Bazı insanlar vardır, hayatın keşmekeşi içerisinde hiç dikkat çekmezler. Onlarda diğer herhangi bir insan gibi gözükürler.
Ta ki onları daha yakından gözlemek mi, araştırmak mı, soruşturmak mı veya incelemek mi diyeyim bilmiyorum ama daha yakından tanımayana kadar nasıl bir cevher olduklarını fark edemezsiniz.
Zaten cevahirin ekserisi hafi olduğundan, üzerindeki toprağı eşelemeden hatta bazen derin çukurlar kazımadan bulamazsınız. İşte bu gün size genç bir cevherden bahsetmek istiyorum.
Çoğu insan yaşını başını almamış, feleğin çemberinden geçmemiş ve ne yazık ki daha ölmemiş insanlar üzerine yazı yazmanın yanlış bir iş olduğunu düşünür.
Ben o kanaatte değilim. İki sebepten; birincisi ben dünyaya nam salmış olan büyük yazarlardan insanların bir kısmı çok genç bir yaşta hayatlarını kaybetmelerine rağmen derin bir iz bırakmışlardır; dünyayı fetheden büyük komutan İskender 33, Rus edebiyatına derin bir iz ile yön veren Puşkin 37, 300 yıldır Mem û Zîn adlı eserini okumaya doyamadığımız Ehmedê Xanî 57 yaşlarında vefat etmişler. Benzer örnekler çoktur.
İkincisi, bir insan yaşarken onun farkında olduğumuzu belirtmemiz gerektiğine inanıyorum. Hani Kürtçe de "Hindi sax e nav sewax e, dema mir seyfo bira" yani "Yaşadığı müddetçe değersiz olan biri, öldüğünde vay Seyfettin kardeş" misali olmasın diye yaşarken değerini bilmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Ayrıca insan ne zaman öleceğini bilmez. Ben de ne zaman öleceğimi bilmiyorum. Bu yazı benim son yazım olabilir. Sözümü söylemeden, o insanla ilgili düşüncelerimi yazmadan, onun eserinin ve şahsiyetinin farkında olduğumu, ona ve çabasına, emeğine minnet duyduğumu bilmesini isterim. Bu yazıları yazmam için beni motive eden başat prensibim budur.
Neyse... Konumuza dönecek olursak, daha önce bu köşede, değerli yayıncı, yazar ve öğretmen de olan Büyüyen Ay Yayınlarının sahibi, editörü ve hizmetlisi Mustafa Kirenci'yi yazarken okur türerinden de bahsetmiştim.
Kısaca, meslek icabı okuyan, gazeteci, avukat, savcı, müfettiş gibi rapor okuyucuları; bilgiçlik taslama ve hayatın şifrelerini çözmeğe çalışan light psikoloji okurları ve nitelikli okurlar ile akademisyen okurlardan bahsetmiştim.
Akademisyen okurları da "Akademisyen okuması; bu okuma türü, mesleki okuma türüne göre azıcık daha yararlı ancak daha tehlikelidir. Kendi branşının meşgul olduğu küçük konusunun dışındaki her bilgi ona beyhude gelir. Akademinin ilk basamağı olan lisansüstü eğitimine başladığında ve eğer araştırma görevlisi olarak da üniversiteye kabul edilmişse artık o geleceğin profesörüdür. En azından kendini öyle görür. Bütün amacı mümkün olan en kısa yoldan buraya kadar ulaşmaktır. Bunun içinde daha lisansüstü eğitiminin ilk devresinde ona bazı kalıplar öğretilir. Makale nasıl yazılır, seminer nasıl hazırlanır, sempozyum tebliği nedir, tez nasıl yapılır, kaynaklar nasıl kullanılır, alıntı nasıl yapılır vs. Bunlar içinde başlıklar verilir ve o ondan sonraki bütün hayatında önce başlıkları çıkarır, sonra altını doldurur. Başlıkların altını doldurabilmek içinde kitapların içindekiler ve indeks bölümü onun favori okuma bölümleridir. Çünkü o başlığının altını doldurmak için malzeme arayışına çıkmış cümle avcısıdır" diye değinmiştim.
Ama istisnalar kaideyi bozmaz kaidesi mucibince;
"Bütün akademisyenler böyledir kestirmeciliği yapmak büyük bir haksızlıktır. Hepsi böyle değildir elbette. Çok yönlü akademisyenlerimiz de çoktur. Ayrıca bu gün gerek ülkemizde olsun gerek dünyada olsun bilinen entelektüel ve aydınların büyük bir kısmı bu çevrenin kalıplarının dışına çıkabilmiş insanlardan oluşuyor" diyerek bazılarını ayırmıştım.
İşte bugün tekrar bu konuya döneyim.
Akademisyenlerin de türleri vardır. Üniversitelerimizde hasbelkader akademisyen olmuş, ama herhangi bir mesleğin erbabı gibi; "Dersimi yapar, maaşımı alır başımı sallarım" diye düşünen çok sayıda hocamız var.
Hatta üniversite hocalarının büyük bir kısmı esasen böyle düşünüyor ve böyle hareket ediyor.
Bir kısmı kendi branşında derinleşmek ister. Zamanla o kadar derine dalar ki orada boğulur. Bu tipi en iyi şekilde tasvir eden Elias Canetti'dir.
Körleşme romanındaki Sinolog Profesör Kien, normal hayattan kopmuş, insani ilişkilerini dahi unutmuş, gözleri gördüğü halde, bir gün körelirsem şu kitabı nasıl bulabilirim diye üç odalık muhteşem kitaplığı arasında kör gözlerle kitabın -köreldikten sonra kitabı nasıl okuyacağını bile düşünemez bir halde- yerini bulan Profesör Kien.
Hocalarımızın önemli bir kısmı da bu minvaldedirler. Oysa bu zamanda bir akademisyen için multidisipliner olmak bir eksiklik interdisipliner olmak ise yetmez.
Megadisipliner diye bir kavram üretildi mi bilmiyorum ama bu ülkede bir akademisyenin kendisine, öğrencilerine, toplumuna ve bütün insanlığa faydalı olabilmesi için çoklu bir disiplin ile kendi alanının dışındaki bütün yakın alanlar ile ilgilenmesi gerekir.
Sosyolojinin, antropoloji, psikoloji, coğrafya, filoloji, tarih vb. alanları iyi bilmeden sosyal sorunları tespit etmesi mümkün mü?
İlahiyatçının tarih, antropoloji, coğrafya vb. gibi alanların yanı sıra ilahiyatın bütün alanları ve üstelik yeryüzündeki bütün dinleri bilmesi icap etmez mi?
Bugün yaşadığımız bütün sorunları siyasetin bağnazlığından kaynaklanıyorsa da, bu bağnazlıkta akademyanın payı büyüktür. Çünkü siyasete yön verecek olan, onlara yol gösterecek olan çözüm önerisi ancak üniversite çevresinden gelebilir.
Neyse ki bütün olumsuzluklara rağmen prangalarını kırmış akademisyenlerimiz de vardır. İşte bugün size onlardan biri olan Ercan Çağlayan'dan bahsetmek istiyorum. Önce kısaca tanıyalım.
Ercan, 1980 yılında Bingöl'ün Solhan İlçesi'nde yedi çocuklu bir ailede dünyaya geldi. Anadili Kürtçe'nin Zazaki lehçesi olduğundan Türkçe'yi ilkokulda öğrendi. İlk ve orta öğrenimini Solhan'da yaparken okul yıllarında aile bütçesine katkıda bulunmak için birçok işte çalıştı.
Doğduğu evde Kur'an-ı Kerim dışında hiçbir bir kitap, dergi vb. matbu eser yoktu. Kitaplarla dostluğu Türkçe öğretmeninin kendisine orta ikide bir kitap hediye etmesiyle başladı.
Lise yıllarında bölgedeki dini hareketlerin de etkisiyle İhsan Süreyya Sırma, Muhammed Hamidullah ve Ali Şeriati'nin kitaplarını okuyor, derslerine çalışıyor ve kabına sığmaz, cevval bir genç olarak 1997 yılında Solhan Lisesi'ni birincilikle bitiriyor.
Aynı yıl Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde Tarih Öğretmenliği bölümünü kazanıp yuvasından kendisince yaban ellere uçtu. Üniversite tam da yukarıda saydığım nedenlerden dolayı beklediği gibi değildi. Kendisi de tam olarak ne istediğini bilmiyordu ama Türkiye'deki Tarih bölümlerinin müfredatının devletçi, milliyetçi ve ulusal sınırlara hapsolan "resmi hizmete mahsus" yapısından ve işleyişinden de memnun değildi.
Çünkü aradığı bu değildi. Daha lisede iken Ali Şeriatî'yi tanıyan, İslam'ın tebliğ ettiği hayatın mücessem hali olan Muhammed Hamidullah ve ondan geri kalmayan hemen her konuda hocasının sadık öğrencisi İhsan Süreyya Sırma'nın kitaplarını okumuş cevval ve zeki bir insan Erzurum Atatürk Üniversitesi'nin arkaik düşünceli tarih hocalarının derslerinden tatmin olamadığı için birinci yarıyılın sonunda okulu bırakmaya karar verdi.
28 Şubat izbandutunun kol gezdiği bir dönemdi. Evine döndü o da. Lakin onu 9 ay boyunca karnında büyüten, yemeyip ona yediren, uyumayıp onu uyutan ve bin bir güçlükle, fakirlik ve ıstırapla büyüttüğü oğlunun okuyup "büyük adam" olmasını beklerken yavrusu, ciğerparesi, ihtiyarlığının umudu okulu bırakıp geri gelecek, olacak şey miydi bu?
Elbette ki anneler kırılmaz, onların umuduyla oynanmaz. O da annesinin ısrarına dayanamadı ve okuluna geri döndü.
Okulda kendisine verilen şovenist soslu dersleri daha eğlenceli ve okunabilir hale getirmek için "alternatif" okumalara yöneldi. Bu yönelme neticesinde Muhammed Esed'in Kuran Mesajı ve Mekke'ye Giden Yol isimli kitaplarını okuduktan sonra İslam'a dair okumalara ağırlık verdi.
O artık bir okurdu. Sürekli okuyordu. Bu yeni dünya ona dünyanın bütün kapılarını açtığı gibi, okul hocalarının anlattıkları derslerden duyduğu acıyı da hafifletiyordu.
Kimleri okumadı ki....Ali Şeriati, Mevdudi, Seyyid Kutup, Fazlur-rahman, Roger Garaudy ve Aliya İzzetbegoviç gibi yabancı yazarlardan başka Abdurrahman Arslan, Kürşad Atalar, Hayri Kırbaşoğlu, Atasoy Müftüoğlu, Mustafa İslamoğlu, Metin Önal Mengüşoğlu yerli yazarların kitapları da acıyan ruhuna merhem oluyordu.
Kendince ideolojik bir doygunluğa kavuştuktan sonra bu kez edebiyatın asude sahillerini keşfetti. George Orwell ve Amin Maalouf gibi dünya edebiyatının önde gelen yazarları ile Mehmet Uzun, Yaşar Kemal, Ahmet Altan, Orhan Pamuk, Hilmi Yavuz, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Gülten Akın, İhsan Deniz ve Kemal Burkay gibi yazar ve şairlerinde kitaplarını da hatmettikten sonra okulu da bitmişti.
2001'de Tarih Öğretmenliği bölümünde mezun oldu ve aynı yıl Bingöl merkeze öğretmen olarak atandı. 2001-2011 yıllarında 10 yıl öğretmenlik yaptı ve bu yıllarda bir grup arkadaşıyla her hafta bir araya gelerek din, dinler tarihi, tefsir, hadis, edebiyat, tarih, sosyoloji, şiir okumaları yaptı.
Bu okumalar, bir lise öğretmenine akademiye heves etmesine sebep oldu ve 2005'te yüksek lisans için yolu tekrar Erzurum'a düştü.
Çalıştı, çabaladı ve 2012 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde tarih doktoru olarak mezun oldu. Yüksek lisans ve doktora yıllarında Türkiye tarihçiliğinin önemli isimleri olan Şükrü Hanioğlu, Selim Deringil, Kemal Karpat, Cemil Koçak, Mete Tunçay ve Zafer Toprak gibi tarihçilerin çalışmalarından istifade etti. Onların yolundan yürüyerek bir resmi hizmete mahsus olan tarihçilikten, alternatif tarihçiliğe meyletti.
Bu yıllarda Analles ve Maduniyet okullarıyla da tanıştı. Bu tanışıklığa bağlı olarak imparatorluklara, devletlere, krallara, savaşlara, antlaşmalara, "büyük adamlar"a ve kahramanlara odaklanan tarih perspektifi yerine, "sıradan insanlar"a, madunlara, ötekileştirilmişlere, gündelik hayatlara ve zihniyetlere odaklanan tarihlerin peşinden koştu.
Bunların devamında Analles ve Maduniyet Okulu'nun temsilcileri arasında yer alan Marc Bloch, Lucien Febvre, Fernan Braudel, Ranajit Guha ile Marksist düşünürler Antonio Gramsci ve Eric Hobsbawm'ın çalışmalarının tesiri altında kaldı.
Çocukluğunda aile büyüklerinden tek parti dönemi politikalarını ve uygulamalarını çokça dinlemiş olmasından olsa gerek çalışma konularını da tek parti dönemi üzerine gerçekleştirdi. Tek parti dönemi ulus ve ulus-devlet inşasına bağlı olarak benimsenen eğitim, dil, din, kültür ve nüfus politikalarını arşiv belgelerini esas alarak kaleme almaya çalıştı. Bu çalışmalarda daha ziyade madunlara, ötekilere, dipnot olarak geçiştirilen topluluklara/gruplara yer vererek Kemalist rejimin asimilasyon ve sekülerleştirme pratiklerine odaklandı.
Bu meyanda yazdığı Cumhuriyet'in Diyarbakır'da Kimlik İnşası (1923-1950), İletişim Yayınları 2014, (2 Baskı); Kemalist Ulus-Devletin İnşası: Eğitim, Kültür, Mekân ve İskân Politikaları, Açılım Kitap 2018; Cumhuriyet'in Doğu'su: Devlet, Parti, Toplum, Pınar Yayınları 2019 gibi kitaplar, yukarıda adı geçen alternatif tarihçilerin kitaplarının zeyilleri gibidir, diyeceğim ama yetmeyecek.
Zira Ercan Çağlayan alternatif tarihçilerin de alternatifidir.
Tarihleri, kültür ve kimlikleri ile ilgili çok az şey bildiğimiz Zazalar ile ilgili hazırladığı "Zazalar: Tarih, Kültür ve Kimlik, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 2016, (3 Baskı)" adlı kitap alanının en özgün eserlerinden biridir.
İlgi duyduğu ve sürekli yaptığı araştırmalar ile ulus-devlet, milliyetçilik, etnik gruplar, azınlıklar, şehir tarihi, Kemalist modernleşme ve maduniyet çalışmaları ile yeni açılımlar getirmekte ve her bir çalışması eksik kalan bir konuyu açıklığa kavuşturmaktadır.
E. Çağlayan'ın söz konusu alanlardaki çalışmaları Bilge Adamlar, Birikim, İçtimaiyat, Milel ve Nihal, Radikal, Şarkiyat, Tarih Okulu, Tarih ve Gelecek, Turkish Studies, Kürt Tarihi, Vate ve Yeni Türkiye gibi gazete ve dergilerde yayımlandı.
Ayrıca son yıllarda şehirlerle de ilgilenmekte ve yaptığı derlemelerle adeta şehirlerimize kimlik kazandırmaktadır.
Özellikle şu üç kitabı;
- Makalelerle Muş, (ed.), Muş Alparslan Üniversitesi Yayınları 2014.
- Dünyada Van: Nüfus, Etnisite, Tarih ve Toplum (der.), İletişim Yayınları 2019.
- Burası Muş'tur: Tarih, Toplum, Kültür ve Edebiyat (der.), Pınar Yayınları 2019.
bundan sonraki çalışmalarının müjdecisi gibidir....
Ne diyelim Rabbim, uzun bir ömür, sağlıklı ve huzurlu bir çalışma ortamı nasip etsin...
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish