Robert'ten kültürel hegemonyaya

Ahmet Tarık Çelenk Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Clubhouse'da muhafazakâr mahallenin Boğaziçi olaylarına bakışı konu alan bir toplantının içindeydim.

Melih Bulu ile tanışıklığım ve dostluğuma izafeten buradan bir sırf Boğaziçi değil, Türkiye uzlaşması çıkması gerektiği tezini savunuyordum.

Bu anlamda "Melih Bey protest öğrencilere mesajını tarafsız liberal bir kanalda verse iyi olabilir" dediğimde, haklı olarak mütesettir yazar bir hanım efendi tepki gösterdi ve kırıldığını da belli etti.

Haklıydı da. Özür dilemeye de çalıştım. Ama kendi vicdanı da çok iyi biliyordu ki artık mahallede demokratik rekabetçi bir meşruiyet zemini pek kalmamıştı.

Bırakın ortada kültürel iktidarı, hafriyat yapa yapa ne gelenek ne de kültür bırakıyorduk. Ben ise o ortamda gerçeği sadece kadife eldiven giymeden gafletten terennüm etmiştim.


Mayflower, 1620 yılında İngiltere'nin Plymouth limanından yerleşme amacıyla ABD'ye gelen püritenleri taşıyan gemi idi.

Bu geminin yolcuları Tanrı'nın uhrevi ve sivil dünyevi krallığının Amerika'ya kuracaklarına dair ahitnameyi beyan ediyorlardı.

Eski Ahit ile kendini bulan püriten ideoloji, kurumsal bir karalılıkla yeni kıtanın ticareti ve misyon ifade eden eğitim kurumlarının temel motivasyonunu teşkil ediyordu.

Bugün bizlere aşina olan Harvard, Yale ve Princeton bunlardan sadece birkaçıydı.


Bundan yaklaşık 220 yıl sonra ise başka bir püriten hayır-sever ve aynı zamanda "Amerikan Misyoner Toplumu" üyesi Christopher Rheilander Robert, Tanrı'nın krallığı misyonunu Konstantinopolis üzerinden Asya ve Balkanlara taşıma amaçlı, kendi adıyla anılacak sonradan da Boğaziçi Üniversitesi'ne dönüşecek Robert Koleji kurduruyordu.

Kurucu ilk müdür Cyrus Hamlin ve halefi George Washburn'un anılarından öğrendiğimiz kadarıyla, bu inanmış misyon adamlarının gerek Osmanlı bürokrasisi gerekse de ekonomik güçlüklerle kolejin varlığı için zorlu mücadeleye girdiklerini anlayabiliyoruz.

Cyrus Hamlin'in, Kırım Savaşı esnasında sembol hemşire Florance Nightingale ile yaptığı işbirliği, ardından da Amiral Farragut'un donanma ziyareti bahanesiyle Osmanlı bürokrasisine kurduğu baskı bu misyon sürecinin sadece başlangıç parçalarıydı.


Robert Koleji kurulduğunda doğası gereği hep gayrimüslim cemaatler ile iç içeydi. İlk ve tek Türk öğrenci olarak 1904 yılında Hilmi Bey dahil oldu.

Kolej elinden geldiği kadarıyla siyasetten uzak durmaya çalıştı. Ama bu prensibi Bulgaristan bağımsızlık sürecinde pek işleyemedi.

O kadar ki bu işten bazen çıkarı farklı Fransa ve İngiltere, bazen de Rusya konsolosları da rahatsız oldular.

Kolej, zaman zaman da İstanbul'da mevcut diğer Katolik-Cizvit misyon okulları ile rekabete de girdi.

Kolej yöneticileri belli zaman sonra Üsküdar'da da arsa alıp kız öğrenciler için de Amerikan Kız Lisesi'ni kurdular.

Müfredat çok zengin değildi. Eski Ahit okumak ve 2-3 dil öğrenimi şarttı. Anılarda o dönemlerde yaygın olan öğrencilere kırbaç cezası dahi uygulandığı ifade edilmektedir.


G. W hatıralarında zamanının çoğu batılı gözlemci gibi Türkleri cahil ve Muhammedi esasların statikliğine takılmış olarak görüyordu.

Genç Osmanlıları ise cahilliklerinin farkına varmış, arayış içine girmiş olanlar olarak tanımlıyordu.

Hatta bu genç aydınların kurduğu dergilere ABD Konsolosluğu'ndan destek talep ettiklerinden bahsediyordu.

Bu arada kolejin Tevfik Fikret ve Ahmet Vefik Paşa gibi aydınların da daimi müdavimlerinden olduklarını zikretmiş olalım. 


Amerika'daki Harvard, Princeton ve Yale gibi misyon okulları seküler Amerikan aydınlanmasıyla zamanla senteze girip değişim gerçekleştirdiler.

Bugün liberal düşüncenin, yaşam tarzının ve modern seküler anlayışın temsilcileri oldular.

Bunun en somut göstergeleri olarak püriten miras ile aydınlanmacı mason ritlerinin bu kurumlarda belirli bir iş birliği içinde olduklarını gösterebiliriz.

Robert Koleji, sonradan Boğaziçi Üniversitesi ve ülkemizdeki yabancı misyon okulları da bu yolu takip ettiler. 


Robert ve Boğaziçi, Türkiye'nin hep batıya açılan ana penceresi oldu. Kültür, sanat, siyaset ve akademi dünyasına bu anlamda katkıda bulundu.

Uluslararası ve ulusal nitelikte mezunlarıyla kendini fark ettirdi. Ülkemizin ötekileri kendilerine fırsat ve sosyal özgürlük alanlarını buralarda buldular.

Anadolu'nun berikileri için buraları hep fırsat alanı oldu. Kızıyla, erkeği ile Anadolu gençleri, kültürel, bazıları yaşam tarzıyla ve sosyal ölçekte uyumlu birer Boğaziçili veya Robertli oldular.  

Buralarda kültürel özerk bir alan hep mevcut oldu. Bu kötü bir şey değildi. Ancak ülkenin büyük bir kesimi içinse yerli ve milli bir durumda değildi.

Başka bir değimle durum "kültürel hegemonya"nın bir parçasıydı.


İlkokul ve ortaokulda parlak öğrenciyken babamdan Robert veya Saint Joseph'e gitmeyi talep ederdim. Babam bana, "Evladım oralarda papazlar ve rahibeler ders veriyorlar, bize uymaz" derdi.

Öğrenci hareketleri dönemimizdeyse Robert'te liseden itibaren duşlarda perdenin kaldırıldığından bahsedilirdi.

İlkokuldan yakın bir arkadaşım İtalyan lisesine gitmişti. Aradan yıllar geçmişti. Seküler ve dindardı da.

Bu konulardan konuşurken, liseye başladığında Latince dersine gelen rahibe hanımın ciltlerce kitap getirip masasının üstüne koyduğunu, sonra "Çocuklar ürkmeyin bu kitapların sembolik değeri var, bizim amacımız sizlere doğru düşünme yöntemi becerisi kazandırmaktır" dediğini paylaşmıştı.


Batı'da eğitimin üniversiteler ve liselerin temelinde kilise misyonu ve manastırlar olduğu çok açıktır.

Kadın ve erkeğin ayrı olduğu, Eski Ahit okumalarının zorunluluğu, sert disiplin uygulamalarının bulunduğu kurumlardı bunlar. 

Beğenmediğimiz engizisyon dönemi Katolik kilisesi bile Thomas Aquinas gibi sonradan aziz ilan edilen filozoflarla kendi bilgi felsefesini oluşturabilmişti.

Katolik dünya, manastırlarda Cizvit ve Françiskenlerle eğitim işini örgütledi. Protestan dünyanın eğitim yükünü püritenler çekti.

Eğitim kurumları aydınlanma ile birlikte aşama, aşama seküler senteze girip modern dünyanın, tekniğin ve parçalanmış bilginin üretim merkezleri haline geldiler.

Muhtemelen artık bu okullara çocuğumuzu gönderirken papazlardan etkilenir diye korkmuyoruz, zira oralarda artık muhatap olacak papaz veya rahibeleri bulamayacağız.

Belki de bir kısmımız, evlatlarımızın bu ortamlarda LGBT kulübüne üye olmasından hala ürkmekteyiz. 

Batı'daki bilimsel devrim insanı profan-din dışı alana tamamen çekti, insan, ruhu ile evrensel tüm maddi varlık buluşamayacak şekilde ayrıştırdı.

Bir başka değimle insan kendine yabancılaştı. Aydınlanma, belki de insanı, ailesinin, evlilik kurumunun veya cinsiyet kavramının ötelerine kararlılıkla çekmeye devam etmekte.


Maalesef Osmanlı eğitim reformları aynı dönemlerde düşünceyi, bilgi felsefesini veya teoriyi ön plana almadı.

Reformu sadece hukuk ve teknik alanda kabul etti. Bunda da kısmi başarılar elde etti. Ancak özgün gelenekten de kopmayan bir zihniyet değişimini gerçekleştiremedi.

Bu dönemdeki gibi, azınlık ve yabancı menşeili okullar önde oldular, bürokrasi ihtiyacında bu okul çıkışlılar önceliği aldılar. 

Osmanlı medrese ve eğitim reformunun neden geri kaldığı veya yerinde saydığı da ayrı bir tartışmanın konusudur.

Batı'daki kilise, manastır, üniversite dönüşüm denklemi bizde cami, medrese, dergâh, darülfünun, üniversitede benzer nitelikte tesis edilemedi.

Darülfünun, İstanbul Üniversitesi, imam hatip liseleri, Yüksek İslam Enstitüleri, ilahiyat fakülteleri, Kartal İmam Hatip ve yeni kurulan üniversiteler gibi, yerli milli eğitim evrim gayretleri kültürel hegemonya bloğunu dağıtamamış gözükmekte. 

Mahalleden bu misyon okullu olabilen insanların sayısı pek azdır. Olanlar da kendi alanlarında özgün olmuşlardır. M. Şevket Eygi, Necip Fazıl (hocalık yaptı), Murat Ülker gibi.

Bu okullardan mezun olan aydınlarımızın kahır ekseriyeti protest kimlikte liberal veya sol cenahta yer almışlardır. 


Okullar, yönetimleri ve iltisaklarıyla hep mahalleye yabancı kaldılar. Beyaz Türk dediğimiz kesim de belki bunlardı.

Bazen Selanikliydiler, bazen Mısır ve Ürdün Çerkes'i idiler; 'öteki'ydiler ama taşradan farklıydılar.

Osmanlı'nın son dönemi dahil ticarette, sanatta ve diplomaside bunlar hep ülkenin dışa açılan kapısı, prestiji oldular.

Ancak onlar da kendi kurumlarında 'öteki'lerine mahalle baskısı yaptılar, zira hiçbirimiz masum değildik.


Mahalle de bu okulların düşüncelerini, yaşam tarzlarını hep 'yabancı' gördü; ama içten içe de bazen nadiren takdir etti.

Ancak bu ötekileri açıktan hiçbir zaman takdir edip görmek istemedi. Nobel ödülü aldıklarında bile uygun kulplar takarak o muhteşem ulusalcı komplo teorileri ile bu insanların başarılarını yok saymaya çalıştılar.


Kim ne dersin Boğaziçi tartışmaları, temelinde ve bir yönüyle de ülkemizdeki kültür çatışmalarının fay hattının haraketliliğinin açık bir göstergesidir.

Meşruiyet ve demokratik teamüller kavramları, ilgili çelişkileriyle taraflar tarafından karşılıklı kullanılmaktadır.

Boğaziçi tartışmaları biraz soğumuş gözüküyor. Kutuplardan biris,i bir diğerine çıkaramayacakları bir gol attık diye düşünse de bir diğerinden bir kısım ise gayri milli son kalelerden birisi düştü diye bakabiliyor.

Ülkenin restleşmeye değil uzlaşmaya ihtiyacını görmek gerekiyor. 


Michel Foucault iktidar teorisinde tahakkümün olduğu yerde iktidar ilişkisi olamaz ve dolayısıyla iktidar özgürlüğü dışlamaz, onu varsayar; hatta varlığı ve işlemesi için koşulu olarak görür diyor.

Zıttı yok etmeye çalışmak bu anlamda beyhudedir. Mahallenin, şeytan ve nefsi öldürerek değil onların varlığı ile birlikte yaşayarak irfanı yakalayabileceğini artık görmesi gerekiyor.

Bilim Sanat Vakfı ve Şehir Üniversitesi'ni politik gerekçeyle kapatmak anlaşılabilir bir şey değildi.

Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin bir kısmı mevcut yasalara uygun; ancak kendi teamüllerine uygun olmayan atamaya karşı sert protestolarını sergilediler.

Şehir Üniversitesi öğrencileri ise okullarının kapanmasına karşı protestolarında ülke genelinde özellikle mahalleden bir destek bulamadılar.


Üniversiteler öncelikle bir misyonu ifade eder. Kadrolu veya mahallede yaygın tabiriyle 'adam yetiştirmek' için misyon okulu kuramazsınız.

Ötekileri ve düşüncelerini barındıramayan yapılar misyonun veya zihniyet devriminin enerjisini üretemez.

Uzlaşmanın, esnemenin veya hoşgörünün olamadığı bir alanda estetik, sanat veya özgün paradigmadan söz edilemez. 

Olgular, kavramlar boşluk tanımıyor. Bırakın filozof yetiştirmeyi, entelektüeli bile az olan fikri olmayan mahallede işler icraat gücüyle günlük yürümekte.

Teorisiz devrimden milli bir kültürel iktidar çıkmıyor.  

Sözü, Robert ve Boğaziçi belirliyor. Hayıflanmak beyhude oluyor.  

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU