Son zamanlarda öne çıkan durumlardan biri de, sözlü geleneğin yazıya geçirilirken duygusal bağ ve düşünsel hafıza bakımından tahribata uğradığıdır.
Bilgi kullanımıyla, bilginin aktarımı arasındaki belirgin farkların ortaya çıktığı net bir hat çizilir.
Sözlü gelenek, olayın canlandırılması, tiyatral aktarımın canlı tutulması, ifade biçimlerinin kendine özgü kalıcılık yaratması nedeniyle yazıya geçirildiğinde birçok yönünü kaybeder.
Yazıyla kalıcılık kazandığı söylense de yazıya geçerken sözlü gelenekten birçok biçim silinip gider. Aslolanın yanına yaklaşamaz.
Yazının yanında, yazı teknolojisinin gün geçtikçe, yeniden üretilmiş bir görüntü ve ses yardımıyla kendini göstermesi, sözlü geleneğin asli vurgularının yerine geçemediği gibi asli yönüyle çoğu şeyden mahrum bırakıldığı da görülür.
Bu noktada, sözlü ve yazılı kültürün dil temelinde özel bir biçime bağlanması ya da başka bir dile aktarılması, mekan ve insan arasındaki bağın kopması tehlikesiyle karşı karşıya bırakır.
Sözlü gelenekten gelen anlatıcılar, genel anlatım biçimleri ve bilgiyi aktarma, yine aynı zamanda bilgiyi dilin kendisi ve kullanım biçimiyle öğretici bir seviyeye çekebilir.
Ama anlatıcı, araştırmacı kimliğini taşımadığı için, tek görevi kulaktan kulağa yayılmasına aracı olur.
Sözlü geleneğin vazgeçilmez unsuru arasında yer alan anlatıcı, yazılı kültürle bir biçim kazanmadığından, onun üstlenemediği bazı görevleri araştırmacılar üstlenir.
Öte yandan iş, derleme, toplama, inceleme noktasına geldiğinde ise araştırmacılar veya incelemeciler yazılı dilin tüm unsurlarıyla bir arada yaşar.
Sözün ilk söyleniş biçimini yaratma, aynı duyguyu verme çabası, ancak derinlikten ve deneyimden geçen bir gözlemle yapılabilir.
Bu yüzden araştırmacılar, sadece sözlü gelenekteki anlatının peşine gitmez, söyleniş biçimlerini de bununla birlikte önemser.
Çünkü anlatıcının aktardığı, başka bir anlatıcı tarafından birden fazla boşluk bırakabilir.
Araştırmacı için önemli nokta buradan itibaren başlar, birçok anlatıcının süzgecinden geçen aktarım biçimlerini derinlemesine inceleyerek yazıya aktarmak.
Bu duruma yakın bir aktarım sağlasa bile araştırmacı, birincil kültür olarak sözlü kültür dikkate alınır, aktarımla yazıya dökülen her şey bir alt kültür ya da birincil olmayan kültür olarak çerçevenin içinde yerini alır.
Sözlü kültür ürünlerini, edebi kültür ürünü olarak yazıya aktaran yazar da, deneyimin hafızasıyla böyle bir işe girişir.
Gözle görülmeyini tasvirler ve mekânsal kodlar üzerinden yeniden yaşatma çabasına girer.
Fakat bu noktada sözlü kültürün özgün temasına birebir yaklaşmadığı söylenebilir.
Sözlü gelenekten yazıya aktarılan her şey, "aslı gibi"dir kavramına bile tam anlamıyla yaklaşamaz.
Sadece okurda geçmişin derin bilinciyle birlikte bir hafıza aktarımı yapılabilir.
Yazarın da ilgilendiği ana hat, tam olarak hafızadır. Böylece anlatısını, hikayesini bu hafızayla inşa ederek okura aktarır.
Zeze ve Kakas öyküsü
Ayhan Erkmen'in Serhat Öyküleri kitabında yer alan Zeze ve Kakas öyküsünde, birbiriyle örtüşen yapının insana ve diğer canlılara yönelik bir izdüşüm belirir.
At ile insanın, kahramanlık serüvenlerinin yanına bir de sevginin yadsınamaz eylemi düşer.
Yine sözlü geleneğin içinde sıkça geçen at ve tasviri, yazıya bir nebze de olsa kendi ruhunu verir.
Ama bu ruh, yine asıl anlatıcının tiyatral ve büyülü anlatımdan daha aşağıdadır.
Aşağıda olmasına rağmen, hikayenin kendi içindeki güçlü tarafları bu durumu ortadan kaldırır.
Sadece bu öyküde değil, kitabın diğer öykülerinde de sözlü geleneğin etkileri açıkça görülmektedir.
Geçmiş zamanın kalıntıları arasında saygınlık nişanesi olarak sayfalara düşen at, arkasında nicedir onarılmaz bir acının öyküsünü de sürükler peşinden.
Öyle ki, kaybolan atına karşılık canının bir parçasını bile verebilecek bir kahramanın hikayesi de gölgelenir bu yapı içinde.
Ama yapının dışında kalan ve yapıyı ilerleten nostaljik bir vurgu yer alsa da, kültürel bir kodun kendisiyle güçlü bir biçimde karşı çıkış sağlar.
Öyküdeki Zezê Amca ile atı Kakas arasındaki kültürel bağ ve simgeleşen sevgi, geçmiş zamanın birçok unsurunu barındırır.
Bir Çerkes'in eğitiminden geçen atı, Zezê'nin babası satın alır. At heybetli, bir o kadar da zekidir.
Atı genel olarak çobanların erzaklarını taşımada kullanırlar. Bu nedenledir ki sahibinden ayrı kalan at, kendi hünerlerinden uzak bir iş yaptığından buna dayanamaz, ruhen de bedenen de hastalanır.
Bu hastalık çevredekilerin dikkatini çeker. Asıl Zezê karakterinin devreye girmesiyle at yeni bir figür olarak belirir.
Kakas, hem sahibinden ayrıldığı hem de erzak taşımayı kendine uygun görmediği için zayıf düşer:
…çobanlara teslim eder ama erzak taşımak zoruna gittiğinden olsa gerek, üzüntüden birkaç ayda erir Kakas; sanki bedenini ölüme yatırmıştır. Aşırı zayıflar, kaburgaları sayılır, sırtında yaralar oluşur, öksürür, ağzından ve burnundan salyalar akar.
Erkmen, atın ruhsal olarak evrildiği noktayı aktarırken sonraki evrede atla birlikte cereyan edecek yeni bir durumu kültürel kodlar üzerinden verir.
Gelin evinden damat evine getirilecek çeyizlerin her bir atın sırtında nasıl getirildiğini anlatır.
Bu sırada, hasta hasta yatan Kakas'ı fark eden Zezê ise anlatının gidişatını bambaşka yöne çevirir.
Erzak taşımaktan küsmüş, dünyadan umudunu kesmiş, sevgi görmemiş Kakas'ı yeniden hayata döndürecek belirtileri gösterir.
Zezê'nin Kakas'a bakışıyla Kakas'ın ayaklanması bir sevgi görünümüyle ortaya çıkar.
Zincirleri sökülen at, birazcık olsun yaşama sevincine kalkışır. Bu da Zezê'nin bakışıyla örtüşür. Naz yapan bir çocuğu sever gibi sever Zezê atı.
Tozlarını arkalarında bıraka bıraka koşan atları gören Kakas birdenbire ayaklanır, epey uzaklaşan atları geçerek yaşama sevincini yeniden hatırlamış olur.
Damat evine geldiğinde çalan davul zurna eşliğinde de oynamaya başlar Kakas. Çünkü eğitimli bir attır, aynı zamanda heybetlidir de.
Olayların döngüsü bu noktadan sonra başlar. Atı sahiplenen Zezê, onu tedavi etmek ve hastalığın pençesinden kurtarmak ister.
Erkmen, atın tedavisinde de kültürel kodları ve resmî tarihin izlerini devreye sokar:
Mela Avdel, aslen Ahlatlı'dır, Osmanlının son dönemlerinde bir takibattan kaçıp, gelip Vezin köyüne yerleşip kalmıştır. Yaşamı bir sırdır, ama herkesin ortak bildiği bir şey var ki Mela Avdel, evliya gibi bir adamdır. Dini bilgisinin yanında, iyi de bir baytardır.
Erkmen, tarihsel bir durumla toplumsal belleği diri tuttuğu gibi, eski zamanların insanlarına dair de bir pencere aralar.
Mela Avdal'ın atı iyileştirmesiyle birlikte Kakas'ın asıl hikayesi başlamış olur. Çünkü Kakas iyileşince namı bütün çevrelerde duyulur.
O zamanlar at sahibi olmanın en büyük nişanesi de budur: Atla birlikte at sahibi de ününe ün katar.
Aynı zamanda Zezê'nin Kakas'a, Kakas'ın Zezê'ye sevgisi, örtük bir şekilde gün yüzüne çıkar. Atın trajedisi, o mutluluk günlerinden sonra başlar.
Zezê'nin evde olmadığı bir gün, harmanlıkta bağlı kalan Kakas doluya tutulur.
O günden sonra at bir daha kendine gelemez ve ölür. Aradan yıllar geçmesine rağmen hâlâ atını özleyen Zezê'nin bağlılığı bir bir düşer cümlelere:
Zezê Amca dedi ki, 'Aradan altmış beş yıl geçmesine rağmen, halen de araçla oradan her geçtiğimde, dönüp bakarım, acaba Kakas'ın kemikleri toprak üstüne, çıkmış mıdır?'
Eski zamanların bir nişanesi olarak sahiplenilen atların insanın yüreğinde ve hafızasında geçmeyecek yaralar bıraktığı kesindir.
Ama sadece atlar değil, kentler, mekanlar, göç yolları hepsi de insanların yüreğinde bıraktığı izlerle, insanın kadim hatırlayışına yardım etmektedir.
Ayhan Erkmen, Serhat Öyküleri kitabında sözlü gelenekten el alarak, yüzyıllar boyunca silinmeyecek insani dertleri, geleneğe ve kültürel kodlara sadık kalarak vermeye çalışır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish