İsim Arapça bir kelime olarak “sumûv” kökünden gelir, yücelik yani. İsim vererek varlığı yüceltiyoruz veya özünde sahip olduğu bir yüceliği, bir güzelliği öne çıkarıyoruz. İsimlendirmede temel dürtümüz budur.
İnsanın en önemli özelliği varlığa isim vererek ona değer vermek, yüceltmektir. Bundan dolayıdır ki insan varlıklara isim koyma özelliğiyle meleklere, cinlere karşı Kur’an’da işaret edilen o metafizik imtihanı kazanmıştır.
İlk defa gördüğümüz bir şeyle, bir varlıkla karşılaştığımız zaman kurduğumuz ilişkinin ilk adımı isim koymak ya da varsa bizden önce konulmuş bir isim, onu öğrenmek oluyor.
Varlıkları anlamanın ya da anlamlandırmanın yolu isimlerini bilmekten geçiyor çünkü.
Konulan her isim de kelimenin kökenindeki yüceliği ifade etmiyor tabi. Varlıkları yücelteceğine alçaltan, alay konusu yapan isimlendirmeler de var doğal olarak. Bu yüzden Peygamberimiz bazı sahabelerin ahlaka ve tevhide mugayir isimlerini en güzelleriyle değiştirmiştir.
İlk defa bir şeye isim koymak gibi herhangi bir sebeple daha önce konulan bir ismi değiştirmek de insanın bu doğal özelliğinden geliyor.
Nitekim dönem dönem öne çıkan medeniyetler topluluklardan eşyaya kadar varlıkların adlarını kendi anlayışlarına göre değiştirmekle işe başlamışlar.
Bölgemizde Roma veya Pers hakimiyetleri döneminde konulan bir çok isim var. İslam fetihlerinden sonra bu isimler ya Arapçaya uyarlanarak telaffuz edilmiş ya da değiştirilmiştir. Mesela Konstantinapol ismi hiçbir zorlama olmaksızın kendiliğinden İstanbul’a dönüşmüştür.
Son birkaç yüzyıldır Batı Medeniyetinin dünya çapında yaptığı isim ve anlam değiştirmeleri de bu beşeri dürtünün (ama daha çok hikmet unsuru gözetilmeden) bir devamdır.
Osmanlı geleneğinde de ihtida edenlerin veya devşirmelerin isimlerini değiştirmek vardır. Zaman zaman gereksiz bir genellemeye yeltenilmişse de daha çok ahlaka ve tevhide aykırı isimleri değiştirme yönüne gidilmiştir.
Ancak İttihat ve Terakki teşkilatının etkin olmasından itibaren, doğal olarak egemen Batı Medeniyetinin etkisiyle bütün bir Osmanlı çapında toplulukların isimlerini değiştirme çabası içine girilmiştir. Balkan ülkelerinde ve özellikle Cemal Paşa’nın Şam vilayetinde başlattığı uygulamalar gibi. Ne var ki geniş bir hinterlandı kapsayacak bu girişim gerekli ahlaki, sosyolojik ve kültürel arka plandan yoksun olduğu için başarısız olmuştur.
Cumhuriyeti kuranlar Kurtuluş Savaşını kazanmış olmanın verdiği moral ve üstünlükle İttihat ve Terakki’nin umutsuzca başlattığı geniş çaplı uygulamayı daha dar bir alan olan Anadolu’da uygulamaya koydular. Söylediğim gibi ahlaki, sosyolojik ve kültürel dayanaktan yoksun olduğu için de kağıt üstünde kalmaya mahkum olmuştur bu isim değişiklikleri. Resmi olarak sürdürülebiliyorlar sadece.
Nitekim Türkiye’de her toplumsal grubun, her yerleşim biriminin bir resmi ismi bir de gayri resmi ismi vardır. Alevi iken Sünni görünmek, Kürt iken Türk görünmek, ailenin kendi dini inançları, kültürleri gereği verdiği ismi gizleyip başka bir isimle kamusal alanda görünmek resmi ideolojinin psikolojik baskısı ile ortaya çıkmış travmatik bir durumdur.
Ahlaktan ve sosyolojik gerçeklikten yoksun isim değişikliği toplumu ikiyüzlü yapıyor demek ki.
Bir keresinde televizyonun birinde bir Ermeni vatandaşını dinlemiştim. “Benim iki ismim var. Biri (şimdi tam hatırlamıyorum, galiba) Agop, onu evde, ailede ve Ermeni cemaati arasında kullanıyorum, biri de Erol. Onu da mahallede, okulda, kamusal alanda kullanıyorum” diyordu. Bunu derken yüzünden yaşadığı travmanın izlerini, acısını görmek mümkündü.
Ahlaktan yoksun isim değişikliği, bireysel travmalara da sebebiyet veriyor, şizofrenik kimliklere yol açıyor.
2011 tarihinde Van ve çevresinde meydana gelen korkunç depremi hatırlıyorsunuz. Vanlıyım ben. Televizyonun başına oturmuş, depremin merkez üssünü, yıktığı alanı merak ediyordum. Akrabalarımı, tabi ki hemşerilerimi düşünüyordum. Bütün televizyonlar depremin merkez üssü “Tabanlı” köyü diyordu. Van ve Erciş arasında yer alan bir köymüş. O aradaki çoğu köyleri bilirim. Ama Tabanlı neresi bilmiyordum. İstanbul’da oturan tanıdığım birkaç hemşerimi aradım, kimse bilmiyordu. Sonunda biri eski adının “Timar” olduğunu söyledi. Timar bildiğim bir köydü ve esasen Türkçede kullanılan bu isim Kürtçedir diye “Tabanlı” ile değiştirilmiş meğer.
Sosyolojik gerçeklikten uzak isim değişikliği insanı kendi coğrafyasına yabancılaştırır.
Cumhuriyet sonrası bütün Türkiye’yi kapsayan köy, kasaba, şehir isimlerinin değiştirilmesinin bir amacı da o isimlere sinmiş toplumsal hafızayı silmekti.
Bundan daha korkunç olanı ise, Türkiye sınırları içinde konuşulan Kürtçe gibi dillerin tamamen unutulmasına çalışmaktı. Kelimelere tutunmuş tarihi, kültürü, edebiyatı, hatıraları silmek için.
İlkokula başlarken Türkçe bilmeyen her Kürt’ün bir benzerini mutlaka yaşadığı bir olayı bir arkadaşım anlatmıştı. Sınıfta öğretmen kapıyı göstererek “bu nedir?” diye sorar. Arkadaşım (aslında soruyu öğretmenin davranışından, yani karineden çıkarıyor) Kürtçe adını söyler, “derî” der. Öğretmen bir daha sorar, o yine aynı cevabı verir. Öğretmenin “derî”nin “derî” olduğunu anlamamasına bir anlam veremez. Sonunda öğretmen Türkçe’yi sökmeye başlamış başka bir çocuğa sorar, o da “Qapi”(kapı) diye cevap verir.
Türkçe öğrenmek için Kürtçenin yok sayılması gerektiğini masum zihinlere nakşetme amaçlı bu davranışın yarattığı travmayı unutamadığını söylemişti arkadaşım.
Geçenlerde Bitlis’in ismi “Güroymak” olarak değiştirilen “Norşîn” ilçesi ve son günlerde de adı Tunceli olarak değiştirilen Dersim ile ilgili bir tartışmaya şahit olunca düşündüm bunları. Norşin söz konusu olunca konuya değinmeden edemedim. Ben de farklı bir yeri var çünkü.
Dedem Norşin’de ikamet eden “Mala Seyda” diye bildiğimiz ilim irfan ehli ailenin o zamanki mürşidi Şeyh Ma’şuk’un müridiydi. Her sene oraya gidip şeyhini ziyaret ederdi. İlkokulu bitirdiğim sene beni oradaki medresede okumaya götürecekti. Şeyhinden izin almıştı ve gitmek için hazırlıklara başlamıştık. Ama takdiri ilahi dedem vefat etti ve ben gidemedim.
Ama Norşin dedemden kalan bir yadigar olarak hep zihnimde yaşadı. Dedemle aramızdaki bağı temsil ediyor da diyebilirim. Bu yüzden ne zaman “Güroymak” adını duysam dedemle aramızdaki bağın koptuğunu hissederim. En az “kapı” karşısında “derî”nin hiçbir varlığının olmamasına bir anlam veremeyen arkadaşım kadar sarsılırım.
Ahlaktan, tarihten, kültürden, sosyolojiden ve duygulardan yoksun isim değişiklikleri aynı zamanda “hatıralar” katliamı demektir.
Kuşkusuz bir insan ismini, soyadını, dinini, mezhebini, kıyafetini değiştirebilir. Bir topluluk da öyle. Yaşadığı yerin adını, yaşam tarzını, hayat kanunlarını değiştirebilir. Ama kendi isteğiyle. Dışarıdan yapılan bir baskıyla gerçekleşirse bu değişiklikler zulüm olur.
Cumhuriyet döneminde özellikle yerleşim birimleri alanında yapılan isim değişiklikleri çoğunlukla halkın iradesi dışında gerçekleştiği için vicdanları yaralamıştır.
Bunun yanında dini hayat tarzına ilişkin ezan gibi semboller de değiştirilmiştir ve tabi derin bir travmaya yol açmıştır. Neticede Menderesle birlikte ezan aslına döndürülerek büyük bir haksızlık ortadan kaldırılmıştır. Menderes’in bu tavrı “hikmet-ı hükümete” de uygundur.
Hikmet Arapça bir kelime olarak bir şeyi ait olduğu yere koymak anlamına gelir. Hükümet de bu kökten gelir ve düzen sağlamak, bozulan düzeni yeniden tesis etmek, kontrol etmek anlamındadır.
Menderes’in İslam’ın şiarı ezanla ilgili gerçekleştirdiği bu hikmetli davranışın hükümet tarafından özellikle halkın isteği dışında değiştirilen Dersim, Norşin gibi isimlerin ait oldukları yerlere iade edilmesi hikmet-ı hükümete uygun olacaktır.
© The Independentturkish