Dosya/Soruşturma: Türkiye'de sağlıklı bir eleştiri ortamı ve sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisi var mı? (1)

Mustafa Orman, Independent Türkçe için, sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisi ve eleştiri ortamı hakkında Abdullah Ataşçı, Aslı Solakoğlu, Yılmaz Şener ve Öznur Yalgın ile konuştu

Türkiye'de son yıllarda, sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle edebiyat dünyasındaki değişimler gözle görülebilir noktadır.

Yazar-okur kavramının iç içe girdiği bir ortamın varlığı, edebiyata olan bakış açısını kısmen değiştirmiştir.

Bunun akabinde, yine sosyal medyada gördüğümüz, tanık olduğumuz, "Türkiye'de eleştiri yok" sloganıyla sıkça karşı karşıya kalmaktayız.

Hem okurların hem de yazarlarının bu sloganı durmadan dile getirdiğini görebiliyoruz. İlişkiler ağına kapılıp giden bu okur-yazarların, "Türkiye'de eleştiri yok" sloganını dile getirmesi ciddi bir tutarsızlığı da ortaya sermektedir.

Yine aynı kişiler, ilişkilerin sınırsızlığıyla nefretin ve sevginin sınırsızlığını ortaya çıkarmaktadır.

Bir edebi esere yüklenilen değer, metinle ilgili değildir, yazarın kim olduğuyla ilgilidir. Bunun dışında kalabilecek istisnalar yok değil.

Elbette eleştirinin eleştirmenler tarafından icra edilmesi gerektiğinin de farkında herkes. Eleştiri kurumu da birkaç kişiyi geçmeyecek kadar azdır.

Bu sayının azlığı, eleştirmenin ideolojisiyle ilintili olduğu kadar, eleştirmenin toplumsal olaylarla edebi eserler arasında nasıl bir sosyolojik-kültürel ilişki kurduğuyla da doğrudan bağlantılıdır.

Konunun sadece çerçevesini çizebilmek adına birkaç noktaya değindim, soruyu yanıtlayan yazarlar bu konuyu daha net değerlendireceklerdir.

Öte yandan yazar-editör ilişkisine gelecek olursak, editörlere yazarların eleştirmen muamelesi yapması, editörü olduğundan başka bir yere çekmekte, ona başka sorumluluklar yüklemektedir.

Oysa editör, metin üzerinde sadece yönlendiricidir. Bu yönlendiriciliğin temelinde büyük bir okuma kültürünün olmasının gerektiği de gözden kaçmasın.

Çünkü editörlük mesleğinin, birçok alanı kapsayacak geniş bir okuma kültüründen bağımsız yapılamayacağı aşikardır.

Piyasanın koşulları nedeniyle, olduğundan fazla iş yüküyle karşı karşıya kalan, kısıtlı zaman içinde birden fazla kitabı yayına hazırlama mecburiyetinde kalabilen editörler yok sayılmayacak derecede sayıca fazladır.

Ama editörlük mesleğini, deneyim ve birikime sığdırmayan editörler de gün geçtikçe artmaktadır.

Bunların ışığında yazar-editör ilişkisinin nasıl bir zeminde yürütüldüğünü yine yazarlar elbette yanıtlayacaktır.

Yazar-editör ilişkisini ele aldığımız dosyanın bu bölümünde Abdullah Ataşçı, Aslı Solakoğlu, Yılmaz Şener ve Öznur Yalgın soruları yanıtladı. 


Soru 1: Rus eleştirmen Belinski'nin 19'uncu yüzyılın ortasında, Rus edebiyatına katkıları büyük olmuştur. Dostoyevski'nin 'İnsancıklar' romanı hakkında yazdıkları edebiyat camiasında bir yazarın adım adım gelişini müjdelediği gibi, pek çok yazarın önünü açacak tahliller yapmıştır.

Yazılarının pek çoğunda yazarın hem metni, hem de kendi toplumuyla kurduğu ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda yol gösterici bir eleştirel mecra yaratmıştır. Dolayısıyla kendi dönemi ve pek tabii ki sonrasında bu açıdan önemli bir rol üstlenmiştir.

Sonraki yıllarda Belinski'nin edebiyatta üstlendiği rol, Rus yazını dışında da karşılık bulmuştur. Tolstoy'un ilk romanı Rus Fransız savaşını anlatan 'Sivastopol' romanında, Fransızca konuşan Rus subayların kendilerine yabancılaşmış halleri, İvan Turgenyev'in 'Babalar ve Oğullar' romanındaki toplumsal meseleler ve kuşak çatışması, Fyodor Miyailoviç Dostoyevski'nin 'İnsancıklar' romanındaki ezilen insanları, Nikolay Gogol, Mihail Lermontov, Saltıkov Şçedrin ve daha pek çok yazar bu edebiyat ortamından etkilenmiştir.

Bugün Rus yazını diye bir kanondan bahsedilecekse o dönemin eleştirel ortamının payı çoktur bunda. Size soracağım soru şu olacak:

Türkiye'de eleştirel açıdan Belinski ve çağdaşı yazarlarınkine benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek mümkün mü sizce?

Yaslandığınız bir edebiyat kanonu var mı? Metinlerinizi eleştirel bir gözle analiz ettiğinizde kendinizi bu açıdan nereye koyuyorsunuz?


Bunu sorulara, kitap veya kitaplarınızdan yola çıkarak cevap verirseniz memnun olurum.  


Abdullah Ataşçı: Yazar hiçbir şeydir, metinse her şey
 

abdullahataşçı.JPG
Abdullah Ataşçı


1- Edebiyatımızda 19'uncu yüzyıl Rusya'sındakine benzeyen ve zamanla kanona dönüşen bir edebiyat birikiminden; dönemsel olarak toplumun ve bireyin ruhunu çok iyi yansıtan, edebî değeri tartışılmaz, yan yana gelen büyük eserler ortaya konmasına karşın, söz etmek bana göre pek de mümkün değil.

En azından şiirdeki ve öyküdeki devrimci çıkışların bile herkesin kabul edeceği tekil bir kanonu oluşturamadığı ortada. Bunun pek çok faktörü bulunmaktadır kuşkusuz. 

Belinski üzerinden söyleyecek olursam, onun gibi sözünü doğrudan söyleyen, bir metni irdeleyip iyi ve kötü yanlarını aynı samimiyetle ortaya koyan çok sayıda eleştirmenimizin olmaması bir nedendir örneğin.

Yakın arkadaşı Herzen, günlüklerinde onun hakkında, "İnsan onun için hiçbir şeydir, inançlarıysa her şey" der. Kulağa oldukça sert gelebilecek bu söze bir eleştirmenin yaptığı iş açısından bakacak olursak "yazar hiçbir şeydir, metinse her şey" şeklinde çevirebiliriz sanırım.

Puşkin'in çıkardığı Sovremennik dergisinde o günün edebiyatı için şöyle bir değerlendirme yapar Belinski:

Eğer edebiyatımız bugün acınası bir durumdaysa, bunun tek nedeni günümüz yazarlarının Lomonosov gibi yazmaya çalışmalarıdır.


Bu yazıda nitelikli metinler yazdıkları hâlde, görünmeyen, okunmayan pek çok yazardan da söz eder. Sözünü eğmeden, bükmeden, dolandırmadan söylemektir bu bana göre. Ayrıca o dönemde Belinski'den sonra Dobrolyubov, Anenkov, Grigoryev, Pisarev, Saltikov gibi pek çok eleştirmenin de onun yolundan gittiğini görüyoruz.

Ayrıca eleştirmenler ile yazarların yer yer büyük çapta kavgaya varacak tartışmalarını da tanık oluyoruz. Müthiş bir edebiyat ortamını yansıtıyor bu bana göre…


"Gözden yiten nice yazar veya şairin olduğunu da yazacaktır tarih"

Bizim edebiyatımızda Belinski'nin tavrını gösteren Fethi Naci'nin adını yüksek sesle birçok yazar söyleyecektir kuşkusuz. Ama geriye kalan ve bir elin parmaklarını geçmeyen diğerlerini de ancak kısık bir sesle söyleyeceklerdir.
 

Fethi Naci.jpg
Türk yazar ve eleştirmen Fethi Naci (3 Nisan 1927- 23 Temmuz 2008)


Dünya edebiyatına göre bizde yeni olan eleştirinin daha dinamik, daha cesur ve hatta daha pervasız olmasını beklerken bu kadar çekingen, hatta sinik ve korkak olmasını anlamak mümkün değil.

Yıllarca, "zaten az kitap okuyan bir ülkeyiz, bu yüzden kitapları kötülemenin bir alemi yok" şeklindeki zavallı bir mazeretin arkasına sığınarak kötü metinlerin baş tacı edilmesine katkıda bulunmalarını, hak ettikleri değeri görmeyen, bile isteye görmezlikten gelinen metinlerin pek çoğunu es geçmelerini anlamak mümkün değil gerçekten de.

O yüzdendir itibar suikastına uğrayan, kahramanına "Sen neredensin ey okur!" diyen büyük yazarlarımız olmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay yaşadıkları dönemde daha bu kadar ortalık kalabalık, puslu değilken edebiyat dünyasının merkezinde olmalarına rağmen görülmediler.
 

Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay.jpg
Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay


İkisi de bugün nasıl okunuyorlarsa günümüzde bu tuhaf yazar kalabalığında gözden yiten nice yazar veya şairin olduğunu da yazacaktır tarih kuşkusuz. 

Kanonun oluşmasında bir diğer faktörün de dergiler olduğunu söyleyebiliriz. 1847'de Belinski, "Edebiyatımız artık kitaplarda değil, dergilerde boy gösteriyor" der örneğin. O dönem Rusya'sında Puşkin'den Dostoyevski'ye kadar pek çok yazarın dergiler çıkardığını görmemiz de mümkün.

Bizde de son yıllara kadar nitelikli dergiler çıkmadı değil ama şairleri bir kenara bırakırsak "hangi büyük yazarlarımız dergi çıkarmak için emek harcadılar" sorusu aklımıza gelir hemen. Parmakla bile sayılamayacak kadar az. 

Son sözün kısası, bir zamanlar yaratılmaya çalışılan millî edebiyat, köy romanı ve Garip, İkinci Yeni gibi şiirdeki devrimci çıkışları bir yana bırakırsak, çok sayıda yazarı etrafında toplayan bir kanon hiç olmadı.

Saydıklarım da zaten hiçbir dönem tekil bir kanona asla dönüşmedi. "Her şeyin en iyisini ben yaparım" diyerek bütün meselelerini halletmiş yazarların oluşturduğu bir toplumda, herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir kanon zaten olamaz.

Yine de Sait Faik'in, Yaşar Kemal'in, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın metinlerinin çoğul kanonlar içerisinde gelecekte de varlığını sürdüreceğine inandığımı söylemek isterim. 
 

y.jpg
(Soldan sağa sırasıyla) Yaşar Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Orhan Kemal, Orhan Pamuk, Sait Faik ve Reşat Nuri Güntekin


Yaslandığım bir edebiyat kanonu var mı peki? Her yazarın zamanın ve coğrafyanın ruhunu yansıtmakla mükellef olduğuna inandığım Yaşar Kemal'in, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, Oğuz Atay'ın, Orhan Kemal'in, Orhan Pamuk'un Sait Faik'in, Reşat Nuri Güntekin'in içinde yer aldığı birikime eklenmek dileğimdir.

Bunu başarabildim mi ya da başarabilir miyim, bilmiyorum elbette. Geleceğin okuyucuları buna karar verecektir şüphesiz. Sadece şunu eklemekte fayda görüyorum. Edebiyatta takip ettiğim yolu, Yara Bende romanımla bile isteye kırdım. Bundan sonra nereye varır yazdıklarım, bilemiyorum.


Aslı Solakloğlu: Bir kanona yaslanmak yerine bildiğim gibi yazmanın bağımsızlığını savunuyorum
 

aslısolakoğlu.jpg
​​​​​​​Aslı Solakloğlu


1- Kanon dediğinizde kadın ve queer yazınını dışarda bırakan bir tarihsel bağlamdan bahsettiğimizi artık biliyoruz. Kadınların yazması, yazabiliyorsa metinlerinin basılıp dağıtılmasını doğrudan veya dolaylı yollardan engelleyen, 'piyasa' içinde emeğin her alanda sömürülmesine izin veren bir heteropatriyarkanın mevcudiyeti giderek azalmıyor ne yazık ki.

Aksine yaslanılan, el alınan kanonun varlığı bizleri, bağlamındaki içerik gereğince eski zamanlardan daha da fazla kendine bağlıyor ya da zamanı geldiğinde kusuyor. Sanırım önemli olan bağlanmaya da kusmasına da fırsat vermeyecek bir bilgi ağı ile donanmak.

Bu belirgin durum karşısında feminist, queer yazını dışlayan bir kanona yaslanmak yerine bildiğim gibi yazmanın bağımsızlığını savunuyorum ben.

Bildiğim gibi olan da, yaşamda varoluşumu, edebiyatta hem yazan hem okuyan özne olarak varlığımı yok sayana karşı bir dil oluşturmayı denemek demek oluyor. Bir karşı ses, bir karşı atmosfer.

Bahsettiğiniz kanon dışında edebi alan göremeyenlerin işinden daha zahmetli, daha çok çalışma gerektiren bir süreç bu.

Benden önce bu belirginliğe karşı söz, düşünce üreten kadın ve queerlerin emeğinin kıymeti ile ilerlemek, kadın oluşuma dair yazarak düşünmek benim çalışma prensiplerim.

Burda yüzeye bir soru sızıyor haliyle: Peki, feminist yazında oluşmuş bir kanon var mı?

Çağdaş feminist yazın içindeki kurucu metinler, adı konmamış bir bağlam olarak bir feminist kanonun varlığını işaret edebiliyor mu coğrafyamızda?

Aynılaşmış anlatım biçimleriyle yazılmış eril metinlerin queerliği, dişilliği, erilliği gibi başlıkları yanı sıra feminist kanonun varlığı, varsa neliği ve nasıllığı hakkında da rahatlıkla konuşabileceğimizi umuyorum bir gün. 

 

Yılmaz Şener: Bir eleştiri ortamının olduğunu düşünmüyorum
 

yılmazşener.jpg
Yılmaz Şener


1- Konuyu içinde bulunduğumuz dönem üzerinden ele alarak söylemek gerekirse; yazarları yönlendiren, tamamen metne odaklanan bir eleştiri ortamının olduğunu düşünmüyorum.

Bu, salt iyi eleştirmenlerin yokluğuyla açıklanamaz. Tam tersine, herkesin her şeyi söylediği bir çağdayız ama eti kemikten sıyırabilecek bir eleştiriye ihtiyaç duyulduğunda, siyah ve beyazın ortasında yer alan o gri alanda buluyoruz kendimizi.

Bir diğer neden de kimsenin bu işlerle artık uğraşmak istememesi. Bir eleştiri aynı zamanda risk demektir, kimse bir edebiyat eserini hakkını vererek eleştirme riskini almıyor.

Öyle bir risk alındığında ise genellikle ele alınan metin değil, yazarın kendisi oluyor. Haliyle de çoğunlukla konu edebiyatla başlayıp siyasetle bitiyor.

Hassasiyetlerin her konuya temas ettiği bir çağdayız. Aslında eleştiriye tahammül edememe her çağda kendini göstermiştir. Belinski, Dostoyevski'nin ilk romanı İnsancıklar için ''İki gündür kendimi bu kitaptan uzaklaştıramıyorum'' demiş ve Dostoyevski'yi değil tamamen metni ele almıştı.
 

Vissarion Grigoryeviç Belinski ile Fyodor Dostoyevski.jpg
Vissarion Grigoryeviç Belinski ile Fyodor Dostoyevski


Fakat Dostoyevski'nin ikinci romanı olan Öteki için aynı şeyleri söylemez; kitabı sert bir çekilde eleştirir Dostoyevski, Belinski'nin kitaba yönelik bu sert eleştirisini vakur bir biçimde karşılamamıştı elbette. Konu eleştiri olduğunda ismin kim olduğunun pek bir önemi kalmıyor.

Kendi adıma söylemem gerekirse, yazdığım kitapları iyi bir gözle ele alıp beni besleyebilecek bir eleştiri ortamının olmasını çok isterdim. Bir yazarın kendi yazdıklarına eleştirel bir gözle bakamayacağı malumdur. Yazarı kendi körlüğünden kurtarabilecek, metne uzaktan bakmasını sağlayabilecek bir eleştiri ikliminin oluşabileceğini pek sanmıyorum. Diğer bir gerçek ise, kim bunu neden yapsın? Haliyle iş yine yazara düşüyor.

Yazarların çağın yarattığı tuzakların bilincinde olmaları, en önemli konulardan biri. Bunların başında da yazarla okur ilişkisi gelir. Metin ortaya çıktıktan sonra yazarın metinden daha fazla öne çıkmasının metne zarar vermesi ve sonrasında gelecek eserlerin de aynı kaderi paylaşması kaçınılmazdır.

Okurla metin arasına giren yazar, okura, yazarla metin arasına girme fırsatı verir. Yazarın bu bilinçte olması, kendini sonraki tuzaklardan koruma fırsatı verir. Bir eleştiri ortamı olmadığında, yazarlar elbette okurun metne olan yaklaşımını daha fazla dikkate alır.

Her ne kadar yazarlar kendi yazdıklarına eleştirel bir gözle bakamasalar da, yine de içten içe bir şeyin eksik olduğunun farkında olurlar. Bu, tıpkı bir iç sıkıntıya benzer. Dört yıl önce tam da buna benzer bir durum yaşamıştım. Bir yıl boyunca yazdığım kısa bir romanın yayımlanmasını son anda iptal etmiştim. Kitabın kapağına kadar her şey hazırdı. Ama bir türlü içime sinmemişti ve bir daha aynı metne dönmemek adına her yerden sildim.

O kadar rahatlamıştım ki, aynı hissiyatı hayatımda çok az yaşamıştım. Bu benim için aynı zamanda bir eşik de olmuştu; kafana takılan bir şey olduğunda kesinlikle onu kurcala. Tabii bunu daha önceleri yaşasaydım, yayımlandığı için pişman olduğum bazı çalışmalarımı da yayımlamazdım. Heyecan ve özentiden başka bir şey olmayan o çalışmaların pişmanlığını her daim yaşayacağım. İlk dönem hataları demek lazım. Fakat benim için iyi bir ders oldu.


Öznur Yalgın: Herhangi bir konuda sağlıklı ilişki yürütmenin günden güne zorlaştığı bir ülke bizimkisi

öznuryalgın.jpg
Öznur Yalgın


1- 21'nci yüzyılda hayatın hemen her alanının dijitalleşmesi, iletişimin ağırlıklı olarak sosyal medya üzerinden ilerliyor oluşu bize bambaşka bir ortam sunuyor haliyle.

19'uncu yüzyıl Rusya'sındaki eleştirel ortamı şimdikiyle kıyaslamak hem mümkün olmaz hem de pek doğru olmaz bana kalırsa.

Sayısız yazar, sayısız kitap, sağanak halinde bilgi, reklam, tanıtım, görsel yağmurunda haliyle yazarın, okurun, eleştirmenin rolü, anlamı da değişmiş oluyor.

Gözlemleyebildiğim kadarıyla bizim ülkeye özgü bir durum da değil. Türkiye belki şurada ayrılıyordur. Herhangi bir konuda sağlıklı ilişki yürütmenin günden güne zorlaştığı bir ülke bizimkisi. Soluk bile alamıyoruz. Böyle bir toplumda kim, ne, hangi yapı, anlayış kendini iyi koruyabiliyor ki edebiyatta biz ideal, sağlıklı bir dünyada var olabilelim.


İkinci soruyu yanıtlamam güç ama deneyeceğim. Rusların toplumsal çatışmaların insan üzerindeki etkisini yoğun olarak yansıttıkları -şimdiki zamanlar için fazla klasik ve eski tip diye bulunan- dönemi bana bir okur/yazar olarak çok yakın geliyor.

İnsanı anlatırken toplumdaki sınıfsallığı olağanüstü bir derinlikle ele alışları benim için çok değerli. Amerikan edebiyatında da Kirli Gerçekçilik anlayışı içinde yer alan öykücülerin ilişkilerdeki yakıcı noktaları sadelikle ele alışları, insana karanlığıyla, bütün renkleriyle alabildiğine derin bir bakışla yaklaşmaları onların öykülerini defalarca okuma imkanı veriyor bana.

Yinelenen okumalarla yitip giden hiçbir şey yok ve bu iki anlayış da oyun peşinde, orijinallik derdinde değil. Henüz bir kitabım var ama metinlerimi eleştirel bir gözle değerlendirecek olursam daha eski tip diye adlandırılan tarzda yazmaya meyilliyim şimdilik.

Toplum-birey açısından ele almak bilinçli olmasa da her öyküme sızdı, sızmış, sızıyor, bir ara kendime ben başka türlü yazamıyor muyum diye sorduğum da oldu. Sonunda bunun benim kişiliğime, bakış açıma daha uygun olduğunu anladım. Her yazarın hayatı algılayış biçimine göre öne çıkacağı, çıkaracağı şey farklı olacaktır. 


Soru 2: Yazar-editör ilişkisi, ortaya çıkan metnin gücü açısından önemlidir. Bugün pek çok yazarın yayınevlerinin editörleri dışında profesyonel yardım aldığı biliniyor.

Wladimir Nabokov'un eserlerinde bir nevi editörü olan eleştirmen Edmund Williams'ın önemi oldukça büyüktür. Yine J. D. Sallinger'ın hem yayıncısı hem de editörünün yazarlığı üzerindeki etkisinin önemi biliniyor.

K24, 2015 yılında bu konuda bir dosya hazırladı. “İyi bir okur değilseniz, iyi bir editör olamazsanız” başlıklı yazısında, Çiğdem Uğurlu şu çarpıcı tespitte bulunur:

Editörlük dediğimiz meslek, kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki edebiyat diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacaktı…

Yine bu konuda Armağan Ekici, Selahattin Özpalabıyıklar, Murat Yalçın, Levent Cantek etraflıca yazılar kaleme aldı.

Bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum, bir yazar olarak siz de bu müessesenin bir parçasısınız.

Dolayısıyla bu konuda fikrinizi almak istiyorum: Sizce Türkiye'de sağlıklı yürüyen yazar- editör ilişkisi var mıdır? 


Abdullah Ataşçı: Sağlıklı bir yazar-editör ilişkisi olduğunu düşünmüyorum

İstisnalar dışında sağlıklı bir yazar-editör ilişkisi olduğunu düşünmüyorum. Nasıl ki eleştirmen yazarla okur arasında duruyor ve yazardansa okura karşı sorumluysa bana göre editörün de yazarla yayınevi arasında ama yüzünün daha çok yazara dönük olması gerektiğine inanırım. Günümüzde böyle olmadığını biliyoruz ama.

Editör, yayınevinin temsilcisi olarak görüyor daha çok kendisini. Yayımlayacağı metne yayınevi bundan ticari bir kazanç sağlar mı sağlamaz mı gözüyle bakabiliyor örneğin. Pek çok yayınevinde işler böyle yürüyor ne yazık ki… 

Editörlük konusunda başka önemli sıkıntılar da var. Edebiyatımızdaki önemli yayınevleri tarafından yayımlanan pek çok kitapta bile dikkat çekici maddi hatalara rastlamak mümkün. Bunun en önemli nedeni sanırım hız çağında yaşamamız.

İkinci nedeni, her ay çok sayıda kitap yayımlama politikası ve az sayıdaki editörlerin bunlara yetişememesi, bir üçüncü neden de bana göre, bazı çok satan yazarların metinlerine müdahale edilmesine izin vermemeleri sanırım. 
 


Yazarların yayınevlerinin dışında profesyonel yardım aldığını son bir yıldır duymaya başladım daha çok. Bana oldukça tuhaf geliyor bu. Yazarın kendi metnine güven duymaması mı, yayınevinin editörüne güven duyulmaması mı yatıyor bunda yoksa başka bir kaygıyla mı yapılıyor bu, hakikaten bilemiyorum. 

Bir yazarın ilk editörünün, kendisi olması gerektiğine inanırım her zaman. Dinlenmeye bırakılmış bir metni yeni bir gözle okuyacak kadar ona yabancılaştıktan sonra yeniden ele alıp okumanın önemi tartışılamaz.

Ayrıca güvenebileceğiniz, her şeyi rahatlıkla söyleyebilecek arkadaşların fikirlerinin de katkısı yadsınamaz. Bunlar daha çok gözünüzden kaçan kelimeler, noktalama yanlışları veya bazı küçük maddi hatalar olsa bile bazen bir virgülün yerinin değiştirilmesi bile metninizin değerini yükseltebilmektedir.  

Bu konuda epey şanslı olduğumu söylemem gerekir. Yıllardır birbirimize yazdıklarımızı okuttuğumuz şair ve yazar arkadaşlarım var. Metinlerimi öncelikle onlara beğendirmek için yazdığımı rahatlıkla söyleyebilirim. 


Aslı Solakloğlu: Nefret diliyle yüzüme sallanan ve bunun bir dosya bütünlüğü taşımadığı söylenen bir editör-yazar deneyimim var

Bu soru karşısında biraz tetiklendiğimi ve canımın yandığını belirtmek zorundayım. Kişisel deneyimlerim editörlere dosya beğendirmek, çalışmak konusunda pek iç açıcı değil.

Sayfa sayısının azlığı yüzünden, hesap üzerine hesap yapılarak etiket fiyatı, forması düşünülerek, henüz okunmamışken nefret diliyle yüzüme sallanan ve bunun bir dosya bütünlüğü taşımadığı söylenen bir editör-yazar deneyimim var.

Ama daha sonra benzer kısalıkta kitaplar da basan bir yayınevinin editörü olduğunu da iliştireyim. Telif konuştuğum için sözleşmeye rağmen binbir türlü kötü sözle beni yaralayan, gereğini yapmamış başka bir editör deneyimim de var.

Bundan ve arkadaşlarımın benzeri yaşantılarından yola çıkarak diyebilirim ki, editörlerin bu ezici, piyasaya göre şekillenmiş, ilişki ağları dışında iş yapılmasına yanaşmayan, o ağ içinde değilsen yazılmış olana da iyi gözle bakılmayan, içselleşmiş ve belli ki sorgulanmayan duruşları beni kendimin editörü olmaya yöneltti. Bu mümkün mü, ayrı bir konu.
 


Metni ve bağlamını anlayan bir editör bakışının yerini tutabildiğimi elbette sanmıyorum. Aynılaşmış, zayıf metinlerin çokluğu ve kişisel tarihimdeki bu acıtıcı olaylar, elbette işini doğru yapmaya çalışan, benim henüz karşılaşmadığım editörleri kapsamaz. Umarım orada bir yerdedirler.

Aslında bir konu daha var: Lektörlük kurumu. Kurumun varlığı, iyi çalışması, her iş üzerlerine binen, belki kurumlarca emeği sömürülen editörlerin yükünü hafifletip uzmanlaşmalarını, daha sağlıklı iş yapabilmelerini sağlayabilir. Biraz da olsa rahatlatabilir alanı.

Ama işte, piyasa, sistem diyerek hem içinde üretmek zorunda olduğumuz hem de benimseyemediğimiz, istemediğimiz yapının sonuçlarıyız hepimiz.

Bunu bilip, koşullarını zorlayıp iyileştirerek ya da yeni koşullar yaratmayı deneyerek ya da belki alternatif, kişisel alanlar açarak olabildiğince işini iyi yapmaya çalışmanın ve doğru zeminlerde örgütlenmenin dışında bir yol görünmüyor yakın gelecekte bence. 


Yılmaz Şener: Editörler için kitapların ebesi derim; bahsettiğim editörler elbette bu işi hakkıyla yapanlardır

Bir metnin ortaya çıkmasında yazarın hayal gücü ve yeteneği nasıl önemliyse, editörün satır aralarını gören gözü ve sabrı da o kadar önemlidir.

Editörler için kitapların ebesi derim. Bir kitabın dünyaya gelmesinde emekleri çoktur. Bahsettiğim editörler elbette bu işi hakkıyla yapanlardır.

Ve bir editör isterse eğer, yazar için çok faydalı olabilir. Tarihte buna çok örnek var.
 


Editörlüğün nasıl yapılması gerektiğini değil de, bir yazarın nasıl bir editöre ihtiyaç duyduğunu söyleyebilirim. Çok okuyan bir editörü her yazar tercih eder. Çok okuyan ve haliyle birçok konuya hakim olan bir editörün önceliği metnin kendisi olur.

Kulaktan dolma bilgilerle işini yapan bir editörün, metne giremediğinde metni bırakıp yazara odaklanması kaçınılmazdır. Haliyle durum yazar-editör ilişkisinden çıkıp, yazar-eleştirmen ilişkisine dönüşebilir. Bu da kaçınılmaz olarak kişisel alanların ihlaliyle sonuçlanır. Böyle bir durum iki tarafa da zarar verir. 

Bu aslında günümüze özgü bir şey değil, tarihte de örnekleri var. Dergi çıkardığı dönemlerde Turgenyev'den sıklıkla hikâye isteyen Dostoyevski, bir keresinde hayır yanıtını alınca Turgenyev'e yönelik tavrında çok keskin bir değişiklik olmuştu.

Yayımladığı derginin aynı zamanda editörü de olan Dostoyevski, Turgenyev'in kişisel tercihini onun yazarlığıyla ele almakta bir sakınca görmemişti. Hatta bu konu daha da uzar ve Ecinniler romanında bir karakter üzerinden Turgenyev'le dalga geçer.

Turgenyev de Duman romanında aynısını Dostoyevski'ye yapar. Edebiyatın en büyük isimlerinde bile, bugün konuştuğumuz zaafları görebiliyoruz.

Editörlük mesleğinin bugün dibinin boşaltılmasındaki nedeni aslında hepimiz biliyoruz. Bunda yayınevlerinin payı da epey yüksek. Niteliğin değil de satış kaygısının önceliği alması, sorun olarak gördüğümüz konunun bizzat sebebidir. Ve o satış kaygısının yarattığı çukura maalesef hepimiz düşmüş durumdayız. 


Öznur Yalgın: Okur, yazar, editör, eleştirmen olarak yakındığımız iklimde iyi ve nitelikli olan öne çıkabilsin, daha fazla değer görebilsin

Çiğdem Uğurlu'nun tespitine katılmamak elde değil tabi. Henüz tek bir deneyimim olduğu için bunu Türkiye genelinde yanıtlamam zor ama deneyeceğim.

Editörüm Murat Çelik ile ilk öykü kitabım Ağırküre üzerinde beraber çalıştık. Onun dilime, kurduğum cümlelere çok yerinde müdahaleler yaptığını düşünmüştüm ve benim için öğretici bir süreç olmuştu.
 


Kitabı çıkmamış bir yazar adayı içinse günümüzde yazar- editör ilişkisinin ilk başladığı yer atölyeler olabilir. Kitabım yayımlanmadan önce uzun yıllar belli aralıklarla editör-yazar Semih Gümüş'ün rehberliğinde Notos atölyelerine katıldım.

Yazar olmanın ön koşulu bu tip çalışmalara katılmak değil elbette, bunu biliyorum. Ama bunun bizim ülkemizde editöryel bir eğitim olarak algılanmadığını aksine dışarıdan, katılmayan birçok kişinin atölyeleri her katılımcıyı bir yazar yapma kursu diye algıladığını da biliyorum.

Türkiye'de hepimiz ara ara edebiyat ortamımızda birtakım eksiklerden dem vuruyoruz, bir yandan da yazarlık, okurluk, editörlük eğitimiyle dalga geçmeye, tu kaka etmeye meyilliyiz.

Gözlemleyebildiğim kadarıyla bunca tepkinin altında bizim ülkemizde halen yazarın ilhamla yazan, bir editör tarafından mümkünse hiç müdahale edilmemesi gereken biricik bir sanatçı olduğu sanısı, sanrısı var. Dokunulmaz bir kişilik galiba yazar.

Bazı açılardan, bir editörle birebir ya da bir topluluk içinde uzun süre çalışmanın kişiyi kaçınılmaz olarak belirli bir anlayışı benimsemeye iteceğinin farkındayım. Uzun süreli yazar-editör ilişkisinde bu tür bir etki yadsınamaz herhalde. Editöryel çalışmanın gördüğü değeri başka bir açıdan şöyle ele almak mümkün.

Türkiye'de satış kaygısı gütmeden, bir kitabı yalnızca yüksek niteliğinden dolayı özenle basıma hazırlayan birkaç butik yayınevi var, yok değil. Maddi olarak arkalarında bir bankanın, ya da nüfuzlu birinin desteği olmadığı için çok kötü zamanlardan geçiyorlar.

Yalnız ve gururlu bir mücadele onlarınki. Buna değinmemin sebebi şu. Çok sıkı bir editörlüğü önceliği yapan, böyle bir dünyada böyle bir ülkede hâlâ kitapları yalnızca niteliğinden ötürü basmak uğraşında çok az sayıdaki kurumu, kişiyi desteklememiz gerek.

Başkası gelip kurtarmayacak bu ortamı, okur, yazar, editör, eleştirmen olarak yakındığımız iklimde iyi ve nitelikli olan öne çıkabilsin, daha fazla değer görebilsin. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU