Din tarihi tartışmaları ve Afrika'da keşfedilen 78 bin yıllık bebek mezarının din tarihi açısından anlamı

Prof. Dr. Şinasi Gündüz Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Jorge González/Elena Santos

Din ve dinin tarihsel gelişimi öteden beri ilgi çekici bir konu olmuştur. Tarih boyu sayısız inanç sisteminin ilk örneklerine, inanışa, ibadete ve cemaat yaşantısına dair tarihsel ve arkeolojik veriler başta sosyal bilimler olmak üzere birçok bilim dalında ilgi uyandırmıştır. 

Din ile ne kastedildiğine, din kavramının kapsamının ne olduğuna yönelik farklı yaklaşımlar bir tarafa genel anlamda dini gelenekler, dini insanlık tarihiyle eş zamanlı bir fenomen olarak değerlendirir.

Tek tanrıcı evrensel dünya dinlerinden çok tanrıcı geleneklere ve yerel kabile dinlerine kadar bütün dinler dinin tarihinin insanlık tarihi kadar eski olduğunu, zira insanın olduğu her zaman ve mekânda mutlaka şu ya da bu şekilde bir inanma biçiminin ve buna dayalı bir tutum ve davranış yapısıyla bir cemaat anlayışının bulunduğunu savunur.


Diğer taraftan özellikle Aydınlanma ve Rasyonalite Çağı olarak adlandırılan dönemle birlikte çeşitli düşünürler, entelektüeller arasında dine ve din tarihine yönelik yaklaşımlarda ilerlemeci tarih anlayışı doğrultusunda bir yaklaşım ön plana çıkarıldı.

Buna göre, her konuda olduğu gibi din ve dini inançlar ve ritüeller konusunda da evrimsel bir süreç söz konusuydu ve insanlığın dine dair tecrübesi bu sürecin bir parçası olarak ortaya çıkmış ve gelişmişti.

Bu doğrultuda, din ve dini değerlerin insanlık tarihinin bir evresinde korku ve ümit gibi duyguların ürünü olarak ortaya çıktığı ve insanlığın kültürel gelişimine paralel olarak zamanla gelişip çeşitlendiği ileri sürüldü.

Bu perspektife göre din fenomeni insanlık tarihinde insanın kültürel gelişimine paralel olarak ortaya çıkmış olan, insanın kendisinin ürettiği bir fenomendi. 

Bu yaklaşımdan hareketle çeşitli entelektüeller, teolojiye, metafiziğe ve bunlarla irtibatlı ritüellere ve cemaat yapılanmasına yer veren dinin artık miadını doldurduğu düşüncesindeydi.

Zira bilginin ifadesinde akıl ve tecrübi verilerin yegâne referans olarak ön plana çıkarıldığı modern dönemde artık geleneksel anlamıyla dine ihtiyaç kalmamıştı. 


Hıristiyanlık, Yahudilik gibi geleneksel dini yapıların adeta miadını tamamladığı düşünülürken din kurumunun toplumsal yapıda temsil ettiği rolün gerekliliğine dair farklı yaklaşımlar da ortaya çıktı.

Nitekim dönemin entelektüellerden bazıları, teolojiyi ve metafiziği reddetmekle birlikte toplumsal yapıda dinin sosyolojik önemine, bir bakıma gerekliliğine dikkat çekmekteydi.

Bu nedenle olsa gerek ki teolojiyi ve metafiziği sorgulayıp reddeden bazı kişiler ve gruplar ironik bir şekilde "seküler bir maneviyat" yaratma çabası içerisine girdi.

Bu bağlamda örneğin Auguste Comte tarafından "kelimenin gerçek anlamında gerçek ve tam olan tek din" şeklinde tanımlanan pozitivizm "seküler bir din", "insanlık dini" olarak takdim edildi.

Comte bununla da yetinmedi; bu nevzuhur dinin ilmihalini (Catechisme Positiviste, 1852) kaleme aldı ve bir din kurucusu ve misyoneri olarak Avrupa'da ve Osmanlı topraklarında bu pozitivist dini tebliğe koyuldu.

Seküler hümanistlerin "hümanist din" projesi gibi, yakın zamanlarda Comte'un bu çabasına benzer başka örnekler de verilebilir.


Teolojiye ve metafiziğe yer vermeyen seküler din kurgulama projeleri bir tarafa, pozitivist çevrelerin kültürel bir yapı olarak insanlığın dini tecrübesinin ne zamandan itibaren ortaya çıktığına yönelik yaklaşımları da dikkat çekicidir.

Bu yaklaşımlardan bir kısmında Samuel Noah Kramer tarafından 20'nci yüzyıl ortalarında dillendirilen (History begins at Sumer, 1956) Sümer tezi hayli etkili gözükmektedir.

Kramer, tarımdan tıbba, çeşitli dini inanış ve ritüellerden ahlaka kadar hemen her kültürel hadisenin en erken tezahürünün Sümer'de olduğunu ifade etmekte ve bu nedenle insanlık tarihini Sümer'le başlatmaktadır. 


Sümer tezi, insanlık tarihine dair başta arkeoloji ve antropoloji disiplini ilgilileri olmak üzere birçok çevre tarafından yakın zamanlara kadar genel kabul gören bir paradigmaya dönüştü. Din, mabet, ritüel ve inanç tarihi de bu bağlamda ele alındı. 

Ancak yakın zamanlarda ortaya çıkan bazı gelişmeler bu paradigmayı temelinden sarstı. Bunlar arasında özellikle Göbeklitepe kazıları hatırı sayılır bir öneme sahiptir.

Zira, ait olduğu tarihsel dönem açısından Göbeklitepe, kabaca MÖ 4500-2000 arası bir siyasal kültürel yapı olan Sümer'den altı bin yıl kadar daha önceye aittir.

Ayrıca bu kadar erken döneme ait olan Göbeklitepe sıradan bir mekân da değildir; günümüzden yaklaşık 12 bin yıl öncesinin mimari, resim ve estetikten sosyal yaşama ve mabet anlayışına kadar kültürel yapısı hakkında önemli veriler sunan bir merkezdir.


Kuşkusuz Göbeklitepe kimilerinin ifade ettiği şekilde "tarihin başladığı nokta" değildir. Ama insanlık tarihi açısından bazı yaygın kabullerin sorgulanmasına yol açan, ezber bozucu, önemli bir mekandır.

Diğer birçok özelliği yanında T biçimli dikitleriyle açık hava mabedi merkezli bir kült, inanış ve ritüel merkezi şeklindeki yapısıyla MÖ on binlerde bu yörede insanlığın dini tecrübesine dair önemli veriler sunmaktadır.

Tüm bunlarla Göbeklitepe, insanlığın tarımdan şehre dini ritüellerden etik kodlara kadar kültür tarihini Sümer'le başlatan paradigmayı tersyüz etmektedir.


Göbeklitepe ve bu mekânın din tarihi açından rolü ve önemi üzerine kuşkusuz çok şey söylenebilir. Ancak dünyanın çeşitli bölgelerinde keşfedilen ve çok daha önceki dönemlere ait olan mezar kalıntıları da insanlığın din ve inanç tarihi açısından bizlere önemli veriler sunmaktadır.

Nitekim bunların son örneği, bu yakınlarda bilim dünyasına sunulan Doğu Afrika'daki bir keşiftir. Kenya'da Panga ya Saidi'deki bir mağarada 2.5, 3 yaşlarında bir bebeğe ait mezarla ilgili bu keşif, insanlığın din tecrübesi açısından sunduğu verilerle hayli tartışılacak gibidir. 

Maria Martinon Torres ve arkadaşları tarafından Nature dergisinde (593, 6 Mayıs 2021, 95-100) yayımlanan bir makale ile bilim dünyasına sunulan bu keşif, Afrika'da bilinen en eski mezar olan bu alandaki kalıntıların günümüzden yaklaşık 78 bin yıl öncesine ait olduğuna ve iyi bir şekilde korunmuş olarak günümüze kadar ulaştığına dikkat çekmektedir. 

Bilim insanlarının Swahili dilinde çocuk anlamına gelen Mtoto adını verdikleri bu bebeğin mezardaki iskelet kalıntıları üzerine yapılan incelemeler, bebeğin ölümü sonrası özel bir şekilde defnedildiğini ortaya koymaktadır.

Buna göre ceset belirli bir materyalle kaplanarak özenli bir şekilde hazırlanan mezara yerleştirilmişti. Ceset, fetüs ya da cenin tarzında ve sağ tarafı sola göre daha aşağıda olacak şekilde yani sağ yönüne doğru yatırılmıştı. 


Cesedin bu şekilde, yani dizleri karna doğru çekilmiş şekilde cenin pozisyonunda yatırılması Hititler gibi birçok kadim Anadolu halklarının defin geleneğinde de görülen yaygın bir uygulamadır.

Bu şekildeki bir defin ölen kişinin doğmadan önce ana karnındaki asli konumunun ya da yaratılıştaki asli konumunun definde dikkate alınmasına yöneliktir.

Aynı şekilde Müslüman kültürde de görüleceği üzere cesedin belirli bir yöne, özellikle de sağ tarafa doğru hafifçe yönelmiş bir şekilde defnedilmesi de yine oldukça yaygın olan bir uygulamadır. 


Benzeri diğer keşifler gibi, Kenya'da keşfedilen bu mezar ve cesedin defin biçimi, günümüzden 78 bin yıl kadar önce yaşayan insanların inanç sistemleriyle ilgili bizlere çeşitli bilgiler sunmaktadır. 

Öncelikle defin merasimi ve mezar geleneği sosyal bir yaşantının ve kültürel bir yapının varlığının göstergesidir.

Dolayısıyla burada törensel bir defin geleneğinin bulunması, bir başına kültürel bir hadisedir; cemaat halinde yapılan bir ritüelin kanıtıdır.


Mezarın yapısı, defin için cesedin özel olarak hazırlanması ve gömülme biçimi ise bu insanların öte dünya inançlarına açık bir işarettir.

Zira ölüm sonrası cesedin belirli bir seremoni ile gömülmesi, ölen kişiye saygıyla birlikte öte dünya inancının bir şekilde varlığını gösteren bir ritüeldir.

Geçmişte ve günümüzde birçok toplumun mezar ve defin geleneği ile öte dünya inancı arasında doğrudan bir ilişki kurdukları bilinen bir gerçektir.

Ölen kişinin her ne kadar bu dünya yaşamı sona erse de ruhsal anlamda öte dünyada yaşamını sürdüreceği düşünülmektedir. 


Yine birçok kültürel yapıda görüleceği üzere defin seremonisine dair ritüelin dolaylı olarak üstün güç veya güçler inancıyla da yakından ilişkisi vardır.

Bu bağlamda Kenya'daki bu keşfin, ilgili topluluğun bir üstün güce ya da güçlere yönelik inancına işaret ettiği de düşünülebilir.


Bunun yanında cesedin defin esnasında belirli bir yöne döndürülmesine dair uygulamanın dinlerin kutsal yön ya da kıble tasavvuruyla yakın ilişkisi olduğu bilinmektedir.

Bu doğrultuda Mtoto'nun cesedinin de sağ tarafa doğru hafifçe döndürülerek defnedilmiş olması, bu topluluğun kutsal yön dair tasavvurunu yansıtıyor olabilir. 


Sonuç olarak Kenya'daki bu keşif, dinler tarihi açısından bizlere oldukça önemli veriler sunmaktadır. Öncelikle bu keşif; dinin, dini inançların ve ritüellerin insanlık tarihinin adeta ayrılmaz bir parçası olduğuna dair kanaati destekleyen ipuçları içermektedir.

Modern dönemlerde olduğu gibi bundan 78 bin yıl önce de insanların dini açıdan aynı benzer kültürel tutum ve davranışlar sergilediklerini ortaya koymaktadır.

Aynı zamanda bu keşif, din ve ahlak da dahil kültürel yapıyı belirli bir tarihin öncesine götürmeyen, tarihi Sümer'le başlatan sığ bakış açısının tutarsızlığını ortaya koymakta, bu yöndeki paradigmayı temelden sarsmaktadır.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU