“Yeniden dünya düzeninde” büyük güçlerin dış politik yaklaşımları

Dr. R. S. Savaş Biçer Independent Türkçe için yazdı

ABD Başkanı Donald Trump / Fotoğraf: AA

Dünya günümüzde ABD-Rusya ve Çin arasında tekrar bir büyük güçler rekabetine sahne olmaktadır. Aslında bu rekabeti, ABD ile Rusya arasında güç çatışması, ABD ile Çin arasında ise güç mücadelesi olarak derecelendirebiliriz. 

Rusya ile Çin arasında dünyadaki gelişmelere bakış açısında, temelde benzerlik bulunması ve resmi bir ittifak olmayan yakın siyasi koordinasyon, bir anlamda uzlaşmaya dayalı bir antlaşma gibi nitelendirilebilir. Bu bağlamda, safların böyle yeniden belirlenmesinin esas nedeni olarak, Soğuk Savaş sonrasındaki dünya düzeninin, ana aktörlerin beklentilerini karşılayamaması olduğunu da söyleyebiliriz. 

Birbirinden oldukça farklı yetenek ve kaynakları olan, bu üç büyük güç arasındaki gerek rekabet gerekse uzlaşmanın oldukça asimetrik bir yapıya sahip olduğunu değerlendirmek ve onları sadece askeri ve jeopolitik güç olarak küresel düzene stratejik kapsamda etki edebilecek olmaları nedeniyle aynı kategoriye almak yanlış olmayacaktır. Her üç ülkenin de farklı gündemleri, hedefleri, strateji ve taktikleri olması, Soğuk Savaş dönemine ve Avrupa kıtasında 18. ve 19. yüzyıllarda görülen rekabete hiç benzemeyen, yeni bir ilişki modeli şeklinde karşımıza çıkmaktadır. 

Bu üç büyük ülkenin nasıl bir dünya düzeni düşündüklerini ve bu düzeni kurmak için ne yapmak istediklerini incelersek, aslında belki de günümüzün kaotik uluslararası ilişkiler ortamında bizi nelerin beklediğini önceden görmemiz mümkün olabilecektir. 

Henry Kissenger, 1994 yılında yazdığı Diplomasi isimli kitabında; “Oluşan dünya düzeninde yeni olan, ilk defa ABD’nin ne dünyadan çekilebilmesi ne de ona hükmedebilmesidir” dediğinde aslında tek kutuplu olması beklenen ve ABD’nin mutlak hakim rol oynayacağı düşünülen dünya düzenin uzun soluklu olamayacağını ifade ediyordu. 

ABD, 1945 yılından itibaren ulusal çıkarlarını, adına “uluslararası düzen” de denilen, uluslararası ekonomik kurumlar, ikili veya bölgesel güvenlik düzenlemeleri ve örgütleri ile liberal siyasi normlar vasıtasıyla hayata geçirmiştir.

Son yıllarda, genellikle liberal düzen olarak kabul edilen ve İkinci Dünya Savaşı’ndan kalan kural, norm ve kurumlar gittikçe artan bir gerilim içerisine girmiş ve son zamanlarda yoğunlaşan jeopolitik ve ideolojik baskılar sonucunda savaş sonrası bu düzenin sürdürülebilirliği sorgulanmaya başlanmıştır.

Bu dönemde ABD, çatışmaya sebep olacak bir jeopolitik ve ekonomik istikrarsızlığın önüne geçmek amacıyla, devletlerin birbiri ile ilişkilerini yönetecek temel kural, norm ve kurumları yani uluslararası düzeni şekillendirecek fırsatları elde etmiştir. 

Sovyetler Birliği’nin ideolojik ve yöntem olarak bütünleşmiş bir küresel düzene uymaması ve zayıf düşmüş durumdaki Avrupa’nın durumu, ABD liderliğinde birleşmeye duyulan ihtiyacı ortaya çıkarmıştır. Böyle bir ortamda da ABD siyaset yapıcıları fırsatı kaçırmayarak, ABD’nin hedeflerini başarmak amacına hizmet edecek bir düzen için kalıcı bir konsept kurmaya yönelmişlerdir. 

Bununla birlikte bugün mevcut düzen ve ABD’nin gelecek ile ilgili vizyonu baskı altındadır. Bu baskının bir bölümünün kaynağı, ABD’nin dünya düzenindeki liderliğine ve düzenin liberal değerler üzerinde durmasına direnç gösteren ve liberal olmayan devletler olmakla birlikte, ayrıca düzenin merkeziyetçi uygulamalarına ABD ve Batılı ülkelerin açık ve serbest ticaret isteyen iç taleplerindeki artış olarak da değerlendirilebilir.

ABD’li liderlerin benimseyip karar vermesi halinde, günden güne artan bu gerilimi bir kaos olarak görüp, bütün uluslararası sistemi, üzerinde mutabık kalınmış prensiplere göre kalıcı olarak yeniden kurmak bir çözüm olabilecektir.

Bu noktada Amerikan çıkarları ile ulusal ve uluslararası zorlamaları en olabilecek şekilde karşılayan hareket tarzlarını çok iyi analiz etmek gerekecektir. Tarihsel olarak, ABD uluslararası düzeni her zaman kendi ulusal çıkarlarına hizmet edecek bir yol olarak görmüştür. Geçmişte olduğu gibi, farklı düşünceler dahil bugünün büyük strateji tartışmaları da, ABD’nin öncelik vereceği gelecekteki çeşitli mali, stratejik ve iç politik zorluklarla ilgili hedeflerini sürdürmektedir.

Bununla birlikte, bu tartışmaların tarafları arasında en fazla farklılık yaratan hususlar, bu hedeflere ulaşmanın yolları üzerinde olmaktadır. 

Peki, ABD’nin uluslararası düzen ile ilgili hedefleri nelerdir? 

Soğuk Savaş sonrasındaki ABD Ulusal Güvenlik Strateji belgeleri incelendiğinde, ABD siyaset yapıcılarının, uluslararası düzenin dört hedefi gerçekleştirmesini beklediği görülmektedir. 

Bu hedefler şu şekilde sayılabilir;
 

  1. Büyük güçlerin çatışmasını önlemek ve rekabeti yönetmek,
  2. Ekonomik istikrar ve gelişmeyi arttırmak,
  3. Müşterek sorunlar ve zorluklara karşı kolektif hareket etmeyi kolaylaştırmak,
  4. Liberal değerleri ve demokrasiyi güçlendirmek.


ABD için büyük güçler arasında barışın sağlanması, modern çağda esas hedef olarak görülmektedir. Dünya çok kutuplu hale geldiğinde, çatışan çıkarların ve artan gerilimlerin bu güçler tarafından yönetilmesinin oldukça zor olacağı değerlendirilerek, uluslararası düzen, bu uyuşmazlıkların çözümlenmesi ve büyük güçler arasındaki çatışmayı caydırmalıdır.

Uluslararası düzenin jeopolitik kurumları, özellikle ekonomik kurumlar, katılımcı devletlerin ticari bütünleşme ve istikrarlı para piyasaları ile refahlarını arttırmaları için onları cesaretlendirecek şekilde tasarlanmıştır. Ekonomik istikrar sağlamak, başlı başına kendisi bir hedef olmakla beraber, devletlerin çatışma kaynaklarını azaltmak da ekonomik istikrar sağlamanın en önde gelen hedefleri arasındadır. 

ABD, uluslararası kurumları, ortak zorlukları yenmeye yardımcı olma konusunda önemli bir araç olarak görmektedir. Bu konuda Soğuk Savaş sonrası kurumlar işbirliğinin maliyetini azaltarak, hükümet-dışı bir iletişim ağı sağlamak suretiyle birlikte çalışmayı cesaretlendirerek ve kolektif hareket edilmesine düzenli ve kapsayıcı destek sağlayarak kolaylaştırıcı olmuşlardır. 

ABD, her ne kadar liberal değerler ve demokrasinin güçlendirilmesi hedefi konusunda uluslararası düzenin üzerinde durduğu hususlardan farklı düşünse de, bunları barış ve refahın sağlanmasında olduğu gibi diğer hedefleri de destekleyen bir yol olarak gördüğünden, liberal değerlerin geliştirilmesi yönündeki eğiliminde ısrarcı olmaktadır.

ABD’ye göre, insan hakları temelindeki antlaşma ve sözleşmeler, demokratik kurumların desteklenmesi ve insani yardım amaçlı müdahaleler, Soğuk Savaş sonrası uluslararası düzenin liberal karakterini yansıtmaktadır. Bu hedeflere verilecek öncelikler, hedefleri kimin gerçekleştireceği ve ne kadar bağlayıcı oldukları konularında farklı seçenekler üzerinde sürdürülen tartışmalara rağmen, gelecekte de, ABD tarafından geliştirilecek uluslararası düzen formatının bu dört temel hedefin gerçekleştirilmesi yönünde olacağı ya da çok benzer özellikler taşıyacağı anlaşılmaktadır. 

İkinci Dünya Harbi sonrasında, ABD’nin ve onun yakın müttefiklerinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde kurulan uluslararası kurumlar, Soğuk Savaş sonrasında da ABD’nin baskın etkisi altında kalmaya devam etmiştir. Örneğin; Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) yeniden şekillenen uluslararası düzen ve bu düzenin gerek ana gerekse ikinci derecedeki aktörlerinin etkisi ile başlangıçta konulan işleyiş kurallarında değişim sürecine girme baskısı yaşarken, NATO ve Birleşmiş Milletler (BM) gibi kurumların işleyiş kurallarına yönelik baskı ise özellikle bu kurumların Soğuk Savaş sonrası etki ve önemlerinin sorgulanmasına yöneltilmiş, sadece NATO bu değişime, yapısal kapsamda önemli bir dönüşüm yaparak ayak uydurmaya çalışmıştır. 

ABD’nin gelecekteki uluslararası düzenin kurallarını koymak için doğrudan müdahale şansı olmayan alanların başında, Uluslararası Güvenliğin geldiği görülmektedir. Yani büyük güçler arasında bir çatışma yaşanmaması amacıyla aralarındaki rekabeti yönetecek şekilde şekillenmesi hedeflenen uluslararası düzen, ABD’nin dayatacağı bir formatta olmayacaktır. 
 

rusya-çin-reuterss.jpg
Xi Jinpin ile Vladimir Putin / Fotoğraf: Reuters


O halde şimdi soru şu; bu yapılanma modeline aynı oranda etkisinin olması beklenen Rusya ve Çin’in, yeniden kurulmaya başlayan uluslararası düzen konusuna nasıl baktıkları, neler hedefleyip, neler bekledikleri. 

Özellikle Rusya-Ukrayna gerilimi sonrasında, ABD’nin liderliğindeki uluslararası düzen üzerinde hissedilen Rusya baskısı, ABD ve müttefiklerini oldukça fazla endişelendirmeye başlamıştır. Putin, 2014 yılında Valdai Tartışma Kulübü’nün yıllık toplantısında yaptığı konuşmada, mevcut uluslararası düzenin Rusya’nın ulusal çıkarlarına karşı olduğunu ve Rusya’nın çıkarlarına daha dost bir düzenin kurulmasına ihtiyaç bulunduğunu belirtmiştir. 

Yine Rusya’da 2015 yılında yayınlanan “Dünya Düzeni” isimli dokümanda bu endişelerden söz edilerek, Rusya ve NATO’nun uluslararası düzenin uyumsuz görüşleri nedeniyle bir çatışmaya doğru gittiği ifade edilmektedir.1 Bundan, Rusya’nın mevcut uluslararası düzenin mantığını ABD hegemonyasının vücut bulmuş bir hali olarak görmekte olduğunu, bu nedenle de çıkarlarını ve güvenliğini tehdit ettiğini düşündüğünü anlamaktayız. 

Her ne kadar ABD ve Rusya’nın çıkarları, düzenin bazı bölümlerinde birbirine uyum gösterse de diğer bölümlerde oldukça farklıdır. Rusya, Avrupa Birliği’ne, NATO’ya ve kendi sınırlarına yakın alanlarda etkili olmaya çalışan diğer bütün uluslararası kuruluşlara, güvenliğini tehdit ettiğini düşündüğü için karşı olmakla birlikte, Birleşmiş Milletler’in (BM) çalışmaları ve silahsızlanma gibi konuları da desteklemektedir. 

Söz konusu dokümanı incelediğimizde, Rusya’nın dış politikasına yön veren önemli ve temel çıkarlarını şöyle sayabiliriz;

  1. Ülkenin ve rejimin savunulması,
  2. Yakın çevrede etkili olmak,
  3. Rusya’nın büyük güç olarak vizyon sahibi olması,
  4. İç işlere karışmamak,


Diğer büyük güçlerle eşit şekilde siyasi ve ekonomik olarak ortaklıklar kurulması.

Uzun süredir, Rus dış politikasına yön verici rol oynayan diğer belirgin hususlar olarak, Rusya’nın güç siyasetinin önemli olduğu konusundaki kanaati, rakip devletlerden geri kalmaması gerektiğine olan algısı, askeri gücün ekonomik güç üzerindeki nihai belirleyiciliğine ve Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi ile aynı paraleldeki, Rusya’nın muhafazakar değerlerin savunucusu olduğuna olan inancı sayılabilir.2 

Rus liderlerin açıkça ifade ettikleri görüşlerine göre, mevcut uluslararası düzenin bütün mantığı liberal demokrasiyi yayma iddiası ile kendisini haklı göstermeyi amaçlayan ABD hegemonyasıdır. Düzenin olumsuz görünümüne karşın, Rusya’nın bu düzenin farklı bileşenleri konusunda değişik görüşleri bulunmakta, özellikle, güvenliği için tehdit yoksa ya da sınırlarına yakın bölgelerde olumsuz bir durum bulunmuyorsa işbirliğinin sağlanabileceğini kabul etmektedir. 

Bununla birlikte, NATO’nun ve AB’nin genişlemesi, özgürlük, demokrasi ve insan hakları gibi Batılı değerler, Rusya’nın çıkarları ile kendi bölgesinde çatışmakta, ABD yaklaşımı doğrultusundaki bu uygulamalar, başlıca çatışma alanları olarak Rusya’nın ABD liderliğindeki uluslararası düzeni reddetmesine zemin teşkil etmektedir. 

Rusya’nın görüşüne göre, güç dengesi ile orantılı olmayan Batılı politikalar, barış ve istikrar açısından tehlikeli ve uluslararası ilişkilerin benimsenmiş kurallarına aykırıdır. Özellikle Avrupa güvenlik ve siyasi düzeninin çerçevesinin çizilmesi ile ilgili taraflar arasındaki çekişme dikkate alındığında, Rusya’nın endişeleri ve ABD’nin çıkarları arasındaki çatışmanın nasıl çözüme kavuşacağı konusunda kolay bir cevap bulma imkanı yoktur. 
 

abd-rusya-aa.jpg
Donald Trump ile Vladimir Putin / Fotoğraf: AA


Uluslararası düzen bağlamında, ABD’nin Rusya’ya yaklaşımında iki kritik husus önem arz etmektedir. Bunlardan birincisi, eski Sovyet Cumhuriyetlerinin Batı kurumlarına serbest iradeleriyle katılımına imkan sağlanmasının önemi ve diğer husus ise, Rusya’nın çıkarlarının tanınması durumunda Avrupa’ya karşı olan saldırgan tutumunun sınırlanmasının mümkün olup olmadığıdır. 

Bu konularda farklı bakış açıları ve iddialar bulunmaktadır. Bazı siyasetçi ve akademisyenler Rusya’nın sınırları dışında etkili olma isteğini meşru olarak nitelendirirken, diğerleri NATO ve AB’nin genişleme ve derinleşmesine öncelik ve önem vermektedir. 

Yine bazıları, Batı’nın vereceği garantileri Rusya’nın bir zayıflık olarak kabul edeceğini, diğerleri ise NATO ve AB genişlemesinin verilecek sözler ve uygulamalarla sınırlanması halinde Rusya’nın saldırgan tutumunun yatıştırılabileceğini savunmaktadır. 

Zaman içerisinde Rusya’nın, ABD’nin yönettiğini ve ABD hegemonyasına hizmet ettiğini düşündüğü uluslararası düzenin anarşik yapısını nasıl bir siyaset ile etkilemeye çalışacağını göreceğiz. Ancak, silahlanma ve askeri gücün önemine ağırlık veren bir ekonominin bu türbülansa ne kadar direnebileceği konusunda Soğuk Savaş yıllarından deneyimleri olan Rus yönetiminin, farklı çatışma yöntemleri ile dış politikasının görünmeyen yüzünü saklamaya devam edeceğini değerlendirmek mümkündür. 

Çin ve uluslararası düzen ilişkileri konusuna gelince; Soğuk Savaş sonrası düzen ile Çin’in karşılıklı etkileşimi konusunda üç genel husus üzerinde durmak mümkündür. 

Bunlardan birincisi; Çin’in savaş sonrası uluslararası düzeni sabote eden ya da karşıtı olan bir ülke olmadığı, hatta bazı durumlarda düzeni desteklediğidir. Çin Komünist Partisi’nin, ABD’nin güdümündeki uluslararası düzen ile olan büyük ölçekli anlaşmazlık konularını bir kenara bırakarak yeni uluslararası uyum siyaseti izlemeye başladığı 1980’lerden itibaren, Çin Halk Cumhuriyeti’nin uluslararası düzene katılım seviyesi ve kalitesi diğer birçok ülkeden fazla olmuştur. 

Çin de çokuluslu kurumları ve süreçleri kendi çıkarlarını düşünerek önemli görmüş, ABD ve diğer büyük güçler gibi o da kendi hayati çıkarları söz konusu olduğunda, düzenin kural ve kıstaslarından bazı ayrıcalıklar talep etmiştir. Ancak bu özel durumlar hiçbir zaman Çin’in uluslararası düzene etkili olacak seviyede verdiği katkısının önemini azaltmamıştır. 

İkinci olarak; ileriye bakıldığında, artan bir şekilde çok uluslu hale gelen ve güçlendirilmiş bir uluslararası düzenin, ABD ve diğer ülkeler tarafından, Çin’in yükselişini şekillendirmek ve sınırlandırmak için bir araç olarak kullanılabilirliğidir.

Bu etki, birçok şekilde görülebilir: Dünya Ticaret Örgütü’nün üyesi olarak birçok reform yapmış olması, uluslararası anlaşmazlıkların çözümünde arabulucu olmaya yönelik olarak artan gayretleri, bunlara örnek gösterilebilir.

Son olarak; Çin’in gelecekte sisteme yabancılaştırılması ile karşılaştırıldığında, uluslararası düzende belli sınırlar dahilinde Çin’in tercihleri yönünde yapılacak düzenlemeler, uluslararası sisteme daha az tehdit oluşturacaktır. 
 

abd - çin - reuters.jpg
Xi Jinpin ile Donald Trump / Fotoğraf: Reuters


ABD, Çin’in uluslararası düzende gelecekteki rolünü dikkate alarak, iki ülke siyasi sistemlerinden kaynaklanan meşruiyet ve güvenceyi bir garanti olarak kabul edebilir. Bazı önemli istisnalarla, ABD’nin gücü özellikle Asya kıtasında olmak üzere, istikrar ve bölgesel barışa tehdit teşkil etmeyen, hatta katkı sağlayan bir unsur olarak görülmektedir. 

Bununla birlikte, birçok Asya ülkesi bakımından aynı güven Çin’e karşı duyulmamaktadır. Pekin, bölgesel etkinliğini arttırmak amacıyla diğer ülkelerin çıkarlarını göz ardı eden çok taraflı çabalara girişirken, bölge ülkelerinden de onun bu girişimlerini dengelemek amacıyla bazı tepkiler de gelmektedir. 

Böylece, Çin’in, “Kuşak Yol İnisiyatifi” ile diğer ekonomik ve güvenlik konularındaki girişimlerini katılımcı ülkelere zorla kabul ettirmesi giderek zorlaşmakta, kendi yararına olacak şekilde Asya’nın güvenlik ve ekonomik düzenini şekillendirme çabaları da birçok engelle karşılaşmaktadır. 

Konunun uzmanları tarafından, böyle bir uluslararası düzen kurgusu içerisinde, Çin’in giderek artan etkisini düzenlemenin ve sistemin yararına dönüştürmenin bazı yolları olduğu değerlendirilmektedir. 

Bunlar şöyle özetlenebilir; 

İlk olarak; Çin’in genel olarak tavrı olumlu olmakla birlikte, makul bir şekilde paylaşılan uluslararası düzen içerisindeki nihai tutumu ve edinmeyi umduğu yer ile ilgili bir karar vermek için beklemek gereklidir. 

İkincisi; Çin’in uluslararası düzen ile olan çatışma konularının tamamını bir seferde çözmeye çalışmak yerine, her bir anlaşmazlık konusu tedrici olarak ayrı ayrı ele alınmalıdır. Bu bağlamda, Çin’in Tayvan ile Doğu ve Güney Çin Denizi ile ilgili bölgesel iddiaları, düzenin geneline ilişkin düşmanca yaklaşımlar olarak değerlendirilmemelidir. 

Son olarak ise, Çin’in “Tek Yol Tek Kuşak” inisiyatifinin yeni bir mücadele alanı açmak ve çatışma sahasını genişletmek olarak değil, uluslararası düzene ekonomik ve siyasi bir açılım getirecek bir girişim olarak değerlendirilip, bu çabayı daha da yayıp olabildiğince çokuluslu hale getirmenin yolları üzerinde durulmalıdır.

Sonuç olarak;

Soğuk Savaş sonrası uluslararası düzenin etkili ve baskın ana aktörlerinin, çokuluslu kuruluşlardan ziyade, küresel büyük güçler olduğu bir dönem yaşanmaktadır. Bu güçler kendi aralarındaki güç mücadelesinde, tam bağımsız ve tarafsız bir düzen kurulmasını isteyenler ile yeniden bir dünya düzeni kurulacak ise bunun kendisinin ve yakın müttefiklerinin çıkarlarına hizmet etmesini isteyenler olarak farklılaşmakta, bölgesel güçler ve diğer devletler de bu kapsamda saflarını yeniden belirlemektedirler. 

Yeniden Dünya Düzeni, geçmişin hatalarından ders alınmasına, insanlığın uzun süredir özlem duyduğu barış ve huzur ortamına kavuşmasına daha uzun yıllar olduğu konusunda umutsuzluğa düşülmesine sebep olacak kadar karmaşık, ancak hiç umut yok diye düşündürmeyecek kadar da dengeli olabilecek mi? 

Bu sorunun cevabını belki de büyük güçlerin kendi tasarruflarındaki olaylar ve gelişmeler değil, bu güçlerin dış politikalarını etkileyecek yeni uluslararası dinamikler ve yeni bölgesel güçler verecektir.



Yararlanılan kaynaklar:

Rusya Federasyonu, “Miroporyadok [World Order] Dokümanı”, Aralık 2015.
2 Samuel Huntington, “The Clash of Civilizations?” Foreign Affairs, Yaz 1993

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU