Gazeteci tutuklamalarına "fıs" sessizliği, meslektaşa naralar...

Mayis Alizade Independent Türkçe için yazdı

Vefatından kısa süre önce Başkan Kennedy, edebiyat alanında 1949 yılı Nobel Ödülü sahibi William Faulkner'ı Beyaz Saray'a davet ediyor.

Herkesin merakla beklediği "Gidecek misiniz?" sorusuna, "Ama buradan Washington'a 160 milden fazla bir mesafe, öğle yemeği için oraya gitmeye değmez" sözleriyle yanıt veren William Faulkner, "Yazarın toplumdaki yeri neresi olmalı?" sorusunun cevabını da vermiş oluyor.

Bu cevaba benzer bir açıklamayı Jean-Paul Sartre, II. Dünya Savaşı biterken kaleme aldığı "Sunu" adlı yazısında vermişti:

Ben Flaubert ile Goncourt'ları, Komün'ün (1871) ardından gelen kanlı cezalandırma dalgasından sorumlu tutarım, çünkü bunun engellenmesi yönünde bir satır bile yazmamışlardır. Bu onların işi değildi, denecek. Calas davası Voltaire'in işi miydi? Dreyfus'un mahkûmiyeti Zola'nın işi miydi? Ya da Kongo'nun yönetimi Gide'in işi miydi? Bu yazarların her biri, yaşamının özel bir anında, kendi yazar sorumluluğunu doğru olarak değerlendirmiştir. Alman işgali de bize kendi sorumluluğumuzu öğretti. Madem ki yalnız varlığımızla, varoluşumuzla bile çağımız üzerine etkide bulunuyoruz, öyleyse bu etki bilerek ve isteyerek yapılacaktır diyoruz.


Aslında William Faulkner, Thomas Wolfe, John Dos Passos vb. ABD'li yazarlar hep "Amerikan işçi sınıfının yanında olduklarını" ifade ederken vurguyu "Amerikan" kelimesine yapmışlardı; yani doğduğunuz toprakların işçisi.

Dünya savaşı sürerken William Faulkner, memleketi Mississippi'nin tek komünisti olan Danimarkalı bir işçiye "pozisyonunu değişmemesinden dolayı" 200 dolar bağışta bulunmuştu.

1950'lerin ikinci yarısında "eşitlik" ilkesine rağbetini ifade eden açıklamaları üzerine "SSCB'ye gitmeyi düşünüp-düşünmediği" sorulduğunda Faulkner, "Gitmek isterim ancak şimdiki soğuk savaş döneminde yanlış anlaşılmalara neden olabilir" demişti...


Yazarın yeri neresi?

Özellikle 1920'lerin başlarından itibaren SSCB Gulag'ında yaşanan zulümler ve bu sürecin zirvesi gibi 1937'de sayısız aydının 15'er dakikalık mahkemelerle kurşuna dizilmesi, Sibirya'ya sürülmesi, hapishanelere atılmasının ardından Hitler faşizmiyle süren dehşetler sırasında bir dizi yaratıcı insanın SSCB'de Stalin'in, Almanya'da ise Hitler'in yanında yer alması durumu daha dramatik hale getirdi ve 1950'lerin başlarından itibaren bu konunun Batılı ülkelerin gündeminde önemli derecede yer tutmasına neden oldu.

William Faulkner'ın 1962'de Beyaz Saray'a gitmeyi reddetmesi ise yazarla devlet yöneticisi arasına çizilmiş kalın bir çizgi niteliği taşıdı; yönetici o çizgiyi geçip yazarı yanına çekmeye niyetlendiğinde bunu kendi iktidarının ömrünü uzatmak ve nihayetinde ülkeyi diktatoryaya sürüklemek, yazar o çizgiyi geçmeye niyetlendiğinde ise bunu kişisel menfaati için kullanmak niyetiyle yapmaya çalışıyordu.

Demokrasiyle yönetilen ülkelerin yaratıcı şahsiyetleri o çizgiye yaklaşmama pozisyonunda durdukları için yöneticiler diktatörlük eğilimine giremiyor.

Çünkü en sert tepkiyi herkesten önce kalem sahiplerinden görüyorlar.

Stalin mirasına beş elle sarılanlar, Sovyet diktatörünün kurduğu sistemi sonsuza kadar yaşatıp evlatlarını da o sistemin bir parçası haline getirmek için becerdikleri her tür alçaklığın altına imzalarını atıyorlar.

İşte Jean-Paul Sartre, 80 yıl önce 1871 olaylarında sesini çıkarmayan Balzac'ı, Flaubert'i suçluyor; biz ise 21'inci yüzyılın ilk çeyreği biterken Azerbaycan'ın cezaevlerinde gazeteci, yorumcu, siyasi faal, din insanlarıyla dolup taşan, yaşları doksan civarındaki kalem sahiplerinin hala koltuk, maddiyat, milletvekili mazbatası, madalya, evlat ve torunlara üst düzey görev kapma peşinde olduklarını görüyoruz.

Yaşanan bu süreç ne kadar korkunçsa, kalem sahiplerinin bu sürece katkıları onu daha korkunç kılıyor.
 

 

Esasında bu sürecin mimarları o kalem sahiplerinin ta kendileridir.

Tarihi-felsefi romanlarıyla ün yapmış 89 yaşındaki Azerbaycanlı yazar (yaklaşık yarım asırdan bu yana köyde mütevazı bir hayat süren) Ali İsa Nicat, 1937 yılında "yeni sosyalist düzenin kurulması adına" milliyetçi meslektaşlarına ağır iftiralar atmakla yetinmeyip bir de bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurucusu Mehmet Emin Resulzade'ye:

"Şimdi haber vereyim okuyucuma ben,
O ‘millet önderi' Resulzade'den,
Toplamış camiye Müslümanları,
Yağlı vaatlere tutmuş onları,
Diyor Türkiye'yi çağırak gerek,
Bize destek olsun kılıç çekerek,
Parlasın adalet, mihr-i hürriyet,
Yücelsin göklere şeref-i millet."

Şarlatan!
Aferin!

Rehbere bir bak,
Vatanı yadlara (yabancılara) bunlar satacak!

diye itham eden Samed Vurgun isimli şairi "en büyük yalaka" olarak adlandırınca başta Stalin döneminden kalma Yazarlar Birliği'nin başkanı Anar amuda kalkarak "Ali İsa Nicat hastaneye gönderilmeli, beyni kontrol edilmeli" dedi.

Her halükarda içi soyumamış olacak ki, yazarların önderi Nicat'la röportajı yayınlamış medya kurumuna da en keskininden sallamayı görev bildi.

Durum daha aydın olsun diye Samed Vurgun isimli şairin, bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurucusu Mehmet Emin Resulzade'ye yönelttiği bu ithamların, Vurgun'un 26'lar isimli manzum romanından alındığını hatırlatmakta fayda vardır.

26'lar denilen ve Rusya'da Ekim 1917'de gerçekleşen sosyalist devriminden sonra önce Tiflis'e, ardından Bakü'ye gönderilen sosyalist kılıflı fakat taşnak zihniyetli Stepan Şaumyan'ın başında durduğu Bakü Konseyi yöneticilerinin, bir kişi dışında tamamı Ermeni'ydi.

31 Mart-Nisan 1918 tarihleri arasında Bakü'de ve Azerbaycan'ın bir dizi diğer bölgesinde Türklere karşı soykırım gerçekleştirince, gelişmeleri iyi analiz eden Osmanlı Sarayı, "Azerbaycan Türklerinin bağımsız devlet kurma dışında seçeneği kalmadı" şeklinde karar almıştı.

28 Mayıs 1918'de Tiflis'te ilan edilen Cumhuriyetin Ulusal Konsey Başkanı seçilen Mehmet Emin Resulzade, önce Batum'a giderek bir dizi toplantıya katıldıktan sonra İstanbul'a gelmiş ve Azerbaycan'ın başkenti Bakü'nün taşnak yönetiminden kurtarılması planlarının hazırlanmasını hızlandırmıştı.

Kafkas İslam Ordusu 15 Eylül 1918'de Bakü'yü kurtarana kadar, o 26'lar yönetimi, İngilizlerce iktidardan düşürülerek Hazar Denizi'nin karşı kıyısındaki Akçakum kırına götürülmüş ve orada kurşuna dizilmişti.

Üzerinden 20 yıl geçtikten sonra Samed Vurgun, Azerbaycan topraklarında soykırım yapmış o taşnak yönetimine methiyeler dizen manzum roman kaleme alırken, Resulzade'ye hakaretler yağdırmıştı.

15 Eylül 1918'de Kafkas İslam Ordusu'nun Bakü'yü kurtarmasından iki gün sonra, Çırpınırdın Karadeniz şiirinin ve bağımsız Azerbaycan'ın milli marşının yazarı Ahmet Cevat'ın Bismillah şiiri gazetede yayınlanmıştı.

Türk ordusunun Bakü sokaklarındaki zafer yürüyüşü, Batılı tarihçilerin de tespit ettiği üzere, "Turan ülküsünün doruk noktasını" oluşturmuştu.

İşte Ali İsa Nicat'ın "en büyük yalaka" dediği o Samed Vurgun, taşnak yöneticileri övdüğü 26'lar manzum romanında, Resulzade'nin "camide Müslümanları etrafına toplayarak Türk ordusunu yeniden kurtuluş mücadelesine" çağırmasına güya camiden verilen tepkiler olarak "şarlatan, vatanı yabancılara bunlar satacak" sözleriyle ifade etmekten geri kalmayan bir kalem sahibi olmuştur.

İşin anlaşılamayan yanı, Ali İsa Nicat'ın Samed Vurgun'u "en büyük yalaka" olarak nitelendirirken, öte yandan şairin "yalakalandığı" Azerbaycan Komünist Partisi birinci sekreteri Mir Cafer Bağırov'u öve-öve bitirememesidir.

Bu ise, neresinden tutsan elinde kalan tutarsız bir yaklaşım.

"Sosyalist düzenin daha iyi yerleşmesi için" milletlerin etnik-dini kimlikleri, Moskova ve yerel yöneticilerce doğrudan hedef alınırken, 1937 yılı dünya tarihinin en korkunç dönemlerinden biri olarak hafızalara kazınmıştır.

Azerbaycan, bu gün değil o facianın atlatılması, daha da derinleşerek yaşandığı bir yerdir.

Bunun esas nedenlerinden biri, Stalin'in kurduğu ve başta Yazarlar Birliği olmak üzere yaratıcılık örgütlerinin Azerbaycan'da kendi varlığını daha katı biçimde sürdürmesidir.

Yani, günümüz Azerbaycan yönetimi, bu yaratıcılık örgütlerini finanse etmekle kalmayıp, aynen Sovyet zamanındaki gibi ofislerle, dinlenme tesisleriyle, evlerle, makam araçlarıyla temin ederek kayıtsız-şartsız kendine itaat etmelerini sağlıyor.

Azerbaycan Yazarlar Birliği'ne birkaç kelimelik parantez açarsak, Türk okurlarına şu manzarayı sunmamız gerekecek: Yazarlar Birliği'nin başkanı Anar'ın babası Resul Rıza, Sovyet zamanında "Lenin" isimli manzum romanıyla meşhur bir kalem sahipliğinin yanı sıra Yazarlar Birliği başkanlığı da yapmıştır.

Nisan 1987'de Azerbaycan'ın Komünist yönetimi tarafından Yazarlar Birliği başkanlığına atanmış Anar Rızayev, halihazırda 87 yaşındadır ve 38 seneden bu yana görevini birilerine devretmeyi aklının ucundan bile geçirmemiştir (38 yıl aynı koltukta oturmak, vallahi de billahi de çok büyük özveri ister arkadaş).

Yani, kendisine 87 yaşında 38 yıllık başkan dememizde de hiçbir sakınca olmaması gerek.

Başında durduğu ve 1930'ların ürünü olan örgütün isminin Yazarlar Birliği olmasına rağmen Azerbaycan Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın bir dairesi olarak bakanlık bütçesinden finanse ediliyor.

Yani, 1937'de ve sonraki yıllarda olduğu gibi devlet "Ben sana bu parayı iyi edebiyat yaratman için veriyorum" demiyor.

Zaten hiçbir yönetim, hiçbir edebiyatçıya ya da gazeteciye parayı "iyi yazı yazması için" vermiyor, vermez; kendine kölelik etmesi için verir. İşte Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan finanse edilen Yazarlar Birliği'nin, 38 yıllık başkan Anar Rızayev'in özel çiftliği haline gelmesine izin verilmesinin nedeni de budur: cezaevleri yetenekli kalem sahipleriyle dolup taşarken, sokakta yürüyen çocuklar polis arabasının altında öldürülürken, başta Anar olmak üzere kalem sahiplerinin büyük çoğunluğundan "fısss" sesi yükselmesinin nedeni iktidarın kendilerini yemlemesidir.

Zaten Sovyet edebiyatında Lenin'i methetmiş en büyük manzum romanın altında imzası bulunan babası, sosyalist rejimin kurucusunu topluma şu sözlerle kabul ettirmeye çalışmıştı:

O (Lenin yani) herkesin benliğinde,
Mateminde, şenliğinde,
O ölçüdür, o ayardır,
Hepimizde Lenin vardır.


Samed Vurgun ise Komünist Partisi'ne ithaf ettiği "Zamanın Bayraktarı" isimli manzum romanında duygularını dizginlemeyi asla düşünmemişti:

Beşerin vicdanı, aşkı yüreği
Zihni, düşüncesi, fikri, dileği
Bütün yeryüzünün hoş geleceği
Her zevki, sefası partimizdir.


İşte bu dizelerin yazarına, Ali İsa Nicat adlı yazar "en büyük yalaka" deyince, Lenin'e okkalı manzum roman ithaf etmiş şairin oğlu adeta amuda kalkarak "Samed Vurgun'un evlatları hayatta yok ama ben varım" diye kükredi ve yazar meslektaşı Ali İsa Nicat'a verip veriştirirken, Stalinist yaklaşımları ölümüne savunmayı da ihmal etmedi.

Oysa Azerbaycan'ın hapishanelerinde bugün itibariyle çoğu Anar Rızayev'in torunu yaşındaki (bir kısmı daha küçük de olabilir) tamamen suçsuz 28 gazeteci-yazar ve yorumcu bulunuyor.

Bu kadar vahim bir tablonun karşısında Yazarlar Birliği isimli örgütten sadece "fısss" sesinin yükselmesi, 1937'den beri süregelen bir mantığın çerçevesinde tamamen normal karşılanmalı.

Zira Stalinist zihniyette haksızlığa karşı ses yükseltme diye bir kavram yoktur, olamaz.

Azerbaycan'ın yetenekli kalem sahiplerinin artık beşinci kuşağı hapishane duvarları arkasına gönderilirken, 1937'den daha feci bir durum, toplumu her gün ümitsizleştirip karamsarlığın dip noktalarına kadar alıp götürüyor.

Adına "yazar" denen kesim ve "Yazarlar Birliği" denen örgüt ise, sanki farklı bir gezegenin ürünleri olmalarından dolayı susuyor, susuyor, susuyor.

Hayır, hata yaptım; 1937 Stalinizmine eleştiri gelince, amuda kalkan Yazarlar Birliği kethüdası, Sadettin Teksoy'u taklit eden skeçinde rahmetli Levent Kırca'nın yaptığı gibi adeta parmağını sağa sola uzatarak "sokarım" diyor.

İşte 1905-1909 yılları arasında İstanbul Üniversitesi'nde eğitim görmüş, Ark Cephesi Kumandanı Kazım Karabekir Paşa Nahçıvan'da bulunduğu sıralarda kendisiyle iyi arkadaşlık kurmuş, tüm telkin ve baskılara rağmen Türkçü pozisyonundan geri adım atmadığı için 1937'de tutuklanarak Sibirya'ya sürülen ve 5 Aralık 1941'de hayatını kaybeden Hüseyin Cavid'in yazdığı gibi:

Ne acaip sürü bunlar yahu?


İşte o Samed Vurgun isimli şair en ağır ithamlarından birini de Hüseyin Cavid'e yöneltmişti.

Cavid'in besteci oğlu Ertuğrul genç yaşında hayatını kaybederken, kız kardeşi Turan da evlenmedi.

Yani, Hüseyin Cavid'in sülalesi tükenmiş oldu.

Nobel Ödülü konuşmasında Aleksandr Soljenitsın, "Bir ülkenin tankları başka bir ülkenin sokaklarını işgal ediyorsa, sokaklara dökülen kan aslında işgalci ülkenin yazarının suratına dökülüyor" der.

Suçsuz 28 gazeteci-yazarın hapishane duvarları arkasında bulunmasının suçu yazarın değil de kimin vicdanına bir leke gibi sürülüyor?

Bağır, yazarların kethüdası...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU