok daha yumuşak bir sahneydi, fakat prova yaparlarken sanırım Selen "Ben burada bir tane çakmak istiyorum. Bu kadar yumuşak olmasa bu sahne" dedi. Ben de "Deneyelim" dedim. 

Gerçekten daha sert, şiddetli bir versiyon denediler ve çok daha güzel oldu. Bir odada oturup birtakım diyaloglar yazıyorsunuz ama bir oyuncu karşınıza üç boyutlu bir karakter olarak gelip konuşmaya başladığında yazılı metin her zaman işlemeyebiliyor. 

Provalarda diyaloglar, sözcükler hayat kazanıyor. Ama provalardan sonra senaryoyu kilitleyip, oyunculardan senaryoda ne varsa kelimesi kelimesine uymalarını, doğaçlama yapmamalarını istiyorum. 
 

 

-  "Dokuz" filmi bir sorgu odasında geçiyor. Toplumun farklı kesimlerini temsil eden farklı karakterler, tipler mevcut. Ayrıca, film afişindeki 6 ve 9'un iç içe geçmesi, farklı açılardan bakılınca herkesin kendi doğrusunun olması, görünenin altında daha derinlerde farklı şeyler barındırdığıyla alakalı mesajlar mevcut. Filmde de deliye, meczuba bakışımızı, kutsal annelik gibi değer yargılarımızı karakterler üzerinden sunup, sorguluyorsunuz. Bunları işlerken mikro bir mekan seçmenizin -ekonomik dinamikler dışında- belli bir sebebi var mıdır? Sorgu odasındaki insanların sırlarını bu kadar çabuk ortaya dökmesinin mekanla ilişkisi nedir? Mekan mikro olmasaydı da bu kadar çabuk çözülürler miydi?

Büyük olasılıkla çözülemezlerdi. Karakterleri sırlarıyla birlikte düdüklü tencereye atıp kaynatıyormuşuz gibi bir etki oluyor filmde. Küçücük alanda o kadar baskı altında kalıyorlar ki iç basınçtan tek tek patlıyorlar aslında. Kendi geçmişlerini de diğer insanları da, her şeyi yargılıyorlar, itiraf ediyorlar. 

Bunu dış bir mekanda yakalamak, bu kadar samimi konuşan altı kişiyi yaratmak çok zor olurdu. Çok gençken "12 Öfkeli Adam" filmini seyretmiştim. O da bir mahkemenin jüri odasında geçiyordu. 12 kişinin neredeyse hepsi suçlu gördükleri bir kişinin idamı üzerine tartışırlarken aralarından sadece bir kişinin itiraz etmesiyle adam idamdan kurtuluyordu. 

Aslında o sırada da jüriyi yargılıyorduk, onların hayatı ve karakterleri ortaya dökülüyordu. O filmden çok etkilenmişim herhalde. "9'un esin kaynaklarından biriydi diyebilirim. 


"İnsanları bir arada tutan adalet duygusu yok olduğu zaman, nar da dağılıyor"

-  "Nar" filmi özelinde şunu sormak istiyorum. Adalet insanın kendini savunma mekanizması olarak mı kişiye göre değişiyor yoksa içinde bulunduğu toplum, yetişme tarzı, gördükleri ve yaşadığı olaylar mı onu bu noktaya getiriyor? Yurtdışında yaşamış ve bu konuda daha fazla gözlem yapabilme imkanı olmuş biri olarak bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Sorun bizim toplumumuzda mı yoksa insanda mı?

"Nar"ı yapmaya başlamadan önce kafamı meşgul eden bir konuydu bu: Toplumdaki adalet duygusunun yok olması. Neden bizim toplumumuzda herkes birbirinin omzuna basmaya çalışıyor, neden herkes kendisini sürekli haksızlığa uğramış gibi hissediyor ve bunun da intikamını karşısındaki insandan alıyor diye düşündüm. 

Genlerimize işlemiş bir haksızlık duygusu var bizim toplumda. Ama bir yandan da kimse kurallara uymak istemiyor. Sanki kurallar sadece başkaları için. Adalet duygusunun olabilmesi için bir toplumun birlikte yaşamaya inanması lazım, ortak değerleri olması lazım, ortak sevdikleri olması lazım, ortak şiirler, şarkılar, filmler, romanlar olması lazım. 

Bunlar olmayınca, toplum giderek ayrışıyor ve gerçekten herkes "kendi adaletimi kendim sağlayabilirim" diye düşünür hale geliyor. 

"Nar" metaforu işte: Bir narın içinde yüzlerce tane var ve her biri kendine özgü, kendi başına bir mahlûk gibi, kendi başına bir insan gibi, ama hepsini bir arada tutan incecik bir kabuk var. O kabuk dağıldığı zaman nar da dağılıyor. Bu, metafor olarak beni çok ilgilendirdi. İnsanları bir arada tutan adalet duygusu yok olduğu zaman, nar da dağılıyor diye düşündüm, onu anlatmaya çalıştım. 
 

 

"Büyü esprisini, diyalogları yazma ve çelişkilerle dolu bir hikaye kurma imkanı verdiği için kullandım"

-  "Aşk, Büyü vs.", "Nar", "Dokuz" filmlerinde batıl inançlar, delilik ve öteki gibi kavramlar filmin çatışma noktasında yer alıyor. Bu kavramlara toplumda sızıntı veren çatlaklar olduğu için mi, yoksa olayların gittiği yönü büyük oranda etkilediği için mi filmlerinizde genel olarak yer veriyorsunuz?

Aslında doğaüstü olaylara hiç inanmıyorum, metafizik inançlarım yok. Klişe tabirle "bilime inanıyorum." Fakat edebiyatın, sanatın, hikayenin dünyası başka. Sanatın evreni içinde büyü de olabilir, diğer metafizik unsurlar da. 

Örneğin, "Nar" filmimde hikayeyi başlatan fal olayına tabii ki inanmıyorum ama kahve falı çevresinde bir oyun kurmak, seyirciyi tartışmaya davet etmek hoşuma gidiyor. 

"Aşk, Büyü Vs." deki büyü konusunda olduğu gibi: Büyüye hiç inanmadığını söyleyen bir kadın, "Bozdur bu büyüyü" diye çıkıp geliyor. "Hani inanmıyordun" deyince de "Ama sen inanıyorsun" diyor. 

Büyü esprisini, bu diyalogları yazma ve böyle çelişkilerle dolu bir hikaye kurma imkanı verdiği için kullandım. Gerçek hayatta büyü yaptıranlar, oralara para harcayanlar vb. çok dalga geçtiğim bir şey. Tamamen üçkağıt, insanların saflığından çaresizliğinden yararlanma yolu.


"İnsan yaşlandıkça kitaplardan eskisi gibi etkilenmeyi de bırakıyor; ilk etkilenmeler çok daha çarpıcı ve kalıcı"

-  Filmlerinizi incelediğimiz zaman edebiyatla bağınızın ne kadar kuvvetli olduğu görülüyor. Ayrıca dört tane kitabınız var. Filmlerinizde özellikle Kafka ve Nabokov etkilerini sezinledim. Bir yönetmen olarak sizi etkileyen yazarlar kimler oldu? 

Kafka, Nabokov ve Márquez gençken okuyup çok etkilendiğim ve artık neredeyse genlerime işlemiş yazarlar diyebilirim. 

Nabokov'un sadece kurgu kitaplarını değil, edebiyat derslerini ve anılarını da okudum. Onun dili, alaycılığı, oyunculuğu çok hoşuma gidiyor. Yazarken de "Acaba Nabokov bunu görse nasıl dalga geçerdi veya bunu beğendirebilir miydim?" diye düşünüp, sanki başımda duran bir usta gibi hissediyorum. 

Türkçe de Bilge Karasu ve Sait Faik'i sayabilirim. Ama tabii ki bunca yıl içinde birçok farklı yazarla tanıştım. Başka birçok roman, hikaye kitabı ve şiir hayatıma girdi. Hepsini saymak imkansız. İnsan yaşlandıkça kitaplardan eskisi gibi etkilenmeyi de bırakıyor. O ilk etkilenmeler çok daha büyük oluyor, çok daha çarpıcı ve kalıcı oluyor.


-  Hem senaryosunu yazdığınız hem de yönetmenliğini yaptığınız filmlerinizi izlerken Luis Bunuel etkisini biraz fazla gördüm. "Burjuvazinin Gizli Çekiciliği"nde de vardır, o klasik anlatım bir anda sürreal bir rüya sahnesine döner ondan sonra tekrar klasik anlatım gelir. Bu kapsamda hem dünya sinemasında hem Türk sinemasında beğendiğiniz, takip ettiğiniz yönetmenleri merak ediyorum. 

Bunuel en saygı duyduğum yönetmenlerden biridir. Sinema okulunda okurken, sinema kuramları dersinde herkes bir yönetmeni seçip onun hakkında bir seminer hazırlardı, benim de konularımdan bir tanesi Bunuel'di. 

O dönem her filmini bulma imkanımız yoktu ama üzerine çok okudum. Sürrealizm zaten çok yatkın olduğum bir sanat akımı. Kendimi sürrealist gibi görmüyorum ama yaptığım işlerde sürrealist unsurlar bolca var. 

Sevdiğim yönetmenler eskilerden Fellini, Bunuel ve Bergman diyebilirim. Bugüne gelirsek Alfonso Cuaron bu ara en sevdiğim yönetmen herhalde. Michel Gondry ve Coen Kardeşler seviyorum. "Barton Fink" hayatta en sevdiğim filmlerden biri herhalde 30 kere falan seyrettim.
 

 

-  Pandemi dönemiyle birlikte bazı alışkanlıklarımız değişti. Sinemaya düzenli olarak giden bir kitle hep var olacaktır, ama sayı her geçen yıl azalıyor. Artık dijital platformlar etkin bir rol oynuyor. Dijital platformlara bakış açınız nedir? Bu platformlar sinema sanatını nasıl etkiliyor?

Büyük beyazperdede, birçok insanla aynı anda film izlemek tabii ki kendi başına çok özel bir görsel/işitsel deneyim, bir ayin, bir tören gibi. Başka bir mecranın sinemanın yerini doldurması çok zor. Ama sinema artık eskinin "kitle sanatı" değil. 85 milyonluk Türkiye'de en çok iş yapan filmler 5-6 milyon seyirciye ulaşıyor. 

Filmlerin çoğu "korsana düştüğünde" bilgisayardan, ya da TV ve dijital kanallardan seyrediliyor. Gişede eski rakamlara, özellikle şu günlerde ulaşılması herhalde imkansız. Uzun vadede salonlarda, büyük perdeden film izleme töreninin ölmeyeceğini ama "meraklısı için" özel ve seçkin bir etkinlik haline geleceğini tahmin ediyorum, tiyatro gibi.

Dijital platformlara hiçbir zaman karşı olmadım. Her film sinemada büyük perdeden izlenecek diye bir şey yok, bazı filmler evde, bilgisayar ekranında da izlenebilir. Cep telefonundan izlemeye karşıyım o ayrı. O kadar da ufak ekran olmasın (Gülüyor).

Çocukluğumda Türkiye'de sinema yine krizdeydi, 70'lerde yaşıyorduk, sinemalar seks filmleri furyası işgali altındaydı ve kimse doğru dürüst sinemaya gitmezdi. Yazın yazlık sinemaya gidilirdi sadece, oradan sinema hatıralarım var. 

Film seyretme alışkanlığını salonlarda değil, televizyon ve videodan izleyerek edindim. Dolayısıyla öyle beyazperde fetişim yok ve dijital kanalların gelişimini de tekel haline gelmediği sürece çok olumlu buluyorum. 


-  Ümit Hocam, yoğun temponuzda vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. 

Ben teşekkür ederim.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU