Siz genç yazarların ihtiyacı olan, hayatın kendisinden, yeryüzünün güzelliği ve düşkünlüğünden başka bir şey değildir; bu, babamın tarlası ve annemin duyulmamış dayanıklılığıdır, ruhunuzun mücadelesidir, bu mücadeleye sizi kendi açlığınız ve kendi düşkünlüğünüz itmelidir; bu, bir Verlaine'e ve Baudelaire'e 'ilahi tarlalarda' eziyet eden şöhrete duyulan susuzluktur.
Sahip olmanız gereken, sağlık sigortaları ve burslar, ödüller ve teşvik ikramiyeleri değildir; ruhunuzun ve bedeninizin vatansızlığıdır, her gün yaşayacağınız umutsuzluktur, terk edilmişliktir, soğuktan titremenizdir, her gün geri dönmenizdir.Thomas Bernhard
Günümüz dünyası, düşünsel zamanın içinde neredeyse hiç yer alamamaktadır. Neredeyse hiç kimse düşünmüyor, düşündüğünü belleğinde ve ruhunda beslemiyor; sınırsız bir öfke ve nefretle o düşünce harcanıyor.
Belki ona düşünce bile demekte bazen zorluk çekiyoruz. Koşullar, zorluklar bir yana, karakter gösterecek her şeyden yoksunuz.
Çünkü biliriz ki, asıl zorlukların arasında güzel ve kıymetli şeyler ortaya çıkarılabilir. Temelsiz, gövdesiz, renksiz bir yaşamla karşı karşıyayız.
Sorgudan çok ithamın, gerçekten çok yalanın, incelikten çok kırıp dökmenin sevildiği bir çağdayız. Zamanın kendine ait bir ağzı var. Ama bu ağız sürekli inkar ediliyor.
Yerine koyulanlar ise güdük bile kalmayacak derecede sahte. -Mış yaparak hiçbirimiz sağlıklı bir yaşam sürdüremeyiz.
Sahtelik adımlarımıza, gülümsemelerimize, soframıza, suyumuza, defterimize kısacası her şeyimize bulaştığı noktada, kendimizden bahsedemeyiz.
Belki de yalanı söylemek gerçeği söylemekten daha kolay geliyor. Ama böyle gitmeyecek bu hayat. Ya da bilmiyorum.
Belki de hiçbir şey bilmemek daha iyidir böyle bir çağda. Her şeyin sertçe zemine çakıldığı, her şeyin hızlıca göğe kaldırıldığı yerde, duygunun kendisinden, düşüncenin varlığından bahsetmek imkansıza yaklaşmak üzere.
Bu duruma yaklaşmamak, kabul etmemek, onun dışında başka bir şeyleri işaret etmek de, sanırım herkesin kitlesini bir arada tutmasıyla ilgili.
Fakat unutulan bir şey var: Zaman iyi bir hakem. Kitleler de gider, zaman da akar, yalnızca üretilen şey kalır. Ama yalnızca zamanın hakkaniyetini içinde taşıyanlar kalır.
Sanatta, edebiyatta her şeyde bu kalacak. -Mış yapılarak söylenen hiçbir şey geride kalmayacak. Toz zerresi kadar bile görünmeyecek.
Yüzeysel, üsten ve cılız bakılan her şeyin sonu bellidir. Eleştiri, sadece edebiyatta değil, dışarıda duran arkadaşlarımız için de gereklidir, bizim için gereklidir. Dünyaya daha güzel eğilebilmek adına eleştiri gereklidir.
Editörlük de zamandan payını almakta. Hiçbir kurumun, hiçbir şeyin düzgün yürümemesi her şeye, herkese payını misliyle ödetiyor.
Ağaç, çocuk, genç, yaşlı, çiçek, böcek, kedi… hepsi payını alıyor. Dağlar da, dereler de. Hiç kimsenin gerçeği söylemediği yerde, yalanın başını alıp gitmesi doğaldır.
Sinsiliğin kabul görülmesi doğaldır. İyimser bir karamsarlıkla diyebilirim ki, yine de bir şeyler eninde sonunda değişecektir.
Bu bölümde Bülent Ayyıldız, Deniz Durukan, Nurullah Kuzu ve Semra Bülgin soruları yanıtladı.
Soru 1: Rus eleştirmen Belinski'nin 19'uncu yüzyılın ortasında, Rus edebiyatına katkıları büyük olmuştur.
Dostoyevski'nin 'İnsancıklar' romanı hakkında yazdıkları edebiyat camiasında bir yazarın adım adım gelişini müjdelediği gibi, pek çok yazarın önünü açacak tahliller yapmıştır.
Yazılarının pek çoğunda yazarın hem metni, hem de kendi toplumuyla kurduğu ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda yol gösterici bir eleştirel mecra yaratmıştır.
Dolayısıyla kendi dönemi ve pek tabii ki sonrasında bu açıdan önemli bir rol üstlenmiştir. Sonraki yıllarda Belinski'nin edebiyatta üstlendiği rol, Rus yazını dışında da karşılık bulmuştur.
Tolstoy'un ilk romanı Rus Fransız savaşını anlatan 'Sivastopol' romanında, Fransızca konuşan Rus subayların kendilerine yabancılaşmış halleri, İvan Turgenyev'in 'Babalar ve Oğullar' romanındaki toplumsal meseleler ve kuşak çatışması, Fyodor Miyailoviç Dostoyevski'nin 'İnsancıklar' romanındaki ezilen insanları, Nikolay Gogol, Mihail Lermontov, Saltıkov Şçedrin ve daha pek çok yazar bu edebiyat ortamından etkilenmiştir.
Bugün Rus yazını diye bir kanondan bahsedilecekse o dönemin eleştirel ortamının payı çoktur bunda.
Size soracağım soru şu olacak:
Türkiye'de eleştirel açıdan Belinski ve çağdaşı yazarlarınkine benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek mümkün mü sizce?
Yaslandığınız bir edebiyat kanonu var mı? Metinlerinizi eleştirel bir gözle analiz ettiğinizde kendinizi bu açıdan nereye koyuyorsunuz?
Bunu sorulara, kitap veya kitaplarınızdan yola çıkarak cevap verirseniz memnun olurum.
Bülent Ayyıldız: Şeffaflık toplumunda her şey teşhire maruz kalır
Belinski'nin yaptığı gibi bir eleştiri ve yönlendirme biçiminin günümüzde vuku bulabilecek bir benzerinden bahsetmemiz mümkün değil. Bunun iki ana temel sebebi coğrafya ve zaman.
Coğrafya kaderdir klişesinden burada da kaçamıyoruz. Dostoyevski'nin, Nekrasov'un edebiyatını sadece Belinski'nin tahlilleri değil Çarlık Rusya'sının şartları, o kültürün dinamikleri de etkilemiştir.
Bunu kanonla da birleştirecek olursak böyle bir yapıdan bahsetmek mümkün değil. Zamanın ruhu da bunu taşımaya müsait değil.
1920'lerde Paris'te bir araya gelen, tartışan, birbirlerini ve dünya edebiyatını etkileyen Gertrude Stein, Hemingway, Fitzgerald, Anderson gibi yazarları düşünelim.
Günümüzde bu kadar güçlü isimler bir araya gelse dahi benzer bir etkiyi yaratamayacaktır. Çünkü artık teknoloji çağındayız, zaten Murakami'nin Auster'ı arayıp iki kelam etmesi zor bir şey değil.
Online bir konferans ayarlanabilir. Canlı yayında iki yazar saatlerce konuşabilir. Bunun kayıt altına alınması, tekrar tekrar izlenebiliyor olması, altına yapılacak yorumlar anlamı zedeleyecek ilk katman olarak karşımıza çıkacak.
Böyle bir görüşme olduğu zaman, bunu herkes görmek isteyecektir. Bu kadar fazla demokratikleşme de pek iyi olmayabilir.
Demek istediğim, dünyaca ünlü mühendisler bir araya geldiğinde bunu mühendislik alanından insanlar takip edecek, ya da görüşmeyi gerçekleştirenler cerrahsa, tıp alanından insanların ilgisini çekecektir.
Fakat konu edebiyatsa her alandan insan katılabilir. Yapılan görüşmeden sonra da sosyal medyada binlerce alakalı alakasız yorum/cümle dolaşıma çıkar.
Byung-chul Han'ın işaret ettiği gibi, şeffaflık toplumunda her şey teşhire maruz kalır. Kalmalıdır. Bireyler kendilerini teşhir ederek, okudukları kitapların kapaklarını göstererek, içeriğiyle ilgili birkaç cümle de olsa söyleyerek var ediyor.
Herkesin kendi bildiğini söylediği, hiçbir yöntemin belirlenmediği serbest bir piyasanın içindeyiz. Youtube kanalından ya da herhangi bir yerden sohbet başlatıp açık oturum havasında ahkam kesebiliriz.
Eleştiri için müsait ve özgürlükçü bir zemin gibi görünüyor aslında, ama geldiğimiz durum tam tersi bir tablo sunuyor. Eleştiri oldukça kısırlaşmış durumda.
Bunun çeşitli sebepleri var ve eleştiri yapılmıyor diye ah vah etmeye gerek yok. Sınırsız denecek kadar fazla kitabın olduğu bir dönemde kötü edebiyattan bahsedecek kadar değersiz değil kimsenin vakti.
Öte yandan çıkar ilişkilerine, "aman tadımız kaçmasın" kafasına değinmeye gerek yok. Bu herkesin bildiği bir şey.
Twitter üzerinden sorduğum "yazar kendi kitabının reklamını yapmalı mı?" sorusunu 320 kişi cevaplamış. 224 kişi "evet" demiş.
Herkes metni ticari yönü olan bir ürün olarak görüp, yazarın kendi ürününün reklamını yapmasının gayet doğal olduğunu düşünüyor. Buna itirazım yok.
Aşırı bir kitap enflasyonu var. Kitabın bir şekilde "rakiplerinden" sıyrılması ve daha görünür olması gerekiyor. Belki de düşünmemiz gereken kısım, yazarın reklamcılık görevini üstlenmiş ve herkesin bunu kanıksamış olması.
Eleştirmenlere gerek kalmıyor ki! Okur, yayınevi ve yazar bunu hallediyor. Aslında diğer sanat dallarında daha az görünür bir şey bu.
Yazarlar kitaplarıyla ilgili yorumları ve paylaşımları sıklıkla "rt" ederken ya da kendi hesapları üzerinden dolaşıma sokarken, buna yönetmenlerde rastlamıyorum mesela.
Nuri Bilge Ceylan'ı kendi filmini anlatan bir reklam videosunda görmedik, ama Orhan Pamuk'u gördük. Yazar kitabını tabii ki paylaşır, tanıtır.
Benim işaret etmek istediğim husus eleştirmenlerin bir eseri düzeltmesine, nesnel yargılar ifade etmesine kimse gerek duymuyor.
"Görünürlük" önemli bir kıstas. Yazarın söyleşi yapacağı mecralar önceden belli, sorulacak sorular belli, verilecek cevapların kaç karakter olacağı belli.
Kitap kapağı günde kaç kez paylaşılacak belli. Herkes de aynı yolu izlemek zorunda. Sistem semirdikçe semirmiş ve başka hiçbir alternatife alan bırakmamış. Eleştirmenlerin uzun yazılarına kimsenin tahammülü yok.
Okunacaksa belli bir kelime kotasını geçmemeli. Zaten kitap yorum siteleri hem kısa hem "eleştirel" yorumlarla dolu.
Edebiyat kanonları vardır, ama yaslanılacak bir şey değildir benim için. Kanon okuduğum kitapların toplamıdır. Kaldı ki hangi kanona yaslanmalıyım? Batı Kanonu'na mı Doğu'ya mı?
Shakespeare ve Platon'a mı yoksa İbn Rüşt ve Hafız'a mı? Yoksa daha güncel bir kanon mu oluşturulmalı? Kanonlar bize neyi öğretir?
Belki kabaca bir literatür taramasıdır. Arkasında ideolojik güdümlerin saklı olduğunu ya da reklam için kullanıldığını iddia edenler de var. Ama bu iddialar doğru olsa dahi böyle bir durumun zararı yok ki.
Edebiyat okumaları, eleştirileri ve kanonu bize iyi insan olmayı öğretmiyor. Edebiyat da bize iyi insan olmayı öğretmiyor. Bir faşist çok iyi bir şair, bir narsist çok iyi bir romancı olabiliyor.
Edebiyatı ve kanonu ahlaki ve siyasi değerlerimizi oluşturmak için kullanırsak boşa vakit kaybetmiş oluruz. Hatta kanon bize estetik anlayışını da öğretemez çünkü sermaye ve üretimle sıkı sıkıya ilişkilidir; egemen sınıfların zevkine hitap eder.
Harold Bloom şöyle diyor:
Bir metnin hayatta kalmasına karar vermekte işçi sınıfı okurun çok azının herhangi bir önemi vardır ve solcu eleştirmenler de işçi sınıfının okumasını onlar için yapamaz.
Kanon bize sadece kendimizle yalnız kalmayı, kendimizi görmeyi öğretebilir.
Deniz Durukan: Merkez parçalandı, bir anlamda herkes kendinin merkezi oldu
Günümüzde klasik eleştiri anlayışı sarsıldı, artık yeni bir okuma biçimi var. Bu içinde bulunduğumuz çağla, toplumsal yapının, kültürün, anlamın değişmesiyle de ilgili.
Türk yazınında sağlıklı bir eleştiri ortamı olduğunu düşünmüyorum. Daha doğrusu, eleştiri yok denecek kadar az.
Önem verdiğim birkaç ismin dışında, var olan eleştiri genellikle belli yazarlar üzerinden ya da yaygın olan beğeniler üzerinden gerçekleşiyor.
Bugünse sosyal medya ile bu kriterlerin değiştiğini düşünüyorum. Alternatif mecralar oluştu. Okurun eleştirisi de görünür oldu sosyal medya sayesinde. Yani tek bir merkez yok artık. Merkez parçalandı.
Bir anlamda herkes kendinin merkezi oldu. Ancak, bu yeni alanın da bazı handikapları var. Yeni medyayla öne çıkan blogerların, takipçi sayıları fazla olan isimlerin, infulancer'ların okuma önerileri veya beğendiği kitabı sayfalarından paylaşmaları bir eleştiri yazısından çok daha etkili olabiliyor günümüzde.
Bu durum, tanıtım ve beğeninin ön plana çıkmasına, kapsamlı analizlerin ve bir sanat olarak eleştirinin geri plana itilmesine neden oluyor. Aslında bu dönüşüm 2000'lerin sonlarında başlamıştı.
Gazetelerde, kitap eklerinde, müzik dergilerinde hem kitaplar hem albümler üzerine yoğun olarak yazdığım bir dönemdi ve bu dönüşümü birebir yaşadım.
Özellikle gazetelerin kültür sanat sayfalarında, hafta sonu eklerinde müzik üzerine inceleme yazılarına, kapsamlı analizlere, tespitlere yer ayrılırken, sonrasında aynı kitaplarda olduğu gibi albümlerde de kısa tanıtım yazıları isteyen bir anlayış yaygınlaştı. Reklam alma, tiraj kaygısı, piyasa koşulları belirliyor aslında her şeyi.
Mesela, bana bir dergideki köşem için "çok ayrıntıya giriyorsun, okunmaz, vurucu bir iki cümle kur ve eğer beğendiysen albüm çok güzel de, yeter" denmişti.
Bunu söyleyen yayın yönetmeni de benimle aynı bakış açısına sahipti ama gelmekte olan anlayışın farkındaydı.
Evet, şu anda eleştiri, inceleme yazıları yok değil, yıllarını müziğe vermiş müzik yazarları birikimlerini aktarıyorlar ama "tanıtım" anlayışındaki yazılar çabucak göz gezdirilecek ve hap bilgi verecek kıvamda olmasından dolayı daha da önem kazandı.
Yakın gelecekte belki buna bile ihtiyaç kalmayabilir. Ki bugün sosyal medyada her şey birkaç cümleye indi. Ve beğeni de, olumsuz eleştiri de kısa ve vurucu birkaç cümleyle yapılmaya başlandı.
Etki gücü de çok yüksek. Bunun, okuma, yazma pratiklerinin değişmesi, internet sayesinde milyonlarca seçeneğin bulunması, o yüzden de hiçbir şeye birkaç dakikadan fazla zaman ayrılamaması gibi daha bir çok nedeni var.
Şiire gelince; şiirde eleştiriyi şairler üstlenmiş durumda. Ancak şiir dünyasında da belli anlayışlar, tavırlar etrafında toplanmış irili ufaklı gruplaşmalar var. Yine de şiir ortamında derinlemesine analizler hâlâ yapılabiliyor.
Şairler her zaman tartışır, çok da kavga ederler. Bu durum şiirin konuşulmasına da olanak sağlıyor. Ancak bu tartışmalar her zaman sağlıklı bir eleştiri ortamı yaratmıyor.
Herkese eşit mesafede duran ve o mesafeden eseri odağına alan bir eleştiri ortamına ihtiyaç var. Buraya kadar söylediklerimden anlaşılmıştır sanırım, herhangi bir edebi kanondan çok, iyi şiiri, güçlü metinleri önemsiyorum.
Nurullah Kuzu: Baktığınız zaman, herkes bundan rahatsız görünür, iyice baktığınızda ise herkesin bunun bir parçası olduğunu görürsünüz
Hayır. Şu koşullarda mümkün görünmüyor. Aksine eleştirmen yokluğu ve nitelikli eleştirinin yokluğu üzerinden gelişen bir edebiyatın varlığından söz etmeliyiz.
Diğer taraftan eleştirinin örtük olarak varlığını sürdürdüğü de söylenebilir. Hangi yazara/şaire merhaba deseniz ya etik prensiplerini sıralar ya eleştirilerini dile getirir.
Asıl sorun bunun altında bir imzanın olmayışı, dolayısıyla çatısı kurulmuş oylumlu yazıların bulunmayışıdır. Ellilerde de bundan yakınıldığını görürsünüz, bugün de.
Nurullah Ataç, Fethi Naci, Mehmet Fuat, Berna Moran gibi isimler konuyu kapatmaya yetmiyor. Eleştiriyi incelemeyle harmanlayan yazarlarımız da var. Orhan Koçak, Nurdan Gürbilek, Mahmut Temizyürek, Ömer Türkeş, Ali Galip Yener, Ahmet Soysal, Necmiye Alpay, Semih Gümüş, Necip Tosun, Ayşegül Tözeren gibi isimleri sayabilirim.
Ama eleştiri özelinde, başka ülke edebiyatlarıyla kendimizi mukayese edebileceğimiz tek şey, ancak bir varlık ve yokluk sorunudur. Varlığını tartıştığımız bir mefhumun gelişimini konuşmak ise güzel bir iyimserlik!
Fakat "alan açmak" tam da böyle bir şey. Elbette konuşulmalı, tartışılmalı... Bunların yararına inanıyorum.
Ayrıca sıkı bir eleştirmen ortaya çıksa bile sizce kimi muhatap alır? Genel beklenti, varmış olduğumuz bu büyük edebi kirliliği yok edip edebiyatı temize çekecek bir büyük kahramana dönüktür.
Bence böyle bir kahraman bu tarz kişilerin yanından pelerinini savurup geçmek dışında onlarla zerre ilgilenmez. Madem ki sıkı işlerin adamıdır. İlişkilerle gelen ilişkilerle gider.
Sosyal medya olduğu sürece de bunların önünü alamazsınız. Bir çağ kirliliğidir bu. Gelip geçmesini beklersiniz, sonra yenileri çıkar gelir. Baktığınız zaman, herkes bundan rahatsız görünür.
İyice baktığınızda ise herkesin bunun bir parçası olduğunu görürsünüz. Ama herkes başkasının günahında aklar kendini. Bir kahraman değil, bir kara şövalye lazım bize.
Fakat işin ucunun kimlere kadar gideceğini varsayıyorsunuz? Geçmiş öğretir: kimler kalmayı başardılar? Buradan bakmak, bir nebze de olsa iyi geliyor.
Öte yandan konunun edebi bir mesele olduğunu kim söylüyor? Gündüzleri fenerle dolaştığımız bir toplumda bu bakış meseleyi sadece eksiltir. Eleştiri her şeyden önce bir kültür meselesidir.
Biz bir Ortadoğu ülkesiyiz. Mayamızda duygusallık mantığa ağır basıyor. Sistem çoğulcu değil, çoğunlukçu bir yapıyı dayatıyor. Kalabalıklar nitelikli bir şey ürettiğiniz için değil, bir güce eriştiğiniz için toplanmakta.
Hazımsızız. Tahammülümüz yoktur. Sabır ve saygı unuttuğumuz erdemlerdir. Belli bir entelektüel donanımı olanlar bile bir anda ruhsuz yığınlara dönüşebiliyor, otoritelerin galeyan ve linç aygıtı haline gelebiliyorlar.
Biraz politik arka planı da yoklayalım. Yüz yıldır enjekte edilen doktrinlerin zavallılığına bakın. Buna dönük reflekslerin nasıl da hızla işlediğini görürsünüz.
Kutuplaşma had safhada. Mantıkla geliştirilmiş bir tartımız yok. Bir linç toplumuyuz. Böyle eğitildik. Çoğu birer hastalık yuvası olmasına karşın aile ve toplum her şeydir dedik.
Gruplaştık, mahalle koruculuğu yaptık. Gizli, açık, kendi kalabalığımızla övündük. Ya birey? Hiçbir zaman bireyden başlamadık.
Toplum ancak boyunduruğu altına girdiği kişilerin özgürlüğünü tanır. (Elbette her şey bir sınıf meselesidir.)
Bunun dışında bireyin ön plana çıktığı her noktada toplum bir hiza makinesine dönüşüp onu çoğunluğun çizgisine geri çekmeye, yani yok etmeye çalışır.
Başaramazsa haset eder. Dışlar ve yalnız bırakır. Sonra fildişi kulesine kapanmakla suçlar. Bütün kodları hazırdır. Böyle bir kültürel doku içinde eleştiri, maskelenmiş iki kötü taklitçinin tutsağı olur: "yersiz övgü ve veriştiri."
Eleştiri kisvesi altında görürsünüz, ya beklenti ve kafa kol ilişkisi içinde övgüler dizilir ya da kahpe düşmana verip veriştirilir. İlkinin maskesi çabuk düşer, ancak ikincisi sinsidir.
Yazdıkları kabul görmemiş, öfkeli, asi gençlerin(!) ve alanda nitelikle yer edinememiş, gelecekleri olmayan abilerin, ablaların ilgisini çeker. En çok da onlardan nemalanır.
Böyle bir sosyolojide eleştirmenlik çok ciddi zahmetlerin yanında büyük bir baskıyı da göze almayı gerektirecektir. Yazacak olan da kendine sorar: Neden durduk yere kendimi topa tutayım?
Mesele, edebî bir konu olmaktan çok daha geniş bir alanı kapsıyor. Nihayetinde asıl sorun yozlaşmanın her alanda kabul görmüş olması, politik bir olgunluğa erişilmemesi; ne rasyonel ne idealize, ne bireysel ne toplumsal, gerçek bir felsefemizin olmayışıdır.
Kitlesel gücün bireyliğe üstün görülmediği, mevkinin nüfuza dönüşmediği, tarafgirliğin liyakatın önüne geçmediği bir sosyal yapıya doğru evrildiğimizde eleştirinin kendiliğinden taçlanacığına inanıyorum.
Şimdilik yazarın yazarı/şairin şairi örtük veya açık yollarla övmesine/yermesine razı geleceğiz. Çünkü en çok onlar birbirlerinden haberdarlar ve nispeten donanım da (hadi öyle diyelim) onlarda (Tek bir beklentiyle: Tutarlılık.)
Bu durum tepkileri de işin bir parçası yapar. Neden övüldüğünde bir gülücük kondurmasın ya da neden yerildiğinde cevap vermesin, değil mi?
Kanon meselesine gelirsek, bu bağlamda yazdıklarıma baktığımda şiir ve öykü için ayrı cevaplarım olacak. Bugün yazılan çoğu şiirin İkinci Yeni'nin açtığı geniş havzaya döküldüğünü düşünüyorum.
Zaten nadiren farklı şiir okuyorum. Gelenekten beslenmek; modern, arkaik ya da farklı sözcük seçimleri veya politik tavır bunu pek değiştirmiyor. Benim için de durum böyle.
Elbette ayrıştığımız noktalar da mevcut. Bunlar bir kanonik bağ ifade ediyor mu, bilmiyorum. Nihayetinde şiir, kendi sesini bulmak için, kabullerin içinde de çatışmasını sürdürür ve her halükârda ortaya bazı redler koyar.
Bu bir yüceltme değil, ama şiirin böyle bir doğası var.
Kırkyama'daki öykülerde ise kısaltarak söylersem, Gogol'dan Melville'e, Dostoyevski'den Salinger'a (sapma yaparak), Yusuf Atılgan'dan Vüs'at O.
Bener'e çekilecek bir çizginin bana da rast geleciğini düşünüyorum. Kurmacada kanonik bağlar daha açıktır. Bunları görmek daha kolay geliyor bana.
Bu kısaltılmış kanonda adı geçenler gibi yazmaya çalıştığımı söyleyemem. Ama gerek metinle gerek dünyayla kurduğumuz ilişkide ve biçemde ortak paydalar görebiliyorum.
Semra Bülgin: Geliştirici bir eleştiri ortamından bahsetmek pek mümkün olmuyor
Herkesin bilgiye kolaylıkla ulaşabildiği ve yine kolaylıkla söz söyleyebildiği pek çok mecraya sahip olunan bu çağda edebi metinler üzerine eleştirinin bunca yetersiz olması bana öyle geliyor ki edebi metinlerin alınıp satılan basit bir tüketim malzemesi düzeyine indirilmesinin bir sonucu.
Benim gözlemlediğim kadarıyla günümüzde eleştiri yazıları sıklıkla tıpkı bir reklam metni gibi ya övgüden ibaret kalıyor ya da kitap tanıtımının ötesine geçemiyor.
Üstüne sosyal medyanın bir varlık sahası olarak hayatımıza girmesiyle beraber kimi zaman yazarın eserinin önüne geçtiğini ve eserinin de akademik ve objektif kriterlerin dışında yazarının görünürlüğü ile doğru orantılı olarak görünür kılındığını tecrübe ediyoruz.
Hal böyle olunca da geliştirici bir eleştiri ortamından bahsetmek pek mümkün olmuyor. Elbette ki zamana direnecek, tarihe iz düşürecek, değerli eserler verilmediğini söylemek istemiyorum ancak ne yazık ki bir eserin dikkate değer görülmesi için bunun her zaman gerek ve yeter şart sayılmadığı fikrindeyim.
Türk edebiyatında gerçek anlamıyla bir kanondan bahsedebilir miyiz, bu elbette ki konuya akademik anlamda hâkim olanların cevaplayabileceği bir soru.
Ancak kanona, herhangi bir otoritenin ya da otoritelerin kutsadığı iyi yazarlar listesi ve buna eklenecek isimlere verilen izin ya da onay, olarak bakacak olursak Türkiye'de pek çok kanon olduğunu düşünüyorum.
Her kesimin kendi kanonunu yarattığı ve bir kanona yaslanmayanların varlık göstermek için biraz daha fazla çaba sarf etmek zorunda olduğu bir edebiyat ortamının varlığını en azından şahidi olduğum dönem için rahatlıkla söyleyebilirim.
Kendi metinlerime baktığımda herhangi bir akıma sadık kalmak, bir grupla ilişkilendirilmek arzusuyla yazmadığımı, kendimce önemli saydığım dertleri klasik hikaye formunda anlatmak gayretinde olduğumu söyleyebilirim.
Soru 2: Yazar-editör ilişkisi, ortaya çıkan metnin gücü açısından önemlidir. Bugün pek çok yazarın yayınevlerinin editörleri dışında profesyonel yardım aldığı biliniyor.
Wladimir Nabokov'un eserlerinde bir nevi editörü olan eleştirmen Edmund Williams'ın önemi oldukça büyüktür.
Yine J. D. Sallinger'ın hem yayıncısı hem de editörünün yazarlığı üzerindeki etkisinin önemi biliniyor. K24, 2015 yılında bu konuda bir dosya hazırladı.
"İyi bir okur değilseniz, iyi bir editör olamazsanız" başlıklı yazısında, Çiğdem Uğurlu şu çarpıcı tespitte bulunur:
Editörlük dediğimiz meslek, kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki edebiyat diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacaktı…
Yine bu konuda Armağan Ekici, Selahattin Özpalabıyıklar, Murat Yalçın, Levent Cantek etraflıca yazılar kaleme aldı.
Bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum, bir yazar olarak siz de bu müessesenin bir parçasısınız. Dolayısıyla bu konuda fikrinizi almak istiyorum;
Sizce Türkiye'de sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisi var mıdır?
Bülent Ayyıldız: Türkiye’de sağlıklı yürüyen herhangi bir şey var mı?
Bu soruya başka bir soruyla karşılık vereyim. Türkiye’de sağlıklı yürüyen herhangi bir şey var mı? Editörlük zor bir meslek. Türkiye şartlarında bu daha da zorlaşıyor.
Mesela okuma yazma oranı bu mesleği doğrudan ilgilendiren bir etken. İşin ticari boyutunda okuru da göz önünde bulundurmaları gerekiyor.
En nihayetinde sorumlu oldukları bir kurum var ve kurum ne kadar edebi işler yaparsa yapsın, kitaplardan kâr elde etmek zorunda. Editörlerin üzerindeki fazla iş yükü de önemli bir engel.
Şu an prestijli yayınevlerinin web sitelerine açıp bakın. Kimisi yoğunluk sebebiyle dosya alımını durdurduklarını, kimisi de şu kadar ay cevap veremeyeceklerini söylüyor.
Editörler yoğun bir tempoyla uğraşmak zorunda. Bütün bunları bir kenara bırakalım, özverili bir editör, yazarı yontabilecek -hadi yön verebilecek diye yumuşatayım- bir editör bulmak zor.
Yine zamanın şartlarıyla ilgi bir durum bu. Ezra Pound’un T. S. Elliot’ın şiirine yaptığı müdahaleyi bugün hangi şair kabul eder. Tabii durum farklı türlerden metinler için de geçerli.
Fakat bütün bahaneleri bir kenara bırakıp, piyasadaki kitaplara baktığımızda editörlerin, redaktörlerin, çevirmenlerin, yayınevlerinin ve yazarların çok da özverili bir etkileşim içinde olmadıklarını görebiliriz.
Tabii ki iyi olanların da hakkını yememek lazım. Tamamen karamsar bir tablo çizmek yanlış olur. Kaliteli, heyecan verici eserlerle rastlamak da mümkün.
Deniz Durukan: Bir kitabın, metnin iyi olmasında yazar kadar editörün de katkısı olduğuna inanıyorum
Yazar editör ilişkisini çok önemsiyorum. Bazen yazdığınız metnin içinde savrulabiliyor ya da metinin içinde kaybolup bazı şeyleri gözden kaçırdığınız olabiliyor.
Çok iyi bildiğiniz bir konuda bile hata yapabilirsiniz. Bir kitabın, metnin iyi olmasında yazar kadar editörün de katkısı olduğuna inanıyorum.
Sadece kitapta değil, dergilerde yayınlanan yazılarda da önemli editörlük. Bazı dergilerde ciddi maddi hatalara, anlatım bozukluklarıyla dolu metinlere rastlıyorum.
Ama yazarların egosu bazen metne müdahaleyi zorlaştırıyor. Aksine bir editör tarafından yazımın dikkatle okunması, üzerinde notlar alınıp çalışılması, yanlış varsa düzeltmesi beni mutlu eder.
Mesela, birkaç ay önce Notos’da bir dosya konusu için hazırladığım yazıda Oğuz Tecimen’in yaptığı editöryel çalışma uzun zamandır karşılaşmadığım bir şeydi ve beni çok mutlu etti.
Bu hem metne, hem yazara hem de editörün kendisine, yaptığı işe duyduğu saygıyla ilgili. Yine Hep Kitap’tan çıkardığım Müzisyen adlı kitabımda Işıl Özgüner editörümdü. Çok verimli bir çalışma yapmıştık. Aynı hissi onunla da yaşamıştım.
Nurullah Kuzu: Piyasadaki kirliliğin yetkin olmamakla çok az ilgisi bulunur
Yukarıda bahsi geçen tespiti çarpıcılıktan uzak ve çok naif buldum. Kurumsallaşmanın beraberinde yozlaşma getirdiği gerçeğini bir kenara bırakalım, piyasadaki kirliliğin yetkin olmamakla çok az ilgisi bulunur.
Çünkü bu işin birçok parametresi vardır. Editörlük bunlardan yalnızca biridir. Sizden şaheser bekleyen aynı editör, yayınevinin çıkarları için Zülfü Livaneli’den, sadece totale hitap eden popüler bir konuda ajitatif bir ürün bekler.
Ondan kazandığı parayla da çok az satacak beş altı güzide eserin basılmasını sağlar. Ama araya iki tane de arkadaşını katar ve en çok onlardan konuşulur.
Sosyal medyada çok "tık" alırlar ve bir bakarsınız ödül de almışlar. Kitleselliğin, popülaritenin özelliği budur, her yerde karşınıza çıkarak size kendini dayatır.
Yine de temennimiz ortak: Sıkı edebiyat olarak lanse edilen, arka kapakları kıvılcım saçan, insanı okumaktan soğutan niteliksiz kitapların hiç olmamasını dilerdim. Bunlar oldukça da editörlük sorgulanmaya açıktır.
Bunun dışında yazar-editör ilişkisine profesyonel bir ilişki gözüyle bakıyorum. Editörlük kurumunun var olmasının bir nedeni vardır.
İşinin ehli bir editörü, bir yazarın ulaşabileceği en büyük lükslerden biri diye düşünmek lazım. Metnin üzerinde bir silgi ve yaratıcı fikirlerle dolaşır eli.
O elin varlığından rahatsızlık duyan, metninin editörlüğünü kendi üstlenir. Ben mümkün mertebe editöre iş bırakmamayı tercih ederim. Fakat bu, görüşlere kapalı olduğum anlamına gelmez.
Bütün çabama rağmen silgisini kullanacak yer bulabiliyor ya da metnin özgünlüğüne katkıda bulunacak estetik ve yaratıcı bir fikir öne sürebiliyorsa saygıyla karşılarım.
Yaptığı katkının hacmi ve etkisi ölçüsünde, böyle bir editörün yazarla birlikte görünmeyi hak edeceği kanaatindeyim.
Yeter kaideleri tamamen taşıyan bir yazar için bunu bir noksanlık olarak görmemek, durumun ayırt edici yönlerini daha profesyonel ele almak gerekir.
Sağlıklı bir ilişki için yazarın da deneyim kazanmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Yazarların, yazma uğraşının sonraki aşamalarında deneyimsizlikten kaynaklı, profesyonellikten uzak sorunlar yaşadıklarını tahmin etmek güç değil.
Burada yük editörün omuzlarına biniyor. Aynı zamanda bir oryantasyon ve rehabilitasyon hizmeti de vermek zorunda kalıyor. Yaptıkları işe saygı duymak ve anlaşmanın dilini karşılıklı bulmak zorundayız.
Semra Bülgin: İşini layıkıyla yapmayanların/yapamayanların olması doğal
Yazar-editör ilişkisi, ortaya çıkan metnin gücü açısından önemlidir, fikrine katılmakla beraber yazmanın bireysel bir eylem olduğunu, en azından metin tamamlanıncaya dek başkasının sesinden azade olunması gerektiğini düşünüyorum.
Yaratılan dünya gerçekle bağı kopuk olmasa dahi yazarın dünyasıdır. Editör, yaratılan bu dünyanın yazarın kendi biyografisini aşamadığı durumlarda devreye girip okurla yazar arasındaki bağı tesis etmek yönünde müdahalede bulunacak yetkinlikte olmalıdır.
Bu yazarın kurmak istediği dünyayı deforme etmeyecek ama okurla bağını da kesmeyecek incelikli bir çalışmayı, özeni gerektirir.
Hayatını kazanmak, yayımlanacak kitabın satış kaygısını duymamak gibi ticari endişelerden özgürleşmemiş bir editörün bunu yapması güç ama buna rağmen yapabilenler elbette ki var.
Her meslekte olduğu gibi bunda da işini layıkıyla yapmayanların/yapamayanların olması doğal. Tüm editörler için genel bir yargıda bulunmak hem doğru olmaz hem de işini iyi yapan editörlere haksızlık olur.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish