Donald Trump faşist mi? Bu sual genellikle ciddi bir sorudan ziyade bir hakaret biçimi olarak kullanılır. Yaygın cevap, “Bir Hitler değil” olur ve bu da genellikle bir kaçış yoludur. Çünkü Hitler, çeşitli formlarda görülebilen faşizmin gudubet bir temsili olmakla birlikte, katiyen tek örneği değildi.
Cevap şu ki, 1920’ler ve 1930’ların faşizmi ve faşist liderleri, Trump ve Trump'çı yaklaşımla pek çok açıdan benzerlik gösterir. Ancak farklı bir çağda ve Amerika’dan farklı bir tarihsel deneyimin üzerine ortaya çıkmıştır ve ek toksik özellikler barındırır.
Faşizmin en önemli özellikleri nelerdir? Aşırı-milliyetçilik ve otoriter rejim üzerine kurulması; azınlıkların şeytanlaştırılması ve ezilmesi; lider kültü; “gözardı edilen” kitlelere demagojik bir ilgi ve “hain” kurumlara karşı savaş; parlamenter kurumların küçümsenmesi; kanun ve nizam temeli üzerine kurulurken aynı zamanda hukukun hiçe sayılması; medyanın denetim altına alınması ve eleştirilerin bastırılması; herkese her şeyi vadeden sloganlar; sonu kaçınılmaz şekilde şiddet, militarizm ve savaş olan baskının teşvik edilmesi.
Bu liste, miting ve geçit törenleriyle popülerite ve güç gösterileri yapma eğilimi; gücün fiziksel tezahürü olan devasa yapı projelerine olan ilgi gibi daha önemsiz özelliklerle devam edebilir.
Hitler ve Mussolini bu kriterlerin tamamını karşılıyordu. Trump ise, bazı önemli istisnalarla birlikte büyük bölümünü karşılıyor. Alman ve İtalyan faşizmi hepsinin ötesinde agresif ve felaketle sonuçlanan savaşlarla şekillenmişti. Buna karşın Trump ise Beyaz Saray’da geçirdiği iki buçuk yılda tek bir savaşa bile kalkışmamış olan gerçek bir “soyutlamacı”.
Trump baskıdan feragat etmiş değil ama askeri baskıdan ziyade ekonomik ve ticari baskıyı tercih ediyor. Ve bu baskıyı Çin’den Meksika’ya ve İran’a kadar sayısız ülkeye karşı mevzilendiriyor. Amerika’nın Irak ve Afganistan’a yaptığı askeri müdahalelerinin yakalandığı kapanlardan kaçınmak, zekice bir strateji. Ancak hedef alınan devleti ekonomik açıdan güçsüzleştiren bir yaklaşım olsa da bu stratejinin nihai zaferler ya da koşulsuz teslimiyetler getirmesi mümkün değil.
Bu, göründüğünden daha tehlikeli bir hareket tarzı: Trump savaş istemiyor olabilir ama dışişleri bakanı Mike Pompeo ya da ulusal güvenlik danışmanı John Bolton için durum aynı değil. Üstelik, Veliaht Prens Muhammed bin Selman 2015’te Riyad’da tahta geçmeden çok önce Washington’ı İran’la savaşa itmeye çalışan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ABD müttefikleri içinse hiç aynı değil.
Trump’ın askeri müdahaleden kaçınması, bu diğer etkilerle uyuşsa da istikrarlı değil çünkü Beyaz Saray’dan gelen son tweete bağlı. Yalnızca faşist liderlerin değil, tüm diktatörlük rejimlerinin zayıf noktası, kişisel yargılarına tanrısal bir güven duyan tek bir bireyin kararlarına abartılı bağlılıklarıdır. Bu karakterin hükmü olmadan hiçbir karar alınamayacağı gibi, karakter asla haksız çıkarılamaz ve hatalı görünemez.
Trump, son tahlilde sığ ve karmaşık görünen uzatmalı politikalardan farklı çalışma tarzlarına sahip. Washington’dan bir temsilci, hükümetten üst düzey yetkililerle başarılı bir ilişki kurduğunu ancak neler olduğuna dair onların da bir fikri olmadığı için bunun bir işe yaramadığını paylaştı. Ancak bu XIV. Louis tarzı hükümet anlayışının sonucu, kurumsallaşmış şaşkınlıktır: Trump Ortadoğu’da savaş istemiyor olabilir ama kolaylıkla tökezleyip bir savaşın ortasına düşebilir.
Trump elbette bu işte tek başına değil: Dünyanın her yerinde, yükselen popülist ve milliyetçi otoriter liderler, iki dünya savaşı arasındaki dönemin faşistlerine benzer yollarla iktidarı elde etmiş ve sürdürmüşlerdir. Peki aralarında yaklaşık bir yüzyıl bulunan bu iki dönemin ortak politik yörüngesi neyle açıklanabilir?
Birinci Dünya Savaşı, Rus Devrimi ve Büyük Bunalım’ın doğurduğu korku ve nefret, faşistleri iktidara taşıdı. Eski bağlılık ve inanışlar itibarsızlaştırıldığında, halklar haliyle yeni inançlar ve kurtarıcılar aradı. Büyük İngiliz tarihçi Lewis Namier 1947’de “Durum ne kadar patolojik bir hal alırsa, idolün gerçek değeri o kadar önemsizleşir” diye yazmıştı: “Sakladığı büyük bir kusur ve yüzünde boş bir ifade olabilir: Mesele, ona anlam ve güç veren hayranlarının çılgınlığıdır.”
Tarih tekerrür mü ediyor? Faşizm, bugünden çok farklı olan 20. Yüzyılın ilk yarısında yaşanan fırtınalı sürecin bir ürünüydü. ABD; Irak ve Afganistan’da emellerine ulaşamadı. Ne var ki bunlar Birinci Dünya Savaşı ile karşılaştırılamayacak kadar küçük ölçekli çatışmalardı. 2008 krizini izleyen ekonomik durgunluk, 30'larla karşılaştırıldığında devede kulak sayılır.
Çoğu varlıklı kişi bu tür düşüncelerle kendine güven verir. Dünya genelindeki sanayisizleşme ve teknolojik dönüşümün yıkıcı etkisini yeterince önemsemez. Eşitsizlik muazzam ölçüde büyüdü. Ekonomiler genişler, fakat kâr zenginden yana eğilir. Bu yüzden küresel ekonomiye bağlı metropol merkezleri zenginleşirken, çeperleri aynı ışıltıdan nasibini alamadı.
Kazananlar ve kaybedenler arasındaki ayrım ülkeden ülkeye değişiklik gösterir. Fakat iktidarlar her yerde sosyal ve ekonomik çalkantıdan doğan mutsuzluğu görmezden gelmiştir. Statükodan çıkar sağlayanlarsa her daim popülistlerin hızla yakalayıp faydalandıkları fay hatlarının önemsiz gözükmesi için uğraşır.
İngiliz maliye bakanı Philip Hammond, bir yoksunluk olduğunda hükümetin problemi etkili bir şekilde ele aldığını söyleyerek Birleşmiş Milletler’in Britanya’da muazzam sayıda insanın “korkunç bir yoksulluk” içinde yaşadığı iddialarını aşağılayıcı biçimde yalanladı. Dünyanın her yanında pıtrak gibi çoğalan Trump benzeri yeni dalga liderlerin daha iyisini yapabilmek için fazla çabalamasına gerek yok.
Öte yandan, büyük güçlerdeki bu aşırı özgüven günden güne daha azalıyor. Trumpizmin Kremlin’deki karanlık güçlerin Amerika’nın başına sardığı bir komplo olarak açığa çıktığına ve itibarsızlaştığına kendini inandıran demokratlar, fantezilerinin buharlaştığını gördü.
Ama durun, muhtemelen daha kötüsü geliyor: Yaşananlar, -Namier’in adını “Sezar demokrasisi” koyduğu- popülist otoriter milliyetçiliğin durağan bir fenomen olmadığını gösteriyor. Yukarda sıraladığımız faşist nitelemelerle başlamamış olabilir ama gidişatı daima onların yönünde. Rejimler eleştiriye tahammülsüzlükten muhalefeti tamamen bastırma kararına geçerek, daha milliyetçi, otoriter, demagojik hale gelir.
Bu sürecin örneklerinden biri, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, muhalefetin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde elde ettiği zaferi devirerek tek adam rejimini sağlamlaştırdığı Türkiye. Pek çok Amerikalı aynı sürecin ABD’de de yaşandığını inkar ediyor. Ancak bunlar, başta Trump’ın seçileceğine inanmayanlara dönüşme eğiliminde.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
https://www.independent.co.uk/voices
Independent Türkçe için çeviren: Sena Çenkoğlu
© The Independent