"Yazmanın" ve "okumanın" büyülü dünyası!..

Prof. Dr. Ahmet Özer Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Pixabay

Yeryüzündeki bütün hareketlerin kaynağı insan bilincinin iki buluşudur. 
Mekanda hareket tekerleğin bulunmasıyla,
düşüncede hareket ise yazının bulunmasıyla gerçekleşmiştir.

Stefan Zweig (Buluşmalar)


Yazmanın büyüsü

Okumak ve yazmak bilen için büyülü bir iştir. Çünkü önce söz vardı; kelam yani. Sonra kalem icat oldu, yazı geldi. Düşüncede hareket yazının bulunmasıyla gerçekleşirken mekanda hareket tekerleğin buluşuyla boyutlandı.

Biz bu yazıda mekanda hareketi şimdilik bir yana bırakıp düşüncede hareketin izini sürmeye çalışacağız. Düşünceyi harekete geçirenin de okumak ve yazmak olduğu bilinciyle onların büyülü dünyasına dalacağız. 

Neden mi? Çünkü okumak beyni geliştirir, yazmak onu ölümsüzleştirir. 

Yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır. Bu sözü severim ve fırsat buldukça söylerim. İsterim ki yaşarken ölümü, ölümü vazederken de yaşamın erdemini ıskalamayalım. 

Mamafih hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Doğrudur. Anlar ve anılardan müteşekkil yaşamı, eğer yazmazsanız hafızanın eskimiş galerilerinde tozlanırlar, tozlandıkça unutulur giderler.

Anılar için unutulmak, ölüm demektir. Unutulmaya terk etmek ölüme terk etmek, demektir... aslolansa onları yaşatmaktır. 

Anıları/anları yaşatmak onları gün yüzüne çıkartmakla olur.  Daha doğrusu bu, onları yaşam oksijeni ile buluşturmayı gerektirir.

Nasıl ki insanoğlu yaşamak için ciğerlerine hava çekiyorsa, anıların yaşamı da gün yüzüne çıkmasına bağlıdır. Gün yüzüne çıkarılmanın tek yolu da onları bulundukları derin karanlık kuyulardan çekip çıkarmaktır. Bunun da yolu onları anlatmak ve yazmaktır. 

Anıları anlatmak, onları yaşatmanın vazgeçilmez yoludur. Ama yazmak bundan da fazlasıdır ki bu onları ölümsüz kılar. Anıları unutursanız ölürler, anlatırsanız ömürleri sizin ömrünüz kadar olur, onları yazarsanız siz ölseniz de onlar yaşamaya devam ederler. Ömürleri sizin ömrünüzden daha uzun olur. 

Sanırım insanoğlunun ölümsüzlük arayışının bir yansıması da yazıdır. Yazı satırlara, satırlar paragraflara, o da türlü sayfalara dökülür ki onların bir araya gelmesiyle dünyanın en büyük icatlardan biri olan kitap(lar) ortaya çıkar.

Çünkü yazılan ve çizilenin belli formatta toplandığı yere de aklının en büyük buluşu olan "kitap" adını koymuş âdemoğlu. 
 

p2.jpg
Fotoğraf: Pixabay

 

Kitabın mahareti

Kitaplar, sessiz, büyük bir birikimin sesleridir. Bu yüzdendir ki bana göre dünyanın en büyük birinci buluşu yazıysa, ikinci büyük buluşu kitaptır.

Yazar sırrını kaleme fısıldar o da gidip kâğıda söyler, kâğıtlar sayfalarda bir araya gelir, böylece kitap ortaya çıkar. Yani, yazı birikip kitap olur; kitaplar birikip bir büyük bilgi imparatorluğuna dönüşür.

İşte bu noktada üçüncü büyük hüneri oluşur insanoğlunun: Aktarmak.

Çünkü insanın bu babda üçüncü büyük mahareti biriktirdiğini aktarma yeteneğidir. Hayvanın yapamadığı budur. Bu yüzden uygarlıklar yaratmıştır insanoğlu.

Hayvanlar fizyolojik olarak birçok yönden insandan daha yetenekli, kuvvetli olabilirler. Hatta birçok bakımdan bazı ekstralara sahip olmalarına rağmen insan karşısında gene de eksik kalırlar.

Neden? Çünkü kavram üretemezler de ondan. Dolayısıyla üretemedikleri kavramları biriktiremezler, biriktiremedikleri şeyleri de doğal olarak aktaramazlar. Bu yüzden de bir uygarlığa sahip değiller. 

Hayvanların yaşamları bu bakımdan statiktir. En akıllı ve yeteneklileri bile bin yıl önce bir işi nasıl yapıyorsa bugün de aynı şekilde yapıyor.

Sözgelimi karıncaların, o muhteşem iş bölümü, iş yapma becerisi, düzeni, bir araya getirme oluşturma yetenekleri bin yıl önce ne ise bugün de aynıdır.

Çünkü tarih içinde biriktirme ve geliştirerek aktarma yeteneğinden yoksundurlar. Daha doğrusu biriktirme olmadığı için gelişme/geliştirme de olmaz/olamaz. 

Mesela koyunlar bin yıl önce nasıl meliyorsa bugün de öyle melerler. Ya da köpekler on bin yıl önce nasıl havlıyorsa bu günde öyle… Ve diğerleri ha keza.  Ya insanoğlu…  

İnsanoğlu öyle mi? İnsan kavram üretiyor, yazıya döküyor ve aktarıyor. 

Hep düşünmüşümdür: Tavuklar neden bir uygarlık yaratmamıştır?

Çünkü tavuklar civcivlere hikayelerini anlatamazlar. İnsan anlattığı, aktardığı için uygarlık yaratmıştır. 
 

p4.jpg
Fotoğraf: Pixabay

 

Sesler, görüler ve semboller

İnsana bilgi ürettiren, bilim yaptıran, uygarlık yarattıran en önemli yeteneği, sesleri eğip bükerek kavramlara dönüştürmesidir; kavramları konuşmaya çevirmesi ve yazıya dökmesidir.

Ayrıca bunları saklaması, aktarması yeteneğidir. İşte insan, bu süreçte değişir, gelişir, eskinin üstüne yeniyi ekleme hünerine sahip olur. 

(Her değişim iyi olmayabilir tabi, sizin de anlayacağınız üzere biz burada olumlu olanından bahsediyoruz. Çünkü insanoğlu bildikçe kendi olmaktan, yani doğa(l) durum[un]dan/halinden çıkar. Bu "insanlaşma" [humanisation] süreci iyi yönde olacağı gibi kötü yönde de zuhur edebilir. Bu ayrı bir tartışma meselesi..) 

Sadece büyümek bile bizi değiştirip yabancılaştırabilir. Büyümek kirlenmektir; çünkü insan büyüdükçe saflığını yitirir. Bu yüzden, insanın en temiz banka hesabı çocukluğudur.

Bir düşünün, çocukken ki insanla olgun insan artık aynı insan değildir. Büyüdüğünde içindeki "iyi" ortaya çıktığı gibi "kötü" de ortaya çıkabilir.

Zaten bütün çabalar insanın içindeki "iyi"yi ortaya çıkarma üzerine kurlu değil mi? 

Peki, kim bunu yapacak?

Bunu yapacak olanlar ya da yapma iddiasında olanlar; eğitim kurumlarıdır, ailedir, arkadaş çevresidir.

Hatta peygamberlerin, kutsal kitapların iddiası ve çabası da budur. 

Öğretmenler, yazarlar, çizerler de bunu yapmaya çalışmaz mı?

Hele edebiyat; son tahlilde tamamen bunun üzerine kurludur.  

Yazmak işte bu sebeple kutsal bir iştir. İyi bir yazar olmak ise işte bu kutsalın ürünüdür. Bu da iyi bir çaba ile olur ancak.

Nasıl mı?
 

p5.jpg
Görsel: Pixabay

 

İşlersen ışıldarsın

Bir yazısında yazar Osman Şahin diyor ki:

Saban demiri toprağın içinde olduğu için, ne yaptığını kimse göremez. Toprağı yaran alt üst eden, kökleri, çayırları hopur eden, söken odur. Saban demiri topraktan çıkınca kalaylanmış gibi parlar. Sert demirden yapılmasına karşın demirliğinden en çok kayba uğrayan yine odur.


Yazarları, bilim adamlarını, düşünürleri biraz saban demirine benzer. Okurken, yazarken, araştırırken, bilgilenirken, giderek yontulur, biraz daha rendelenir, kendisi olur.

Tıpkı bir dülgerin elindeki bir ağaç parçasını yontarak, fazlalıkları atması, onu bir şekle sokması gibi.

Ünlü heykeltıraş Rodin'e; "Üstat bu kadar güzel insan heykeli nasıl yapıyorsunuz" diye sorduklarında, "Taşın fazlasını atıyorum geriye heykel kalıyor" demiş.  

Peki, neyi, ne kadar nasıl atacağımızı ya da ekleyeceğimizi nasıl bileceğiz?

Elbette okumakla… Çünkü bunu yapacak en önemli araçların başında okumak gelir.

(Bir kalasken çok bir değer taşımayan o ağaç parçası ustasının elinde nadide bir sanat eserine dönüşebilir. İnsan da öyledir, tıpkı o ağaç gibi… Meğer işlenirse…)

Biz(ler) de içimizde bir cevher varsa onu işleriz, fazlalıkları atar, eksikleri tamamlarız; biçim verip, şekilden şekle sokup cevheri mücevhere çeviririz.

Ama bunu yaparken cevheri kırıp dökme tehlikesi de var. Onu tekrar değerli bir mücevhere çevirmeyecek bir kazaya uğratmamanın ne kadar önemli olduğunu unutmamak lazım.

Bu konudaki ustalığı ise okumak sağlar bize.
 

p1.jpg
Fotoğraf: Pixabay

 

Okumanın erdemi ve müthiş katkısı

Okumak büyük birikimler verir kişiye. İnsan ruhunu olgunlaştırır. O yüzden herkesin okuması gerekir, ama yazarın, yazı erbabının muhakkak okuması şarttır.

Kalemin nasıl uca ihtiyacı varsa, yazarın da öyle okumaya ihtiyacı vardır. Nasıl ki bağlamanın sapı, telin uzunluğunu belirlerse, yazarlığı da okumalar, çalışmalar belirler.

İnsanın bir yeteneği varsa bile süreç içinde, çalışma ile emekle gelişir anacak. 


Peki, her okuma, her yazma nasıl olursa olsun makbul müdür?

Elbette değil. Neyin ne zaman okunması da önemlidir. Tıpkı yemek gibi. Yemekten önce meyve yenebilir, ama sağlıklı olmaz.

Meyveden sonra yenecek yemeğin hazmı zor olduğu için hazım sisteminde sorunlar oluşur. Okuma da böyledir. Okuduğun şey bir süre sonra seni belirlemeye başlar.  

Düşünceni oluşturur, düşüncelerin eylemlerini, onlar alışkanlıklarını, o da karakterine dönüşür zaman içinde. 

Aristoteles'in dediği gibi karakter, alışkanlıktır. Onu da yapıp etmelerini de okumaların şekillendirir. O yüzden ne okuduğun ne zaman okuduğun ve nasıl okuduğun önemlidir.

Sırf okudun diye, her şey bitmiş olmaz yani: Okuduğunu hazmetmezsen ne senin dimağına bir faydası olabilir ne de kendin hazmetmediğin bir şeyi başkasına aktarabilirsin. Bu noktada aktarım önemlidir. 

Okuduğunu, biriktirdiğini aktarmak... Aktar, daima aktar insanlık denizine... Üstelik bilgi aktarıldıkça/paylaşıldıkça azalmaz, çoğalır.

Sende bir cümle varsa bana verdiğinde yarıya düşmez, aksine ikiye katlanır, etki alanı genişler. 

Sadece bildiklerini kendine saklarsan sonunda kendi çalıp kendi dinleyen aşığa dönersin ki bu tehlikelidir bir yazar için, bu tehlikeyle karşı karşıya kalmamalı insan! 

Evet, güzel fikirler güzel kitaplarda bulunur ama onları okumuş, hazmetmiş, kendine has hale getirmiş olanlar bunu başkalarına da aktarmalılar.

Çünkü bilmek sorumluluktur, sorumluluk da paylaşmayı gerektirir. 
 

p3.jpg
Fotoğraf: Pixabay

 

Yazarlıkta 'ne' değil, 'nasıl' önemli

Yazmaya gelince… Yazarlıkta ne yazdığından ziyade nasıl yazdığın önemlidir. Diğer bir deyişle yazılanın okunmaya değer olması gerekir.

Bana göre bu babda iki anlamlı yaşam vardır: Ya yazılmaya değer bir yaşam yaşamalı insan (ki bunun için mangal gibi yürek gerek); ya da okunmaya değer şeyler yazmalı insan. 

Evet, birincisi pratiği kutsayanların işidir, yani kahramanların. (Keşke toplumlar hiç kahramanlara ihtiyaç duymasa…)

Çünkü yazarların dileği kahramanlara ihtiyaç duymayacak toplumların oluşmasıdır...  Ve buna katkıda bulunmaktır.

İkinci anlamlı yaşam yazmak, daha doğrusu okunmaya değer şeyler yazmaktı. Bu zor ve zahmetli iş ise yazı erbabına aittir. Ama buradaki esas mesele yazdıklarının okunmaya değer olup olmamasıdır.

Onun içindir ki neyin yazıldığından ziyade nasıl yazıldığı önemlidir.

Yazdığın şeyin her şeyden önce orijinal olması gerekir; yani yeni olması, daha önce kimsenin bu şekilde yazmadığı bir şey olması gerekir.

Malumu yeniden ilan etmek zaman ve enerji kaybı olmaktan başka bir işe yaramaz. 

Yazının orijinal olması için de kendine has bir üslubu olması lazım yazarın. Çünkü yazının karakterini belirleyen üslubudur.

Kendine has bir üslupla yeni bazı bilgiler içermesi insanda yeni duygular yaratması ya da var olan duyguları depreştirmesi, ortaya çıkarması lazım.

Bu acıyı da gülmeyi de düşündürmeyi de içerebilir veya başka insanı bir duyguyu da…  

İşte bu yazının ruhudur. Daha doğrusu yazı bir ruha sahip olmalıdır. Samimi olmalıdır. Biçim önemli ama ruhu esir almamalıdır.  
 

p6.jpg
Fotoğraf: Pixabay

 

Yazının düzeni

Sonra belli bir düzen içinde yazılmalı yazılan. Yanı yazının bir kurgusu olmalı. Edebi bir yazıyı bir bilim yazısından ayıran en önemli unsurlar duygu ve kurgudur.

Bilim yazısı akla dayanır. O yüzden çoğu zaman kurudur. Sıkıcıdır.

Kısa kuru ve duygudan arınmış bilimsel cümlelere karşın edebiyatın cümleleri çiçeklerle bezeli dağ yamaçlarında yılan gibi kıvranarak uzayıp giden duygu yüklü patikalar gibidir. Coşkuludur. 

Biri genellikle akla diğeri ise duyguya/ruha hitap eder. Biriyle uçaklar, gemiler, apartmanlar inşa ederiz, diğeri ile fırtınası dinmeyen ruhu tatmin ederiz. Okumanın ruha iyi gelen şifası yazının güzelliğinden kaynaklanır. 


Yazma ve okuma disiplini şart

Bütün bunları yapabilmek için belli bir disipline ihtiyaç vardır. Yazmak, okumak bir disiplin işidir. Kişi ustalaşmak istiyorsa çok okuyacak, çok yazacak. Hiçbir yazar, yazar olarak doğmaz.

Diğer bir deyişle yazar doğulmaz, yazar olunur. Çalışmakla, emekle, okumakla, yazmakla yazar olunur…  Unutulmamalı bazı feragatler da var işin ucunda.

Çünkü okumak yazmak aynı zamanda tek kişilik bir eylemdir, yalnızlık gerektirir. 

Oysa insan sosyal bir varlıktır. Sosyalite bu dünyaya ilişkin bir kavramdır. Yazarın bir ayağı diğer dünyada gelecekte olmalı.

Bunu yapacaksa eğer bu fedakarlığı bilecek ve ona göre bazı şeylerden feragat edecektir. En önemlisi de zaman gerektirir. Disiplin gerektirir.  

Okuma yazma alışkanlığını kazandıktan sonra bu alışkanlık peşinizi bırakmaz. İster okur ister yazar olun bir iş nedeniyle yarıda bıraktığınız romanın kahramanı sizi çağırır, "gel, gel" eder; siz de bir an önce ona kavuşmayı, o büyülü dünyaya dahil olmaya koşarsınız. 
 

p7.jpg
Görsel: Pixabay

 

Edebiyatın büyülü dünyası

Büyülü diyorum çünkü edebiyat sinema gibi ya da resim gibi değil. Onların çerçevesi çizilmiş, o şeyi yönetmen ya da ressam nasıl görüyorsa nasıl yorumluyorsa öyle sunmuştur size. Kendinizden pek az şey katabilirsiniz.

Ama roman, öykü ya da şiir öyle mi?..  

Siz anlatılan her sahnenin hem yönetmeni hem ressamı hem bestecisisiniz. Anlatılan kahramanı kendi kafanızda biçimlendirebilir hatta kendinizle ya da başka biriyle özdeşleştirebilirsiniz.

Anlatılan olayları ya da olayların geçtiği yerleri, mekanları da gene aynı şekilde yapabilirsiniz, istediğiniz biçimlerde muhayyilenizde canlandırabilirsiniz.

İster okuyan ister yazan olun, sonra kurduğunuz o dünyada at koşturursunuz.  

Bu özdeşlik bazen o kadar ileri gider ki kahramanınızla üzülür, kahramanlarınızla gülersiniz, onunla adeta bütünleşir bir olursunuz.  
 

Honoré_de_Balzac_(1842).jpg
Honoré de Balzac (1799-1850) / Fotoğraf: Wikipedia

 

Arkadaşları bir gün ünlü romancı Balzac'ı üzgün görünce sorarlar; "Ne oldu üstat? Niye böyle üzgünsünüz"

Balzac "Hiç sormayın arkadaşlar, roman kahramanım ölmek üzere" diye yanıt verir.

Birbirlerine şaşkınlık içinde bakan arkadaşları "Senin elinde değil mi, bu kadar üzüleceksen o zaman öldürme onu" deyince Balzac, şu çarpıcı cevabı verir:

Ne yapsam kurtaramıyorum.

Yazıda torpil geçmek yoktur. Her şey aslına uygun, çırılçıplak olmalıdır... 


Yazar yaşamın tarafıdır

Yazarlıkta önemli bir husus da samimiyettir. Yaşamda ne varsa yazıda da o olmalı. Bir şey yazarken sanki siz, kaleminiz yalnız varsınız bu dünyada, öyle yazmalısınız.

Eğer otorite ne der, arkadaşlar ne düşünür, anam babam küser mi; ahali, karakol, jandarma, polis nasıl bakar diye kaygı duyarsanız asla iyi bir yazar olamazsınız.

Dünya çapında ün yapmış yazarların otoritelerle başlarının hep dertte olması bundandır. 

O yüzden sürgündeler, hapisteler hatta mezardalar..  Ne ki, hayatı, yaşananları yazarken insanın, insan olanın, insanca olanın tarafında olmalı yazar.

Hayata değmeyen, insanı anlatmayan öyküler, romanlar, şiirler, denemeler, senaryolar vs yazılmamalıdır derim ben. Yazmak, hayata dokunmaktır. 


Yazar halka tepeden bakmamalı

Yazar seçkinci olmamalı, halka tepeden bakmamalıdır. Onun yaşamına dokunduğu gibi diline de kıymet biçmelidir. Kitaplardan olduğu kadar halkın dilinden meşrebinden de bahsetmelidir.

Elbette, ele aldığı konuyu yaşamdan aldığı gibi yazmamalı, kendine göre konuyu biraz değiştirmelidir. O arada konu da yazarı biraz değişime uğratacaktır. Karşılıklı bir etkilenmedir bu. 

Yazar coşkulu olmalıdır. Toplumun ve kendisinin dalgalı iç çatışmalarının ayırdına varmaktır, yazmak. Gerçek coşkular, gerçek deneyimlerden acılardan doğar.

Beethoven, o büyük iç çatışmalarını yaşamasaydı o güzelim senfonileri besteleyebilir miydi?  

Acılı yaşamı mıdır Yaşar Kemal'i yaratan?  
 

yaşar kemal aa.jpg
Yaşar Kemal (1923-2015) / Fotoğraf: AA

 

Bu nedenle geçmişe köklere gider her zaman. Hatta çocukluğuna. Yazarın çocukluğu, onun en zengin en temiz "banka hesabıdır."

Kişi yaşarken o hesapta anılar, deneyimler, öyküler birikir. Zamanla zenginleşir. Sonra yazar ilk işe oradan başlar, çünkü elindeki tek hesap odur.

Sonra zenginleşebilir, başka hesaplar da açabilir elbette, ama hiçbiri, ilk duydukları, gördükleri yaşadıkları kadar kıymetli değildir. 

Bu yüzden boşuna denmemiştir, her yazar ya yaşadıklarını ya da yaşamak istediklerini yazar ilk etapta. O yüzdendir sizin başınız nerde olursa olsun köklerinizden beslenirsiniz.

İstanbul'da yaşayabilirsiniz, ama eğer kökleriniz Çukurova'daysa İnce Memed'i yazarsınız Yaşar Kemal gibi.

"Eğer seferberlik anılarıyla büyümemiş olsaydım 'Kimsecik' romanını yazabilir miydim?" demişti bana, bir keresinde usta romancı.  

Bu liste uzatılabilir farklı romancı ve romanlar için. İnsan en iyi, en iyi bildiği şeyi yazar.

O yüzden Kemal, çok haklı olarak "her yazarın bir Çukurova'sı olmalı" der. Ve onu kanaviçe işler gibi işlemeli yazar.


Yazar sözcük büyücüsü, kelime terzisi 

Bundan dolayı yazmak ve yazarlık bir kadere bir zorunluluğa dönüşür. O insanları yazarak ülkemize, kent soylu aydınlara haber vermek kaygısı var insanın içinde. Tevrat: "İlkin söz var idi, söz Tanrı'ydı" der. 

Bazı uyanıklar "Söz gümüşse sukut altındır" der, asla inanmayın.  Ben inanamam, itibar etmem bu deyişe. Bu olsa olsa, uyanıkların daha kolay yönetmek için uydurduğu bir şey olsa gerek.

Hâlbuki insanı gösteren dilidir, konuş ki seni göreyim, denmiştir ve bu laf boşuna denmemiştir.

Kimseyle konuşmayan, az konuşan kişiler için bazı yörelerde "Ağzıkör" ve ketum derler, kocuşmayana "Dilsiz ağız, yüreksiz göğüs" derler. Bu daha doğru bir yaklaşımdır.

O yüzden konuşmak ve yazmak lazım. Tabi iş olsun diye değil, konuşacak söylenecek lafınız ve yazılacak hikayeniz varsa, konuşmalı ve yazmalı…  

Usta bir yazarın elinde yazınca yeniden yaratılır o yaşamlar, yeni bir anlam bulur kelimler cümleler. Çünkü birer sözcük terzisi ve sözcük dikicisidir yazar.


Yazarlar, sözcüklerin kan grubunu, soluğunu bilirler. Onları ateş dolu yüreklerinde eritirler, kâğıda öyle dökerler.

Kalem ve parmak uçları demirci körüğü gibi harfleri ısıtır ve harften közler dökerler kağıtlarının üstüne. Söze söz geçiren, söze güç veren yazardır. O yüzden yazının her zaman müthiş bir büyüsü vardır bilen için…   

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU