Misafirlerimiz olmasaydı, evlerimiz mezarlığa dönerdi.
Halil Cibran (1883-1931)
Ekranda, gözlerini hırs, öfke, nefret ve intikam alma hisleri kaplamış, çoğu annem yaşında kadınlar…
Kimi Samsun'dan, kimi Kilis'ten, kimi Manisa'dan, kimi de Erzurum'dan… Her turda, yurdun farklı farklı yerlerinden…
Belki de hayatlarının başka hiç bir ânında olmadığı kadar sinirliler… Sözüm ona, aralarından birinin yemek yapma performansını değerlendirmek üzere toplanmışlar; lâkin aslında resmen birbirlerini yiyorlar.
"Senin ana yemeğin fazla tuzluydu", "Benim çorbam az ekşiliydi", "Yaptığın böreğin üstü tam çıtırdamamıştı", "Onun salatasında yağ eksikti, şunun sofrasının düzeni berbattı."
"Yemeklerin değerlendirilmesi" (!) sonrasında ise geçiliyor karşılıklı olarak ikinci tur laf sokmalara:
"Ben sana geçen sefer böyle az puan mı vermiştim? Madem öyle, görürsün bak, sana diğer turda neler yapacağım!", "Ne puan verirsen ver, sen benimle yarışamazsın ki zaten! Çapın, benimle mutfakta kapışmaya yetmez!"
Bu tür "format" gösterilerinde artık iyice gerilim ve çatışma tüccarına dönüşmüş durumdaki anasının gözü sunucumuz da -her biri titizlikle ölçülüp biçilerek önceden planlanan- tahrik edici müdahalelerle, masadaki bu kesif kavga atmosferini daha da kızıştırıyor.
Ülkenin dört bir köşesinde, yaşları 8-10 ilâ 75-80 arasındaki her yaştan kadın, bu tür iç burucu "ahlâkî çöplükleri" neredeyse her gün ağızları açık bir vaziyette iştahla izlerken, asıl ziyân edilip çöpe giden değerler ise yarışmacıların ya da daha doğru bir ifadeyle "format programlardaki kobaylar"ın bütün gün uğraşarak hazırladıkları yemeklerden ziyade, Anadolu'yu yüzlerce yıldır ayakta tutmuş kadim bir kanaat, şükür, tevekkül, dayanışma kültürü oluyor.
Bizi biz yapan ve dağılmamızı engelleyen son güzel ahlâkî değerleri, bu toprakların bağrında kök salmış o ahlâkî değerlere en ufak bir duygusal yakınlıkları bulunmayan, rating ve para hırsından gözleri dönmüş bir avuç televizyoncunun günübirlik hesaplarının tekerlekleri altına atarak güzelce çiğnetiyoruz.
Türkiye'nin hemen bütün popüler televizyon kanalları, Avrupa ya da ABD'den satın alınmış, savundukları değerler sistemi bütünüyle Batı'ya ait olup bu topraklara kıra döke uyarlandıklarında ise yamalı bohça gibi duran; daha da tehlikelisi, Anadolu'daki mevcut ahlâkî kabullerin sinsi sinsi altını oyan böylesi "format" yarışma ve gösterilerle dolup taşıyor.
Ülkemizdeki derin kültürel yozlaşmaya, ahlâkî erozyona ilişkin tartışmalar her gündeme geldiğinde, ekranlardaki irili ufaklı bütün köşeleri tutmuş gedikli açık oturum suratlarının mangalda kül bırakmadıkları, her alanda otorite tiplerden geçilmeyen ateşli bir medya ortamımız var.
Fakat, aynı arenada, böylesine yıkıcı bir kültür ajanlığına açıkça karşı çıkan, "Ağalar, beyler, bu ne iştir? Yayımladığınız şey bir güzel yemek pişirme yarışması mı, yoksa taşralı gariban kadınlar arasında -ortaya üç kuruşluk bir ödül koyarak- düzenlediğiniz bir tür pankreas müsabakası mı?" diye soran bir tek Allah'ın kulunu göremiyoruz.
* * *
"Format" gösteri ve yarışmaların Türkiye'ye kancayı takması, TRT'nin tek kanallı ve siyah-beyaz olduğu emekleme yıllarına dayanır.
Hattâ, bir gurbetçi ailesinin çocuğu olduğum için, ülkede erken dönemde televizyon alıcısı edinebilmiş görece şanslı bir kesimin mensupları olarak Almanya'dan kesin dönüşümüzde yanımızda getirdiğimiz tank kıvamındaki ahşap Grundig televizyonumuzda "Çarkıfelek"in yayına başlamasını da hayâl meyâl hatırlıyorum.
Sanırım, merhum İsmail Cem'in genel müdürlük dönemiydi. Daha önce de pek çok başarılı televizyon gösterisinin formatını üretmiş olan Amerikalı medya gurusu Mervyn Edward Griffin Jr.'un muhayyilesinden doğan "Çarkıfelek" ya da özgün adıyla "Wheel of Fortune", o dönemin derme çatma imkânlarla ilerleyen, hafta içi günlerde (o dönemde bizim "bayrak töreninden bayrak törenine" dediğimiz şekilde) topu topu 5-6 saat yayın yapabilen TRT'sinde, her ne hikmetse, koskoca ABD televizyonculuğuyla aynı yıl ve aynı gün başlatılmıştı: 6 Ocak 1975…
Bu olay Türk televizyonculuk tarihi üzerine her yazıp çizişimde aklıma gelir ve böyle bir eş zamanlı başlangıcın, hele de güçler dengesinin iyiden iyiye aleyhimize olduğu o günlerde nasıl mümkün olabildiğini daima düşünür dururum.
Bir tarafta, daha 1950'lerde özel televizyonculuğun kitabını yazmış, dini imanı rating ölçümleri olmuş devâsâ bir endüstri, diğer tarafta ise jenerik yazılarını bile kartonlara elle yazıp kameraların önüne o kartonları koyarak programlarına açılış-kapanış jenerikleri üreten, gariban bir üçüncü dünya ülkesinin gariban devlet televizyonu…
1975 yılında ABD'nin iki dev kanalı, NBC ve CBS'te başlayan, her bölümü ortalama 22 dakika süren bu yarışma-eğlence programı karışımı gösteriyi, mucidiyle aynı günde başlatmak gibi bir ilginçliğe imza atmamızdan sonra, "Çarkıfelek" Türkiye'de daha uzun yıllar boyunca devam edecekti.
Önceleri devlet televizyonunda, 1990 sonrasında ise ülkedeki özel televizyonların neredeyse yarısını dolaşarak…
Ancak, "format" programların ülkemizdeki ilk yayıncısı/öncüsü konumundaki TRT'nin bir daha bu tür yapımlarla öyle sıkça işi olmadı.
Özal'lı yıllarda, özel televizyonculuğun yasaları delerek attığı ilk adımlarla birlikte ise TRT'nin soğuk yüzlü yayıncılığına fark bindirecek özgün fikirler üretme kabızlığı içindeki ticarî yayın kuruluşları, bu ithal çözüme sıklıkla başvurmaya başladılar.
Türk özel televizyonculuğunda, yabancı ülkelerden "format" satın alıp bunu ülkemize uyarlayarak üretilen melez programlar geleneğinin bir sonraki kilometre taşını ise "Kim Milyoner Olmak İster?" yarışmasının gelişi oluşturdu.
Hiçbir kanalda uzun süredir dişe kovuğa gelir bir bilgi yarışmasının bulunmadığı, bu açıdan koşulların çok uygun olduğu bir zamanda, 7 Mart 2000 günü Kanal D'de yayımlanmaya başlayan (o zamanki enflasyonist adıyla) "Kim Beş Yüz Milyar İster?", Hollanda merkezli format üretim şirketi Endemol'un parlak bir ürünü olarak birçok ülkeyle birlikte bizim kıyılarımıza da demir atacaktı.
Format programların, içeriğinde az da olsa kamuoyunu bilgilendirme ya da en azından bilgiye karşı merak uyandırma boyutu içerenleriyle öyle çok da büyük bir meselem yok.
Her ne kadar, bunların vereceği bilgiyi, bir kaşık tatlı özsuyu içebilmek için bir kamyon dolusu keçiboynuzu kemirmekle eşdeğer görsem de, özellikle Türkiye gibi, en kabadayı kitabın 2500 kopya sattığı, bunu başardığında "yılın olay yaratan kitabı" taltifleri eşliğinde ödüllere boğulduğu, "Z Kuşağı" adlı -topluma dayattıkları yeni kural ve değerlerle son nefesime kadar asla uzlaşmayacağım- toplumsal oluşumun bir buçuk saatlik sinema filmlerini, bir saatlik tiyatro oyunlarını ve müzik konserlerini bile "aşırı uzun / çok sıkıcı" bularak videoda zıplata zıplata izlediği hastalıklı bir çağda yine de "kitle iletişim araçlarından yansıyan küçücük bir fayda" diyerek sineye çekiyorum.
Buna karşılık, "format üreticileri" diye anılan, tüm zihinsel kapasitelerini kesintisiz ilgi ve yüksek rating elde edecek programlar tasarlayıp yayına vermek üzerine kurmuş olan bir alt-endüstrinin insanlığı doğru ve sağlıklı bilgilerle donatmak, onları aydınlatıp bilinçlendirmek gibi bir hedefi yok hiç kuşkusuz…
Bilâkis, vahşi kapitalizmin anayasası gereğince, görüntülü medyada yapılıp edilen her şeyin acımasız bir rekabete hizmet etmesi gerekiyor ve hedef bu olunca izleyicilerin birer "embesil" olarak kalması da herkesin fazlasıyla işine gelmekte…
O yüzden, aslında, "bilgi ve yetenek yarışması" rolünü oynayan gösterilerin bile doğru düzgün bir alt okuması yapıldığında, bunların temel derdinin hem stüdyodaki, hem de ekran başındaki "kurbanları" gözü dönmüş bir rekabetçilikle kızıştırıp bu çatışma ortamından uzun süreli bir bağımlılık çıkarmak olduğu kolayca görülebilir.
Yoksa, eğer ki amaç gerçekten de "pişmiş" bir toplumdaki en entelektüel beyinleri seçmek olsa, "Kim Milyoner Olmak İster" tarzı yarışmaların oturumları "Türkiye Cumhuriyeti'nin, baş harfi A olan kurucusu" ya da "'Armudun iyisini … yer' atasözündeki noktalı yere hangi hayvanın adı gelmelidir?" kıvamındaki ilk beş soruyla başlatılmazdı.
Burada, insanları yarıştırıyor gibi yaparken, sunucunun -her cümlesi önceden titizlikle belirlenmiş- müdahaleleri, coşku dolu orkestral müziğin gerilimi artırma amaçlı kullanımı, görkemli dekorlar, gösterişli kamera manevraları, stüdyodaki ve nihayet ekran başındakilerin sürece interaktif katılımları v.b. tekniklerle, iyice sündürülen bir görsel-işitsel gerilimden medet umulduğu açıkça belli…
Öte yandan, format yarışmaların ilk çağı, yine de kendi ölçeklerinde masum sayılabilirdi. Ta ki günümüzün "devrik" ABD Başkanı, yakın geçmişin kudretli emlakçısı ve medya soytarısı Donald Trump'ın odağında yer aldığı "Çırak" adlı vahşi gösteriye kadar…
Ocak 2004'de Amerikan NBC Televizyonu'nda başlayan "Çırak" (The Apprentice), özellikle baş karakter Donald Trump'ın yeterince rekabetçi ve acımasız olamayan adayları gösteriden atarken, o sinir bozucu ağzını büze büze savurduğu "You're fired!" (Kovuldun!) mottosuyla ünlenecekti.
Üretilen format ve yapılan kurgu, tam da Trump'ın damak zevkine uyacak türdendi.
Sonradan dünyayı yönetmeye kalkacak olan kahramanımız New York'taki meşhur gökdeleni Trump Tower'da bir grup yeni yetme eleman içinden en idealini işe alabilmek için onları tazı gibi çalıştırıyor, adayların oryantasyon sürecindeki tutum ve davranışlarını dikkatle izliyor, bu vahşi koşuda yeterince yırtık, saldırgan, acımasız, küstah, rekabetçi, adına artık her derseniz deyin, o düzeyi tutturamayan "zayıf" karakterleri alabildiğine aşağılayıcı bir final konuşması eşliğinde kovuyor, sonunda da finiş çizgisine onun "altın çocuğu" ulaşıyordu.
2014 yılında ABD'ye gittiğimde, New York'taki haber çalışmalarım sırasında "Amerikan Komünist Partisi" üyesi bir adamla tanışmıştım.
Evet, şaşırmayın lütfen, bilmeyenler internete girin baksın, ABD'de böyle bir yasal siyasî parti var.
Ancak, üye ve destekçi sayısı, Amerikan toplumunun nüfusuyla kıyas kabul etmeyecek kadar düşük… 2019 itibarıyla yaklaşık 10 bin kişi…
Keyifli bir sohbet yaptığımız o kızıl fotoğrafçıya, "Tamam, hepimiz 1990'ların başındaki hikâyeyi biliyoruz. Komünizmin SSCB ve Doğu Bloku uygulamaları zaman içinde yozlaştı, sonunda da çöktü gitti. Fakat, kapitalizmin küresel ölçekteki kalesi ABD'de en azından daha âdil ve eşitlikçi bir dünya ideali olarak, partinizin bugünkünden daha fazla sayıda üyesi olması gerekmez mi? Sizce ters giden şey nedir?" diye sormuştum.
O da şu hikmetli cevabı vermişti bana:
Ben ve benim gibiler, komünizmin Amerikan toplumunda asla başat ideoloji olamayacağını bilerek komünizmi seçmiş durumdayız. Özsaygımız nedeniyle… Kararlarımızı topluma bakarak değil, hakikate bakarak vermiş az, ama öz kişileriz.
ABD'de kolay kolay komünist yetişmez. Çünkü, bir tarlada günde 16 saat ırgatlık yapan genç adama, 'Yeterince çalışır ve sabredersen, yakın bir gelecekte senin de bir tarlan ve bir sürü ırgatın olacak. Sen de villa tipi evinin verandasında oturup, piponu yakarak onların deliler gibi çalışmasını izleyeceksin' denilir. Böylelikle, genç işçi de 'günün birinde ezilen değil, ezen olacağı' motivasyonuyla çalışır.
Bu durum, benzin pompacılığı yapan çocukta da böyle, bir firmaya yeni girmiş ofis boyda da, pizza dağıtan elemanda da… 'Bir gün ben de bu ırgatlıktan kurtulup emrimde bir ırgatlar ordusu kuracağım. Onlar saat ücretiyle çalışacak, ben ise onların sırtından zenginleşeceğim' şeklinde hayâller kuran, hayâllerini bile böyle kurması gerektiği belletilmiş bir ulustan toplumcu/bütüncül bir bakış çıkmaz, çıkamaz.
6 yıl önceki o öğretici sohbeti hiç unutmadığım gibi, Amerikalı komünist dostum Jerry'nin bu sözlerini de hatıralar galerime nakşetmiştim.
İşte, Trump'ın yıllarca esip gürlediği "Çırak" da tam muhatabımın anlattığı türden, acımasız iş dünyasının ahlâkî açıdan güzelce aklanıp paklanmış, (böyle rekabetçi ortamlara zaten pek alışkın ve yatkın olan) Amerikan kamuoyu nezdinde legalize edilmiş bir görüntüsüydü.
"Format program" dediğimiz yarı gerçek yarı-dramatik gösteriler (reality show) ve planlanmış yarışmalar (game show), her ne kadar pazar olarak tüm dünyayı hedefliyor olsa da öncelikle ilk doğdukları ülkenin iç pazarına göz diker.
ABD gibi, 330 milyon nüfusa sahip, üstteki Kanada, alttaki Meksika'sıyla birlikte kıtasal nüfusu 600 milyonu bulan bir imparatorlukta bir sinema filmi, televizyon dizisi ya da benzer bir ekran gösterisinin sevilip tutulması, hem yıllarca devam etmesi, hem de kâra geçmesi için yeterlidir.
Evet, dış pazarlar bu programların yapımcıları için bir başka kayda değer gerçeklik, onlar da önemli, ama format programın içeriği oluşturulup kurgusu yapılırken önce "başlangıç istasyonu"nun toplumsal alışkanlık ve değerleri esas alınır.
NBC Televizyonu, "Çırak"ı üretip yayına sokarken hiç kuşkusuz ki bu programın ileride Endonezya, Çin, Güney Afrika Cumhuriyeti, Suudi Arabistan ya da Kosta Rika'da beğenilip beğenilmeyeceğini öyle aman aman önemsemiyordu.
Ha, sonradan bu da gerçekleşirse, böyle bir ticarî açılım hayâl tacirleri için fazladan bir gelir anlamına geliyor.
Lâkin, beğenide öncelik her zaman için Sam Amca ve onun kuyruğuna takılmış uysal komşularıyla birlikte Kuzey Amerika kıtasındadır.
Rekabet, hırs, acımasızlık, gözü karalık gibi Amerikan kapitalizminin ölesiye kutsadığı davranışlara yönelik bir güzelleme görünümündeki "Çırak"ın sonraki 15 sezon boyunca büyük bir pişkinlikle savunduğu "altta kalanın canı çıksın" felsefesi, insan onurunun herhangi bir ticarî başarıdan çok daha değerli kabul edildiği bir ülkede toplumsal bünye tarafından geri kusulabilirdi.
Nitekim, böyle düşünen ve böyle yaşayan ülkelerde söz konusu gösteriye zerrece prim verilmedi. Ama bizim gibi ta 1950'lerden, Türkiye'yi Amerikan ileri karakolu yapmayı "muasır medeniyet seviyesi" olarak kabul eden merhum Menderes döneminden bu yana, Amerikan iş hayatı değerlerini birebir taklit etmeyi "gelişmişlik" olarak kabul eden ülkeler aynı gösterinin üzerine balıklama atladılar.
Özgün program ABD'de henüz emekleme devresindeyken, Türkiye'den Kanal D formata derhal tâlip oldu ve kısa süre sonrasında, 20 Mart 2005'de bu gösterinin Türkiye versiyonuyla tanıştık.
Bizdeki uyarlamada, Trump'ın koltuğunda Anadolu Holding İcrâ Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan oturmaktaydı.
Türkiye'nin dört bir köşesinden 30 bin insanın başvurduğu yarışma aylarca büyük bir gerilime sahne olarak devam etti.
Her ne kadar, yapımcılar ve Özilhan özgün programın Amerikan toplumuna olağan gelen vahşi dili ve doğasını belli ölçüde yumuşatıp yerelleştirmeye çabalasalar da sonuç olarak bu "yeterince acımasız olamayanın kazanamayacağı bir yarış"tı; haddinden fazla yumuşatmaya kalktığınızda da bu defa gösterinin amacı ortadan kalkıyordu.
Sonuçta, "Çırak" ile birlikte, Türkiye'ye getirilen "format" gösteriler ve yarışmalardaki son iyi niyet, fayda, eğiticilik kırıntıları da ortadan kalkmış oldu.
* * *
Çağımızda bir toplumu çökertmenin farklı yolları oluşmuş durumda… İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra varılan büyük uzlaşıya kadar, o işin en popüler yolu, emperyalizmin nezdinde can sıkıcı eylemlere girişen bağımsız ülkelerin üzerine yağmur gibi bomba yağdırmaktı.
Fakat, gerek İkinci Dünya Savaşı'nda, gerekse sonradan yaşanan Kore ve Vietnam savaşları, Afganistan'ın Ruslar tarafından işgali gibi daha dar coğrafî kapsamlı sıcak çatışmalarda işlenen birbirinden korkunç suçlar, bunların faili olan ülkelerin başını fena hâlde belaya sokacaktı.
Söz konusu ülkeler bir yandan uluslararası platformda çok ciddi itibar kayıplarıyla uğraşırken, öte yandan da bu şekilde konvansiyonel savaş yöntemleriyle gerçekleştirilen bir toplu yıkımın ülke ekonomisinde açtığı kocaman delikleri tıkamakta da ciddi zorluklar yaşadılar.
Bu tür kitlesel imha operasyonları, şimdilerde artık yalnızca insanları etkileyen, hayvanlara, bitkilere ve ekonomik değeri olan tesislere hiçbir zarar vermeyen, son derece temiz, kokmaz bulaşmaz bir bomba türüyle yapılıyor. Buna "kültürel bomba" diyoruz.
Söz konusu yıkıcı silah, kültür ajanları eliyle, sinema, televizyon, tiyatro, edebiyat, müzik, video oyunları, internet ortamı, hattâ bilgisayar yazılımları üzerinden ülkelere sokuluyor.
Dahası, insanların böyle bir bombardımanı rıza göstermeden yaşaması gibi bir durum da söz konusu değil.
Bilakis, kitleler kendi göklerinde bu bombalardan oluşan bir kara bulutun dolaşmasından, zaman zaman da üzerlerine kara yağmurlar yağdırmasından dolayı son derece memnunlar…
ABD, 1964-1975 arasında 11 yıl boyunca işgal etmek için üzerine napalm bombaları yağdırdığı, 75 bin askerini kurban vermesine rağmen iki adım dahi ilerleyemediği Vietnam'ı, şimdilerde ayfonları, blue jeanleri, Burger King'leri, Nike'larıyla, Apple'larıyla bir uçtan diğerine kadar tek damla kan dökmeden işgâl etmiş durumda…
Yarım asır önce tropik ormanlarda elindeki Kaleşnikof ile Amerikan deniz piyadelerine kanının son damlasına kadar direnen Vietkonglu'nun oğlu ya da kızı, şimdi ise saati yarım dolara Mc Donald's restoranlarında masaları siliyor, Nike fabrikasında pahalı spor ayakkabılara dikiş atıyor.
Ki aynı operasyonu 1990'ların başında, Özal iktidarı eliyle bize de çektiler. 1950'lerin başlarında Türk dilinin en doğru ve en hızlı yazımını amaçlayacak şekilde üç kişilik bir uzman ekip tarafından icat edilen "F klavye" dizilimi, Özal'lı yıllarda yurt dışından getirilen bilgisayarların klavyelerine en ufak bir hassasiyet gösterilmediği için giderek ülkenin resmî klavye dizilimi olma vasfını kaybetti, onun yerini "Türk usülü Q" diye ne idüğü belirsiz yeni bir dizilim aldı.
O gün bugündür, toplumumuz, özellikle de gençlik, Messenger ve cep telefonu mesajı gibi araçların da kışkırtıcılığıyla, dilimizin en temel kurallarına riayet edilmeyen piç bir Türkçe ile yatıp kalkıyor.
Kurallı bir dil kullanımının teknik yansımalarıyla bezeli olan "F klavye"yi (bu arada, telaffuzu da "ef" değil, "fe") sinsice yok edip yerine yabancı bir dilin imlâ öncelikleriyle dolu "Q klavye"yi getirmek, ülkede kültürel egemenlik kurmayı amaçlayan üst aklın bilinçli bir operasyonuydu hiç kuşkusuz…
Bir toplumun temellerini, ilk olarak dilini dejenere etmek suretiyle çatırdatırsınız. Sonrasında ise sırada "aile" vardır.
Neyse, konuyu daha fazla dağıtmadan devam edelim.
Sonuçta, herkes için daha kârlı, daha kesin sonuca götürücü bir çözüm oldu bu… İşgalci pek fazla yorulmuyor, insan kaynağını yitirmiyor, bu uğurda kasalarını süratle boşaltmak zorunda da kalmıyor.
İşgal edilen ise hiç acı çekmiyor. Bilinci, ailesi ve ülkesi adım adım dönüştürülüp işgâl edilirken, o ise sarma esrarın verdiği kafa yapıcı etkiye benzer bir ruh hâli içinde, "kurtarıcısının geldiği" sanrısıyla, bilerek ve isteyerek tecavüzcüsünün kollarına atılıyor.
Bir başka deyişle, görünürde herkesin kendi pozisyonundan memnun olduğu bir final yaşanıyor.
Yukarıda da vurguladığım üzere, "format" programları, 8 milyar insanın yaşadığı dünyamızda, ABD'den Amazon ormanlarındaki yerliye, Hollanda'dan Japon adalarındaki köylüye kadar "bütün insanlığın ortak davranış ve beğeni kodları" diye, gerçekte olmayan bir şemsiyenin altında toplayabilecek sihirli bir formül yok.
Bu formatların tamamı, öncelikle çıkış ülkelerindeki toplumsal yapıya göre, ki onlar da günümüzün ileri endüstri ülkeleri oldukları için, o toplumlardaki kapitalist değerler sistemi öncelenerek hazırlanıyor.
Bu bağlamda, New Yorklu bir iş adamının ahlâkî değerler sistemiyle Pencap'taki Hindu bir din adamının ahlâkî değerler sistemi arasında hiçbir kayda değer bağlantı yok.
Parayı hayatında tanrısal bir konuma oturtmuş olan yarı emlakçı-yarı politikacı Donald Trump ile Gazze'de her gün İsrail bombardımanları altında düzenli ezan okumaya çabalayan Filistinli bir müezzinin ahlâkî değerler sistemi arasında en ufak bir benzerlik olmadığı gibi…
Dolayısıyla, öncelikli olarak kendi ülkelerindeki kapitalist-materyalist kamuoyunun beğeni ve değer ölçülerine göre biçimlendirilmiş olan bu "format" programlar, insanlık ailesi üyelerinin çok kabaca kümelenebilen az sayıdaki ortak özelliğini de aynı karışımın içine katarak belli ölçüde bir evrensellik yakalayabilmekteler...
Ama bu sahte evrenselliğin türlü türlü defoları, o gösteri dünyanın doğusuna, Türkiye gibi bambaşka kültürlere ulaşıp yayımlanmaya başladığında çok daha net fark edilebiliyor.
İster, yoksul bir yurttaşın evindeki köhne bir odayı (ceplerinden tek kuruş harcamadan, bütünüyle sponsor firmaların göstere göstere verdiği malzemelerle) restore eden bir ekip görünümünde olsun, isterse bir grup yarışmacının yemek yapma konusundaki hünerlerini ölçme iddiasında, format programların tamamı, Doğu mâneviyatçılığının Batı maddeciliğiyle en yoğun çatışma noktasını oluşturan son derece yıkıcı bir ideolojinin, "rekabetçiliğin" savunusunu yapıyor.
Rekabetçilikte kalıcı dostluklar yoktur, geçmişin hatırı yoktur.
Ticaretin kimi zorlu aşamalarında, eski bir dostun, yoldaşın iş üretirken sergileyebileceği irili ufaklı performans düşüklüklerini alttan alma, hoş görme, idare etme gibi "zayıflıklar" (!) yoktur.
Yalnızca ve yalnızca başarı hedefine kilitlenme ve o hedefe tam gaz ilerlerken ayaklara bağ olduğu düşünülen herkesi, her şeyi, hiç tereddütsüz şekilde gözden çıkarma vardır.
Oysa, büyük Türk düşünürü Nurettin Topçu, bu toprakların böyle acımasız bir ideolojiden ne denli uzak durması gerektiğini, günümüzden yarım asır önce dile getirdiği "Dostlarınıza karşı aklınızı değil, kalbinizi kullanın" sözüyle ne de güzel özetlemişti.
Dönün bakın, format programların ülkemizdeki amiral gemisi "Survivor"a… Ki söz konusu formatı ülkemize getirirken Frenkçe adını bile Türkçeleştirmeye gerek görmediler, o derece küstahça girdi Türkiye pazarına…
Halbuki, bir tek fiskeyle "Yaşam Savaşçıları" olarak çevrilip öyle de tutunabilirdi.
Kültür ajanları, artık hemen hemen ele geçirilmiş olduğunu düşündükleri ülkemizde, son on yıldır film ve program adlarını bile Türkçeleştirmeye gerek duymuyorlar.
Geçmişte, Türkiye'de gösterime giren yabancı sinema filmleri için özene bezene Türkçe afişler çizilirdi. Şimdi artık Hollywood'dan gelen dijital afiş kalıbı Türkiye sinemalarında da bire bir kullanılıyor.
Evet, lütfen şöyle dönüp alıcı gözüyle bir bakın "Survivor"a… Meraklıları, sürekli takipçileri, hayranları, gelip geçen onca sezondaki ekip arkadaşı satışlarına, ihanetlere, sahada yeterince güçlü ve dirençli çıkmayanlara karşı oluşan kamplaşmalara, söz konusu gösterinin her karesine sinmiş olan "Altta kalanın canı çıksın" felsefesine iyice bir dikkat kesilin.
Öyle ki, Survior'u başlatırken girişine "Başarıya giden her yol mubahtır" şeklinde bir motto yazsalar, artık hiç kimse, ne yarışmacılar, ne de izleyiciler bu cümlenin ahlâkî açıdan düşüklüğünü tartışamayacak bir kıvama getirildi.
Bu noktada, sürecin daha önceki aşamalarında, kadim Türk kültürüne yönelik en tacizkâr saldırılardan biri olan "Biri Bizi Gözetliyor" formatının olduğunu da hatırlatalım.
Anılan gösteri ülkemize uyarlandığında Star TV'de çalışıyordum. Sıklıklıkla görüştüğümüz bir prodüktör arkadaş da bu yapımın çekirdek ekibindeydi. Her görüşmemizde, sinirinden çatlayarak olup bitenleri anlattığını hatırlıyorum.
"Formatın sahipleri, önümüze, abartılı bir ifadeyle 'Bible' (İncil) diye tanımladıkları bir program kılavuz kitabı koydular. Attığımız her adımda o kitabın yönergelerine uymak zorundayız" diyordu:
Yarışmacı adayları seçilirken psikologlar ekibinden yardım alınıyor. Formatın amacı kesinlikle işlerin yolunda gittiği bir ev içi hayatı görüntülemek değil… Tam aksine, sürekli çatışma üreten bir ortamı yansıtmak…
Bundan dolayı da insan davranışlarında uzman kişiler, başvuranlar arasından özellikle asosyal, psikopatiye, paranoyaya eğilimli sorunlu tipleri seçip bizlere işaret etmekle görevliler…
Her turda grup içinde böyle en az 2-3 sorunlu kafanın olması, ortamdaki çatışmaları daha da kızıştırıyor. Pahalı bir gösteri olduğu için, yönergeler kitabı hiçbir hususu rastlantılara bırakmamış. Her şey, ama her şey kurgu ve biz bu kurguyu başarıyla sonuna kadar taşımakla yükümlüyüz.
Vaktiyle "Biri Bizi Gözetliyor"un mutfağı için söylenmiş olan bu sözleri, Karayipler'deki bir adanın üzerinde sürüp giden o kurmaca itiş kakışlardan, Anadolu'daki bir evin yemek sofrasında sürüp giden kurmaca itiş kakışlara kadar, bütün format programların üretim felsefesine bire bir uyarlayabilirsiniz.
* * *
Her santimetrekaresi 16:9 bir HD ekranın resim çerçevesine uygun simetriklikte bir yemek salonu…
Masadaki her şey de bu simetrikliği tamamlar nitelikte…
Ortalama bir Türk ailesinde görülmeyecek düzeyde abartılmış, neredeyse obsesif-kompülsif bozukluk izleri taşıyan bir simetri kaygısı…
Yıllardır bu tür evlilik-boşanma, gelin-kaynana, yemek-mutfak programları suna suna artık iyice kartlaşmış; attığı her adım, yaptığı her hareket, söylediği her söz, ortamdaki tansiyonu ustaca yükseltmeye yönelik, anasının gözü bir kadın ya da erkek sunucu…
Masanın çevresinde, programa kabul edildikten sonra içinden geçirildikleri oryantasyon programında güzelce biçimlendirilip kıvama getirilmiş bir grup kadın yarışmacı…
Kimisi yaşlı, kimisi genç… Kimisi başörtülü, kimisi başı açık… Ortak noktaları, Anadolu'nun dört bir köşesinden, "Yemek yapmadaki hünerlerimizi sergileyeceğiz" diyerek bu yarışmaya başvurmak olan Türk kadınları, Türk anneleri…
Başvururken, bu gösterinin içinde henüz bilmedikleri pek çok gerçek vardı var olmasına; fakat "beyin yıkama faslı"ndan geçmelerinden sonra çekilen bölümlerde birbirlerine öfkeyle harlayıp şarlarken dahi henüz fark etmedikleri asıl gerçek şu ki o da katıldıkları programın onların yemek yapmadaki hünerlerini zerrece umursamıyor oluşu!
Bu da diğer bütün format programlar gibi, bir şeyin "mış gibi"sini yaparken, aslında temel yakıtını rekabetten, çatışmadan, özenle seçilip yarışmacılar arasına katılmış asosyal kişiliklerin grubu katıp karıştırma potansiyelinden alan bir harala gürele gösterisi…
Yarışmacılar, Anadolu'nun genelinde hüküm süren yüzlerce yıllık "tanrı misafiri" kavramını ayaklarının altına alıp hınçla çiğnerken, aslında özenerek pişirdikleri yemeklerinin acımasızca eleştirilmesine tepki gösterdiklerini sanmaktalar…
Oysa, bilinçsizce ortağı oldukları şey, bu topraklara ait olan, "bir aileye konuk olarak gitmeye, dost birinin sofrasına konuk olmaya dair bütün kadim tutum ve davranışları yıkma" suçu…
Bir grup Türk kadını, nineleri yaşındaki bir başka Türk kadınının bütün gün uğraşarak kurduğu sofrada, alabildiğine gergin bir atmosferde yemek yiyor.
Sonrasında ise aynı kadınları, ev sahibinin evindeki bir arka odaya alıp, uzun uzadıya aynı ev sahibinin aleyhine konuşturuyorlar.
Konuşmanın aleyhtar tavrı ilk aşamada yemeklerin tadından tuzundan başlıyor, ardından onları ağırlayan kişinin kişiliğine kadar uzanıyor.
Oysa, Anadolu-Türk kültüründe ne bundan bin yıl önce, ne de günümüzde böyle bir kepazelik hiçbir zaman yaygınlaşmadı, kurumsallaşmadı.
Bu topraklarda "misafir", ev sahibi için "tanrının gönderdiği bir yolcu"dur. Yolcu için de o evdeki yemekler kutsaldır; sofrada umulan değil, bulunan yenilmek durumundadır.
Ev sahibinin hazırladıkları afiyetle yenildikten sonra sofranın tartışması yapılmaz; önce Allah'a hamd, sonra da pişirene teşekkür edilir, minnet duyguları eşliğinde kalkılır.
Elhamdülillah, hayatım boyunca bu tür "format" gösterilerin hiçbirini oturup da başından sonuna kadar pür dikkat izlemiş değilim.
Bu gibi yapımlara verecek uzun saatlerim, uçsuz bucaksız bir sabrım ve hoşgörüm yok çünkü…
Fakat, ülke çapındaki milyonlarca evde olduğu gibi, "vahşetin çağrısı" benim evimi de zaman zaman egemenliğine alabildiğinden, kimi zaman odadan odaya geçerken, kimi zaman salondaki geçici duraklamalarımda, üç dakika, beş dakika, on dakika, bu tür gösterilerdeki o bitmez tükenmez, her ânı inceden inceye hesaplanıp kitaplanmış çatışma kurgusuna dişlerimi gıcırdatarak tanıklık etmek durumunda kalıyorum.
Kesinlikle bize ait olmayan ve bundan sonra da asla benimsenmemesi gereken, son derece yabancı ve yoz bir kültür bu...
Lâkin, hiç kimsenin itiraz etmediği bir kültürel kaos ortamında, sanki bizim kültürümüz gibi topraklarımızda kök salmaya ve asıl olanı kovup yerine yerleşmeye çalışıyor.
Faydalı bir bitkinin köklerine, gövdesine haince sarılıp onu yok eden ve yerine geçerek onun toprağından beslenen bir tür yabanî, yamyam bitki gibi…
* * *
Misafir on kısmetle gelir. Birini yer, dokuzunu ev sahibine bırakır.
-Türk atasözü-
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish