Türkiye'de mevcut iktidarın "milli iradenin üzerinde hiçbir erk yoktur" minvalinde bir düsturu, demokrasiyi milli irade ile özdeşleştiren de bir söylemi var.
Kuşkusuz, buradaki "milli irade" kullanımının ulusal egemenlik ile bir alakası yok. Aksine, milli irade, "Rousseauesque" ulus devlet önkabullerinde sıkışmış alaturka bir kavramdan ibaret.
Peki, milli egemenlik kavramıyla yarı-doğrudan demokratik unsurlar teorik anlamda çelişiyor mu?
Gelin bu soruyu, Max Weber'in "Meslek Olarak Siyaset" adlı eserini temel alarak ussallaştırma, Weberyan bürokrasi ve Weber'in otorite tipleriyle Robert Michels'in "Siyasi Partiler" adlı eserinde ürettiği "oligarşinin demir kanunu" kavramını ele alarak inceleyelim.
Weber, "Meslek Olarak Siyaseti"i -kendi ürettiği üç otorite tipi göz önünde bulundurulduğunda- geleneksel otoritenin, yani bir halefiyet zincirini devam ettiren anaysal monarşiyle yönetilen bir rejimden yarı başkanlık sistemiyle yönetilen bir federal cumhuriyetin kuruluş sürecinde kaleme almıştı.
Geleneksel dünyanın son kalıntılarını üzerinde taşıyan Alman İmparatorluğu'nun çöküşü sonucunda, ülke tarihindeki ilk ulus devlet deneyimi olma özelliğini taşıyan ve -Weberyan tabirle- yasal otoritenin izlerini gördüğümüz Weimar Cumhuriyeti kurulmuştu.
Bu detay önemlidir çünkü Weber, teorisini oluştururken, hem yüzyıllardır etkisini kaybeden gelenekselliğin yok oluşuna bir imparatorluğun dağılması üzerinden, hem de bir ulus devletin doğuşuna tamamen moderniteye ait nüveler taşıyan bir demokrasi denemesinin katılımcısı olarak pratik yönden şahit olmuştu.
Bu bağlamda, Weber'e göre dünyanın temel bir düzeni olduğunu kabul eden geleneksellikte, söz konusu düzen dünyadaki işleyişin nasıl olması gerektiğini belirliyordu.
Bu yaklaşımın hakim olduğu monarşilerde de, monarkın tanrı tarafından görevlendirildiği kabul edilirdi ve tebaa, monark'ın eylemlerinden bağımsız olarak ona biat etmekle yükümlüydü.
16'ncı yüzyıldaki Protestan reformlarıyla beraber bu durum değişti, toplumsal düzenin belirlenmesinde takdir-i ilahi etkisini yitirmeye başladı ve toplumdaki kişilerin Tanrı'nın onlara biçtiği rolü ne kadar iyi yerine getirdikleri önem kazandı.
Weber, "Protestan Etiği ve Kapitalizmin Ruhu"nda bu reformların, geleneksel toplumları bireyci, kapitalist toplumlara dönüştüren ilk adım olduğunu söylerken bu yeni toplumların ekonomik başarıya odaklandığını da ifade eder.
Bunun yanında, Weber'e göre modern dünyaya geldiğimizde toplumlar ve uluslar rasyonalleşmeye başladı.
Weber'in rasyonalizasyon olarak tanımladığı bu süreçte karşımıza çıkan ölçümlenebilirlik, metodik davranış ve düşünümsellik kavramları, günümüzde birçok ulus devletle simbiyotik ilişki kuran liberal demokrasilerin altyapısı oluşturan modern kapitalist toplum yapısında birebir karşılık bulmaktadır.
Modern kapitalist toplum yaşamında, ölçümlenebiliriğin önerdiği şekilde açıkça belirtilmiş talimatlar ve standartlaştırılmış, bir metoda dayalı -düşünümselliğin önerdiği gibi- yapılan bir iş üstünde daima kafa yorup onu daha gelişmiş ve etkin kılacak prosedürler vardır.
Dahası, Weber'e göre toplumlardaki rasyonalizasyonun en önemli sonuçlarından biri de bürokrasilerin yükselişiydi.
Weber, kesin çizgilerle belirlenmiş bir emir komuta zincirini barındıran bir hiyerarşiye sahip bürokrasilerin, geleneksel devlet yapısından modern devlet yapısına geçişte önemli rol oynadığını öne sürüyordu.
Bu özelliği, bürokrasiyi aşırı derecede rasyonel ve efektif hale getiriyordu.
Bürokratik organizasyonlar içerisindeki oligarşik eğilimleri anlatırken, seçilenlerin seçenler üzerinde, delegelerin ise onlara yetki verenler üzerindeki hakimiyetini meydana getiren kanuna Michels "oligarşinin demir kanunu" adını veriyor.
Öyle ya, Michels'e göre, demokratik toplumlarda insanları organize etmek zordur. İnsanlar güvenilmez varlıklardır ve hatta bazıları iktidarda kendilerinin olması gerektiğini düşünebilirler.
Bu yaklaşıma göre, insanlar ne zaman amaç doğrultusunda bir araya gelse bazı sorunlar yaşanacaktır ve bu nedenle insan grupları; ihtilafları çözmek, yöneticileri atamak gibi faaliyetlerin hızlı, kollektif ve efektik biçimde yapabilmesi için adil olmayan ve antik demokratik süreçlere başvurabilir.
Üstelik Michels'e göre, bir insan grubu kurulduğunda ne kadar demokratik olursa olsun, aynı grup zaman içinde hakiki demokratik katılımı imkansız hale getirecek miktarda büyüyüp karmaşıklaşır.
Ardından, grup içindeki dar bir "yönetici sınıf" iktidarı ele alıp topluluğu bir oligarşi olarak yönetmeye başlar.
Weber de insanların toplum içinde ellerinde bulundukları güç miktarına göre ayrıştıklarını öne sürerken Michels'e benzer olarak sınıf kavramını kullanır.
Bu noktada, hem Weber hem de Michels sınıf kavramını kullanırken toplumdaki katmanlaşmanın salt biçinde kişilerin üretim araçlarıyla aralarındaki ilişkilere dayandığını öne süren Marx'la ayrışır.
Bu doğrultuda, Weber, modern demokrasilerin asli unsuru olan siyasi partileri güç peşindeki insan grupları arasında görür ve toplumsal katmanlaşmanın en önemli sayar.
Bunun kesin olarak gerçekleşeceğini söyleyemek mümkün değildir, fakat bu "baştan çıkarıcı şey"; her kurumun, organizasyonun ve hareketin doğasında bulunur.
Michels'e göre, demokratik olduklarını öne süren devletlerin dahi az sayıda kişi tarafından yönetilme eğilimi vardır demokratik hareketlerin yukarıda bahsedildiği gibi yozlaşması kaçınılmazdır.
Modern toplumlarda ulusun temsil yetkisini profesyonel siyasetçilere vermesiyle oligarşilerin kurulması demokrasilerin sağlığı açısından da çok tehlikelidir.
Yukarıda bahsedildiği gibi güç peşinde olan ve bütün kapitalist toplumların bir özelliği olarak başarıyı ekonomik kazanç üzerinden okuyan siyasi partiler, bu oligarşik düzen içerisinde rantiyer kurumlara dönüşür ve bu durum zaman içinde siyasi elit ve toplum arasında gerilime sebep olur.
Bunun sonucunda, toplum nezdinde halk egemenliğinin fetişleştirilmesi sonucunda popülizm yükselir.
Hem yozlaşmanın hem de popülizmin önüne geçmek, Michels'in öne sürdüğünün aksine, imkânsız değildir. Bunun için toplum, az kişi tarafından yönetilme eğiliminin farkında olup ona etkin bir şekilde direnmelidir.
Ayrıca bu yönelim, siyasi partilerin eliti dışında kalan "sıradan" üyelerinin, elitlerin onları bu şekilde istismar edebileceğinin bilincinde olmalarını gerektirir.
Demokrasilerde bu direnişi göstermenin en iyi yolu, "siyasal toplum"a katılmaktan geçer. Aynı şekilde, elitler de kanunlara aykırı bir hareketliliğe giriştiklerinde kendilerine yaptırım uygulanacağının farkında olmalıdırlar.
Katılımcı, özgürlükçü ve çoğulcu bir siyasi ortam ancak ve ancak toplumu oluşturan tüm unsurların karar merkezlerine ulaşmasıyla mümkündür. Bunun için toplum kendi kendini bilinçlendirmeli ve bu eğilimin farkında olup ona etkin bir şekilde direnmelidir.
Bu noktada aday belirlenirken ön seçim uygulamaları güçlendirilebilir. Ayrıca bu yönelim, grubun yönetim kademesi dışında kalan "sıradan" üyelerinin, yöneticilerin onları bu şekilde istismar edebileceğinin bilincinde olmalarını gerektirir.
Aynı şekilde, yöneticiler de, iktidarda oldukları süre zarfında ne kadar büyük başarılara imza atarlarsa atsınlar kanunlara aykırı bir hareketliliğe giriştiklerinde kendilerine yaptırım uygulanacağının farkında olmalıdırlar.
Örneğin, Türkiye'de yerel sorunlarla ilgili kararları onama yetkisinin bütün bir ülkenin yürütme organı olan TBMM'ye ait olması, yereldeki iradenin ulusun iradesine yansıması önlemektedir.
Bunun yanı sıra, Türkiye'de dört senede bir genel seçim yapılmasına rağmen, milletvekillerini denetleyecek herhangi bir sistem bulunmuyor.
Bu noktada seçmene vekilini geri çağırma yetkisi veya halkın imza toplayıp vekilin oyunu değiştirme hakkı verilmesi başta hoş gözükse de, referandumların sürekli ve olağan hale gelmesi, toplumdaki kutuplaşmayı derinleştirebilecek bir durumdur.
Herhangi bir kanunun maddesi veya Anayasa değişikliği için onay almak teoride olumlu gözükse de seçmenlerin en temel konularda dahi ayrıştırmasına neden olabilir.
Zira referandumlarda bir gri bölge söz konusu değildir, yalnızca evet veya hayır oyu verilir.
İşte bu ayrışma, seçimi kazanan partinin ülkeyi yönetemez hale gelmesine yol açabilir.
Popülizm, siyasi atmosfere kalıcı olarak hakim olur ve popülist partilerin seçim kazanması önünde herhangi bir engel kalmaz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish