Girdâb-ı şuûr içre ser-geştedir âkiller
Âzâdeliğin zevki dîvânede kalmıştır.
Diyor büyük şair Esrâr Dede.
Günümüz Türkçesi ile şunu söylüyor:
Akıllı olanlar bilincin ve şuurun girdabı içerisinde başı dönmüş hale gelmişken, âzâdeliğin; yani özgürlüğün zevki delide, divânede kalmıştır.
Buradaki bazı kelimeler de bu iki dizedeki temayı güçlendirmek için özellikle seçilmiştir.
Bunlardan ilki 'akıl' kelimesidir ki bu kelimenin kök anlamı; iptir.
İsim-fiil yani mastar hali; bağlamak, engellemek, yasaklamak gibi anlamları da taşır.
Bazı belagat ve beyan kitaplarında aklın, devenin ayağını çapraz bağlamak anlamına geldiği de söylenir.
O halde Esrâr Dede'nin kurtulmak istediği ilk bağ, akıl bağıdır.
Çünkü akıl, kişiyi hayatta tutan bağların toplamıdır.
Ama bu bağlar hayata bağlı kalmak istemeyen; bir başka değişle sunulan hayatı reddetmek isteyen birisi için prangadan başka nedir ki?
İkinci kelime 'şuur' kelimesidir ki bunun anlamı bilinç ise de asıl manası; iki kıl arasındaki farkı bilecek kadar akıllı olmak; fark bilgisine sahip olmak demektir.
Şuur, aklın sonucuysa dünyaya bağlanmayı reddedenler için gerekli bir yeti olmaktan uzaktır demektir.
Dede, akıl ve şuurun dünya girdabına sürükleyen bağından kurtulmanın, özgürleşmek anlamına geldiğinin farkındadır.
Bu da bir akletme biçimidir; ama bu akletme biçimi bağlarından kurtulmak isteyen bir mahkumun bağlarından kurtulmanın ilk şartının kendisini mahkum edenin ne olduğunu öğrenmesinin verdiği coşkuya benzer.
İnsanı maddî aleme bağlayan akla, eskiler akl-ı maaş demişler. Yani; geçimlik akıl…
Buna göre, bütün amacı dünya nimetlerinden yararlanmak, dünyadaki zevk ve hazları elde etmek, dünyada güç, kudret makam-mevki, şöhret sahibi olmak gibi şeyler için kullanılan akıl biçimine "akl-ı maaş" denilir.
Bu akıl biçimi, dünyaya sıkı sık bağlı olduğundan genellikle toplum aklı, pratik akıl da denen bu akıl biçimine göre şekillenmiştir.
Hayatı uzun bir şimdiki zaman gibi yaşayan bir divânenin bu çeşit akılla ne işi ola ki?
Diğer akletme biçimlerini şimdilik bir yana bırakarak biraz divanelikten söz edelim.
Ebulkasım Nişaburî'nin "Ukâlâ-yı Mecânin" (akıllı deliler) adını taşıyan bir kitabı vardır.
Delilik ve deliler hakkında kalem aldığı bu eserinde yazar, sadece delilerin ya da deli diye bilinenlerin hayatlarını ya da gülünç hallerini anlatmaz; aynı zamanda deliliğin içsel yolculuğunun da analizine gider.
Buna göre üç çeşit deli vardır; deliler, yarı deliler, akıllılar.
Yazara göre deliler zararsızdır; yarı deliler yorucu; akıllılar ise tehlikelidir.
Ârifler, tehlikeli olanın aklın; yani akl-ı maaşın bizzat kendisi olduğu kanaatindedirler.
Bu yüzden Bâkî, şöyle der:
Elemin Kays'a kıyâs etme ey dil-i mahzûnum
Aklı yoğ idi ne derdi var idi Mecnûn'un
("Ey gamlı, hüzünlü gönlüm! Derdini, kederini Kays'a (Mecnûn'a) kıyaslama.
Mecnûn'un aklı yoktu; ne derdi vardı?")
Zaten yeni ve alışılmadık bir şeyler söyleyene hep deli denilmemiş mi tarih boyunca?
Hz. Muhammed'e deli denilmemiş miydi?
Başta amcası Ebu Leheb olmak üzere Peygamber hakında "Bu delidir; kahindir ya da şairdir" dememişler miydi?
Allah onların bu iddialarını; Kalem, Fussilet, Zariyat ve Tekvir surelerindeki bazı ayetlerle çürütmemiş miydi?
Bir bilge, şöyle der:
Deliliğin standart olduğu yerde akıllılık sapmadır.
Maalesef her toplumumun standartlarını oluşturanlar başka şekil ve içerik kabul etmediklerinden kendilerine benzemeyenleri 'deli' olarak niteleye gelmişlerdir.
Alışılmış olanın mutlak kabul edildiği bir değerler dünyasında farklılığın delilik olarak görülmesi nererdeyse yasa haline gelmiş.
Oysa ayrıntıları "Deliler, şairler ve çocuklar görür."
Gördükleri de çoğu zaman kral çıplak türündeki şeylerdir.
Fakat krala yok kumaşı giydiren; terzilerin de işine gelmez bu ayrıntılar.
Bazen de şairler ve bilgeler bu yakın akrabaları olan delilere söyletirler; söylemek isteyip de söyleyemediklerini…
Sistemleri, sultanları, haksızlıkları eleştirmek isteyen bilgeler, şairler; delilerin divânelerin dublörlüğünde çekerler bu tehlikeli ölüm sahnelerini…
Değil mi ki;
Divânera kalem nisttir
Ne söylese kınar olmaz.
Demiş Seyyid Seyfullah!
("Deli adamın cezai ehliyeti yoktur. Ne idama mahkum edilebilir ne de kalemi kırılabilir.")
Demiştik ya, bilgeler ve şairler delileri dublör olarak kullanırlar.
Bu aynı zamanda neredeyse bütün dünyada kabul görmüş "Söz, küfür bile içerse alıntılanması suç olamaz" kuralına dayanır.
Yoksa eski bilgeler nasıl eleştirecekti, kendisini "Allah'ın gölgesi" sayan hükümdar sultanları?
Çünkü deliler ve söyledikleri, fikir hapishanesine kilitlenmiş hür düşüncenin elindeki maymuncuk anahtarı gibi bir şeydir.
Şarkın ulularının sözcüleri (Attar, Sa'dî ya da Mevlânâ) delilerdir.
Attar, kendi zamanının şahını eleştirse ya da onun kibirlendiğini söylese belki de kafasından olurdu.
Ama bu eleştiride kendisinin yerine bir divâneyi konuşturur.
Şöyle ki;
"Bir padişah bir divâneye rast geldi. Divâneye dedi ki:
'Benden bir şey dile hemen yerine getireyim.'
Divâne; 'Peki o zaman bir şeyler yap da şu sinekler benden vazgeçip el çeksinler. Sanki dünyada başka kimse yokmuş gibi hepsi de gelip bana musallat oluyorlar' dedi.
Padişah dedi ki:
'Ben bu işi yapamam; çünkü sinekler benim buyruğumun altında değiller.'
Bunun üzerine divâne 'Gölge etme başka ihsan istemem' benzeri padişaha haddini bildiren şu iki dizeyi okudu:
Bir sineğe bile hükmün geçmiyorsa eğer
Çekil, git, utan! Padişahlığın neye değer?
Not: Ben bun yazıyı yazmaya başladığımda beni ziyarete gelen bir dostum bana şöyle dedi:
Kardeşim! Deli misin; başka işin mi yok?
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish