Üç bin yıl önce insanoğlu evrenin merkezi olarak dünyayı biliyordu. Daha sonra Antik Dünyada insanın merkeze alındığı bir dönem başladı.
Artık tanrılardan ziyade bilgelikle birçok şeyin üstesinden gelinebilirdi. Bu düşüncenin üç büyük öncüsü ortaya çıktı: Yunanistan'da Sokrates, Çin'de Konfüçyüs ve Hindistan'da Buda.
Onlar insanı ve onun edimlerini sorgulanmaya başladılar: "Hayatın anlamı ve ereği nedir?", "Zenginlik iyi bir şey mi?", "Adil bir toplum nasıl yaratılabilir?", "İyi bir yaşam nasıl sürdürülebilir?" Bu soruların cevapları sırlarla doluydu ve o zamana kadar kimse bir yanıt verememişti.
İşte bu yaşam filozofları düşünülmez olanı düşünmeye cesaret ederek yeni düşünceler ürettiler ve bugün ortaya çıkan modern dünyanın temellerini o zamandan başlayarak attılar.
Birbirinden binlerce kilometre uzakta aynı yüzyılda hatta aynı anda yaşayan bu insanların böyle radikal düşünceler ortaya atması ilginçti.
Peki onları harekete geçiren neydi?
Bu yazıda diğer ikisini şimdilik bir yana bırakıp Buda'nın izini süreceğiz.
Buda; gerçeğin gezgin arayıcısı
Binlerce yılda oluşmuş mevcut büyük düzene meydan okuyan küçük dev bir adamdı Buda. Felsefesinin temeli çok basit olarak "Her şey değişime açıktır."
Sözünde saklıdır. Bugün bile onun düşüncesinin kıvılcımları hala parlamakta ve yolumuzu aydınlatmaktadır.
Teknolojik olarak dünya çok değişse de psikolojik olarak çok uzaklaştığımızı düşünmüyorum. Tabi, bir din olarak Budizm zamanla değişti, ama felsefe olarak Budizm'in geçerliliği zamanla hiç azalmadı.
Hatta hala yükselişte olduğunu bile söylemek mümkün. Değil mi ki, hala dünyanın dört bir yanında ünlü birçok insanın da içinde olduğu bir insan seli onun felsefesine, Himalayalar'a, akın akın gitmektedir.
Sanki modern dünyada yolumuzu bulmak için bize bir fener görevi görüyor; Buda'nın yaşadığı antik dünyadan kalma bir fener.
Peki bu fenerin ışıkları bize ne söylüyor?
Orta yolun hikmeti:
Buda ilginç bir filozof, bize "orta yolu uygulayın" diyor. (Aslında benzer biçimde ondan çok kısa bir süre sonra Aristoteles de bu minvalde "altın orta" diye bir kavramdan bahsedecekti. Altın orta bir çeşit dengedir; erdem mesotestir, mesotes de dengedir. Altın oranla karıştırılmamalı bu kavram. Atın orta, hattı zatında dengeli olmak demek. Söz gelimi cesareti ele alalım. Alt sınır korkaklık, pısırıklıktır; üst sınır ise hesapsız kitapsız fütursuzluktur. Çok korkak biri her şey karşında pısıp kalır, ama aşırı cesur olacağım diye önüne geleni kırıp döken biri de olmamak gerekir. Cesaret korkudan beslenir, korkuyu kemirip büyüdükçe korkaklık küçülür gider. İnsanın bu duyguları hep ikizdir. Birbirinin zıddı ile kaimdir; biri büyüdükçe diğeri küçülür, bileşik kap sistemi gibi. Cömertliği ele alalım mesela. Altın ortanın alt tarafı cimriliğe, üst tarafı ise savurganlığa çıkar. Cömert kişi cimriliği yenerken altın ortada durmasını bilmeli, bu noktayı aştığında savurganlığa gider, dengesiz ve zararlı hale gelir. Yani ne cimrilik ne de savurganlık iyidir, altın ortayı bulmak en iyisidir.)
Peki Buda, orta yolu neden salık verir? Çünkü ona göre acının kökü arzudur. Arzuların tamamen tatmini ise mümkün değildir.
Ancak bunu bile bile insanlar isteklerinin ve arzularının peşinden koşarlar. Bunun için kendileriyle, çevreleriyle hatta doğayla didişir dururlar.
En sonunda bir sonuca ulaşırlar mı; yani tatmin olurlar mı? Kesinlikle hayır, ulaşamazlar; çünkü bu noktada ulaşılacak bir son ya da sonuç yoktur.
Örneğin insanoğlu için mahşerin dört atlısı gibi olan servet, şehvet, şöhret ve kudreti ele alalım. Bunları tatmin etmek, onlara ulaşmak hep bir hedef olmuş insanoğlu için. Çünkü doğasında var bu.
Peki sonuç alabilmiş midir? Sonuç aldığı söylenmez; aksine onların peşinden koşma arzusu her zaman acı getirmiştir. Bu yol başkalarının gövdelerinin ve hatta cesetlerinin üzerinden geçmek zorunda.
Başkasını ezmeden kudret, başkasını sömürmeden servet, başkalarını üzmeden şöhrete ulaşmak mümkün mü?
Sonra bir bumerang gibi dönüp sahibini vurur. Bunlar her gün etrafımızda gördüğümüz ve yaşadığımız örneklerle sabittir.
Peki bu insanın doğasının bir ürünü ise insanın suçu nedir? Tabi ki burada suçlu değil aradığımız. Burada söz konusu olan bunların nasıl dengelenebileceğinin arayışıdır.
Buda orta yolu bunun için önerir. "Böyle bir şey var, huzur arıyorsan buna dikkat etmelisin" der.
Yoldan çıkarsan uçuruma düşersin. Bu basitçe izah edilen yüksek düşüncelere öyle kolay ulaşmamıştı Buda.
Diriliş için kopuş
Buda 2500 yıl önce bir gece evini sessizce terk etti. Söylendiğine göre sadece bir kez karısına ve yeni doğan çocuğuna bakmak için duraksamış.
Sonra karanlığın içinde sessizce kaybolmuştu. Himalayaların eteklerinde başlayan bu uzun yolculuk yıllar sonra Kuzey Hindistan'ın düzlüklerde sona erdi.
Onun için, yaşamın anlamını arayan Güney Nepal'de ete kemiğe bürünen bir yolculuktu bu. Burada kritik soru şu: Neden saray yaşamını bırakıp bu zorlu ve çileli yola çıktı?
Buda sarayda yaşayan zengin bir kralın (bir klan liderinin) çocuğuydu. Nedimeler, bakıcılar ve öğretmenleriyle yaşıyordu.
Babası geleceğin kralının iyi yetişmesi için hiçbir acıyla karşılaşmasını istemiyordu. Onun için küçük Buda (ki asıl adı Sidharta Gautama idi. MÖ. 563-483) ortalığa çıktığında etrafı temizletip lüksle donatıyordu.
Hatta yaşamın acı gerçekleri ile karşılaşmaması için mümkün mertebe dışarı çıkartılmıyordu. Ama hayat hep düz bir çizgide ilerlemiyordu, kralın planı geri tepti.
Bir gün yaşadığı saraydan arabasıyla taşınıp dışarı çıkınca dört gerçekle yüzleşti: Yoksulluk, hastalık, yaşlılık ve ölüm. İnsanın acısına ve kırılganlığına tanık olmak onu derinden sarstı.
Buda'nın bir masal gibi görünen anlatısı gerçek bir varoluş krizini de anlatıyor aslında. Annesi rüyasında altı boynuzlu bir filin bir gülü kendisine verdiğini görür.
Bu onun ya güçlü bir kral ya da büyük bir bilge olacağının işaretidir. Sarayın müneccimi oğlunun iyi bir kral olması için babasına bu dört şeyle karşılaşmamasını öğütler.
Annesinin gördüğü rüya ancak bu minval üzere gerçekleşebilir. Ve küçük Sidharta saraydan çıktığında görevliler dilenenleri, hastaları, yaşlıları ve ölüleri şehrin dışına çıkarıyordu.
Ama Buda bir gün aniden saraydan dışarı çıkar ve bunların hepsiyle karşılaşır, işte o zaman kaderi değişir. Çünkü insanın varlığına ve acısına tanık olmuştur.
Rivayet edilir ki; sayadan çıkarken bir tabutu taşıyan birkaç adam görür. "Bu adamalar ne taşıyorlar" diye sorar. Öğretmenleri "Ölü taşıyorlar" der.
"Ölü nedir?" diye sorar küçük Sidharta Gautama, öğretmenleri ölünün ne demek olduğunu anlatırlar, işte o zaman Buda bu dünyada "ölüm" diye bir şeyin olduğunu öğrenir.
Sonra bir duvarın dibinde "açım" diye bağıran bir adam görürü. "Neden böyle bağırıyor, açsa gitsin yemek yesin" der. "Yemek yiyecek parası yok" derler.
O vakte kadar her yeri saray gibi zanneden Sidharta "O zaman pasta yesin" der. "Onu da yiyemez çünkü bu adam yoksul" derler ve yoksulluğun ne demek olduğunu öğrenir.
Aynı şekilde hastalık ve yaşlılık gerçeği ile karşılaşır… Derken büyür, gelişir, öğrenir; bir tarafta bunlar diğer tarafta gemlenemez arzular mengenesinde sıkışır kalır.
İşte bu acılı sıkışmışlıktan kurtulmak için her şeyi bir gece terke ederek bir yolculuğa çıkar. Artık yaşamının anlamını çözmek için konumunu, ailesini, vatanını terk etmiş yalnız bir adamdır.
Yeninin keşfi
Sidhatra günlerce elinde asasıyla yürüdü. Önce güneye yöneldi, yeni kültürlerle karşılaştı ve onları merakla inceledi. Hint kültürünü şekillendiren Brahman rahiplerle karşılaştı.
Bu inanışta Tanrıların düzeni koruyup bereket getirmesi için onlara dua ediliyor, pirinç başta olmak üzere çeşitli sunular yapılıyordu.
Bu rahipler Hint toplum için önemliydi; biri öldüğünde ya da yağmur duasına ihtiyaç duyulduğunda onlara başvurulurdu. Tüm yaşam adeta onlara bağlanmıştı.
Hindistan'da katı kast sistemi işliyordu ve bu rahipler o kast sisteminin üstündeydiler. Kastlarda, savaşçılar, askerler, rençperler, işçiler, kalaycılar, demirciler vardı.
Sidhatra bu sitemden hiç hoşlanmadı, onu reddetti. Ona göre bütün bunlar kör bir inanca dayanıyordu. Dünyayı anlamak için daha sade bilgilere ihtiyaç vardı.
Seyahata devam etti. Zengin bir şehre geldi. Eski geleneklerin çözüldüğü yeni şehir yaşamının ve alışkanlıkların ortaya çıktığı benzersiz bir dönemdi.
Sorgulama
İşte bu dönem Buda için yoğun bir sorgulama dönemi oldu. Hala kafasındaki sorulara cevaplar arıyordu.
"Arzularımızı kontrol edebilir miyiz?", "Adalet nedir?", "Ölünce bize ne olur?", "Yaşam döngüsü nedir?"
Hindistan'da insanlar yaşam döngüsü "samsara" (doğum yaşam- ölüm- doğum) döngüsüne inanıyordu. Bir yaşamdan diğer bir yaşama geçmek ve her yaşamda farklı bir forma almak demekti bu.
Bir insan, bir tanrı, bir hayvan, bir böcek, bir köpek de olabilirdi bu döngüde ve kendilerini bu tuzaktan kurtarmaya çalışıyorlardı.
Ama ona göre Brahmanların bu döngüsü yaşamın anlamına bir çözüm üretmiyordu.
Aramaya ve sorgulamaya devam etti. Yalnız değildi, onun gibi gerçeği arayan başkaları da vardı. Bunlar ormanda yaşıyordu.
Buda onları ormanda aramaya gitti. Bu gerçeği arayan Alara Kamara diye biri de vardı onunla tanıştı.
Fiziksel ve mental kuruntulardan arınmak için meditasyon yaparak kutsal ruhla bütünleşmeye çalışıyordu.
Alara'nın meditasyonu ona yeni bir ufuk açmıştı ama aradığını gene de tam bulamamıştı. Pes etmedi. Bu münzevilere göre varlığın maddi yapısı huzura engeldi, o halde vücuda boyun eğdirilmeliydi.
İşte Buda o döngüden kurtulmak için her türlü arınma yöntemini denemeye kararverdi ve arzularından arınmak için çileciliğe başladı.
Önce dilenen bir keşiş oldu, saçlarını kazıttı ve bir keşiş gibi giyindi. Altı yıl boyunca oruç tuttu. Yalnızca su içiyor ve günde bir pirinç tanesi yiyordu.
Sonunda iskelet gibi oldu. Ama buna daha fazla dayanamadı. Gerçeğe ulaşmak için bunun yanlış bir yol olduğunu anlamıştı.
Bir avuç pirinç lapası yiyerek orucu bitirdi, diğer insanlar gibi yemeye başladı. İnsanların mutsuz eden şeyin hazlarına kapılıp güç ve iktidar peşinde koşmasıydı.
Nirvana'ya ulaşma
Döngüyü kırma metamorfozunu kendisi deneyecekti. Orta yol, ölçülü olmak bu sırada ortaya çıktı. Ne çile ne de lüks safahat?
Huzur için ikisinin de mümkün olmadığını görünce işte o zaman orta yolu önerdi. Lüks bir yaşam ile yoksulluk arasında bir yaşam.
Arzuladığımız şeylere aşırı düşkünlük ile kendimizi yoksun bırakmak arasındaki yer. Bu yolu denemekten başka yol yoktu ona göre, çünkü sahip oldukça dahasını istiyordu insanoğlu.
Mutluluğu, arzuladıklarımıza kavuşmak olarak gördüğümüzde asla mutlu olamıyorduk. İsteme ve arzunun sonu yoktu.
Sidharta bir akşam bir ağacın altına oturup insanların niçin öldüğünü ve niçin acı çektiğini düşünmeye başladı. Günlerce orada kaldı ve yalnızca düşündü.
Kırk dokuz gün sonra o ağacın altından kalkıp geri geldi. Gerçeği bulmuştu. Dış dünya ve "biz" sürekli değişiyordu.
Kalıcı özü tanımlama çabası ise boşunaydı, çünkü böyle bir şey yoktu. Her şey akıcıydı ve sürekli değişiyordu. Bu nedenle yaratılmadan değil ortaya çıkmaktan bahsediyordu.
Varlığın ortaya çıkma biçimini ve kendini yeniden keşfetti. Öz yanılgısından kurtulursak gerçeği görüp acıdan kurtulabilirdik. Kendini tanırsan dünya da senin olur. (Bilişsel psikoloji bunu ondan 2500 yıl sonra keşfetti)
Bir tanrı bile ölür ve sonra yeniden doğar diyordu. Dönüşüm ve ölüm fikrinden çıkıp Nirvana'ya ulaştı.
Yeni bir görev edindi ve deneyimlerini başkalarıyla paylaşmaya başladı. Birlikte yola çıktığı beş arkadaşını aradı ve sonunda buldu.
Arkadaşları önce onu reddettiler, sonra ondaki değimi görüp kabul ettiler, ondaki berraklığa hayran olup ayaklarını yıkadılar. Buda sonunda üç gereceğe ulaşmıştı:
- Tüm yaşamlar kaçınılmaz biçimde acı çeker
- Arzunun yol açtığı acıdır
- Acının sona erdirileceği yol içindedir
Aydınlanmıştı. İşte o zaman adını değiştirip kendine BUDA adını verdi. Uyanan, aydınlanan demekti bu. Bunun üzerine bütün Hindistan'ı dolaşıp öğretisini anlatmaya başladı.Sonunda kendileri için Nirvana'yı deneyimleyeceklerdi.
Doğru görüşü benimseyin
Buda diyor ki, düşüncelerimiz eylemleri belirler onlar da yaşamımızı etkiler. Bizim sorunumuz etrafımızda olan bitene çok tepki vermemiz.
Hayatın yüzde onu başımıza gelenler yüzde doksanı ise ona verdiğimiz tepkilerdir.
Bir gün bir ağacın altında oturmuş öğrencilerine ders verirken ona doğru kızgın bir adam gelir, Buda'nın üstüne yürür, ona türlü hakaretler eder.
"Sen sahtekârsın, seni takip edenler de düzenbazdır" der. Buda sakince "Sırada ne var?" diye sorar adama.
En iyi öğrencisi yerinden fırlar "Efendim bu adama bir şey söylemeseniz, yarın başkası gelip daha büyük hakaretler yağdırır, bir başkası canınıza kasteder" der.
Buda öğrencisini yatıştırır ona şöyle der: "O adam aslında bana saldırmadı, o kafasında oluşturduğu Budaya saldırıp hakaret etti"
Diğer öğrenciler de bu diyaloğu hayretle izlerler. Öğrencisi "Nasıl?" diye sorunca, Buda "Bu adam bizi karalamak isteyen bazı kişileri dinlemiş ve sağdan soldan duyduğu yalan yanlış şeylerle kafasında bir Buda meydana getirmişti. Buraya geldiğinde bana değil, o zihninde oluşturduğu Buda'ya saldırıyordu. O yüzden ona bir şey yapmaya gerek yok".
Bu diyalogdan sonra adam dönüp gider. Sabaha kadar yatamaz, yaptığı şeyi düşünür. Sabah olduğunda ağacın altına koşup Buda'nın ayaklarına kapanıp kendisini affetmesini ister.
Buda ona "Ben seni affedemem. Hem o dünkü Buda dünde kaldı. Bir nehir gibi aktı gitti. Ben bugünkü Buda'yım artık" der.
"Niyet" yapmanın yarısıdır
Ona göre niyet eylemden daha önemliydi. (Kant yüzlerce yıl sonra; Niyet, yapmanın yarsıdır, diyecekti) Kast ve sınıfları reddediyordu. Kurban değilsiniz, kendi kaderinizin efendisisiniz, diyordu.
Bir ormanda kamp kurdu. Kral, 120 bin Brahamanla onu görmeye geldi. Vaazını dinledikten sonra kral da dahil bütün rahiplerin onun müridi olmak için yalvardığı söylenir.
Özgür iradeye inan karizmatik Buda'nın takipçileri gün gittikçe arttı. Kusursuzluk, huzur ve uyumu korumak için farklı kural ve disiplin koydu.
Daha iyi bir yaşam için
Takipçilerine sekiz aşamalı bir yol öneriyordu: Doğru görüş, doğru çözüm, doğru konuşma, doğru eylem, doğru geçim aracı, doğru çaba, doğru farkındalık ve doğru konsantrasyon ile doğru eyleme ve yaşama ulaşabiliriz.
Öldürmemeli, çalmamalı ve başkalarının hayatına zarar vermemeliyiz. "Her günü son gününmüş gibi yaşa" diyordu.
Bu dünyadaki zamanımız hiç tükenmeyecek gibi yaşıyoruz. Tüm enerjimizi henüz gelmemiş bir yarın hiçin harcıyoruz, geçmiş ve gelecekten ziyade.
Şimdi gerçektir. Yaptığın şey neyse o şeyi anda en iyi yap. Geçmişte yaptıklarımızın şimdide yankıları olduğu gibi şimdide olanların da gelecekte yankıları olacaktır.
"Harika şeyler küçük iyi şeylerin sonucudur" diyerek azın önemini vurguluyordu. Kişi kötülükle yavaş yavaş dolduğu gibi iyilikle de dolabilir. Kötü alışkanlıklarımızın farkına varıp onları değiştirelim.
"Bilgeliğinizi sessizce gösterin". Derelere bakın küçükler gürültülü akar büyükler ise sessiz ve sakin. Dolu olmayan şey her zaman gürültü çıkarır, dolu olansa sessizdir.
Kişi konuşmak istiyorsa ancak iyi niyetli adil ve şefkatli olduğunda konuşmalı. Günümüzün dijital bilgi bolluğunda ne zaman sosyal medyada dolaşsak sahte haberlere rastlamak ya da yaratmak çok kolay.
Bildikçe ne kadar bilmediğini fark eder insan.
"Bir çatışma durumunda merhameti seçin." Budaya göre nefret asla nefretle giderilmez. Nefret etmeme tek başına nefreti giderendir. Mahatma Gandi ve Martin Luther King bunun en iyi örnekleridir.
Şiddetsizlik saldırıya ve tacize yol vermek değil kendimizi daha iyi korumanın yoludur. Zorba bizim güçsüz ve kızgın hissetmemizi ister.
"Arkadaşların sayısı değil kalitesi önemlidir." Bir kişinin dostları taktire şayan olduğunda sekiz aşamalı yolu takip etmesi beklenebilir.
Zengin ve ünlü iseniz etrafınız dolar ancak desteğe ihtiyaç duyduğunuzda gideceğiniz kişi daha az olur.
Daha iyi yaşam için bizi iyi yönde etkileyecek arkadaşlar seçmeliyiz. İyi arkadaşlar bizi iyiyle kötüler kötüye götürür.
"Daima cömert olun." Tek bir mumdan binlerce mum yakılabilir ve bu o mumun ömrünü kısaltmaz. Mutluluk paylaşıldıkça azalmaz aksine artar. İyilik yardımlaşma korku gibi bulaşıcıdır.
İyilik suya atılan bir taş gibi dalga dalga yayılabilir. Biz iyi değilsek başkasına yardım edemeyiz. O halde kendimize iyi bakmak, sağlığımıza dikkat etmek ve meditasyon için zaman ayırmamız gerekir.
Irkçılık kör bir hastalıktır
İnsanı meydana getiren bedene bakın. Kemik ve sinirler vardır, zar ve et ile sıvanmıştır, deri ile kaplıdır, öyle ki gerçekte ne olduğu görülmez.
Vücutta bağırsaklar, mide, karaciğer, sidik torbası, kalp, akciğerler, böbrekler ve dalak vardır. Sümük, salya, ter, lenf, kan, eklemleri sağlayan sıvı, safra ve yağ vardır.
Bedenin dokuz geçidinden sürekli pislik atılır; gözün pisliği gözden atılır, kulağın pisliği kulaktan, burnun sümüğü burundan akar; bazen ağızdan safra ve balgam çıkarılır, vücuttan ter ve kir atılır.
Kafadaki boşlukta beyin vardır, budala kişi cahillikle kaplı olduğundan bedenin ‘iyi' bir şey olduğunu düşünür.
Beden şişmiş solmuş halde mezara atıldığında akrabaları dahi onu daha fazla görmek istemezler; orada çeşitli hayvanlar tarafından yenir.
Bu dünyada akıllı kişi vücudun gerçekte ne olduğunu görür, kişi kendinin veya başkasının bedenine olan bağlılığı bırakmalıdır.
Bu iki ayaklı kötü koku taşıyan kirlilik dolu beden çeşitli yerlerinden salgılama yapar, pislikler akıtır; böyle bir bedenle kişi kendinin üstün başkalarının aşağı olduğunu düşünür(!). Bu körlük değil de nedir.
Siz de Buda (aydınlatan) olabilirsiniz.
Sen kendin çabalamalısın Buda'lar sadece yolu gösterir. Şu anda hayatının zor olduğunu düşünebilirsin, ama değişim seninle başlar. Hayatının kontrolünü eline al onu kadere bırakma.
Öfkeyi sevgiyle, kötülüğü iyilikle; açgözlülüğü cömertlikle, yalanı gerçekle yen. Senin kendi kendini yenerek kazandığı zafer, bir başkasının savaşta bin kişiyi bin kez yenerek kazandığı zaferden daha iyidir.
Sırf hocalarınızın, liderlerin ya da din adamlarının otoritesine dayanıyor diye hiçbir şeye inanmayın. Ancak bizzat hissettiğiniz, denediğiniz ve doğru olarak kabul ettiğiniz, kendinizin ve başkalarının hayrına olan şeylere inanın ve tutumunuzu onlara uydurun.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish