Çin, Türkiye yüzölçümünün yaklaşık 12 kat genişliğindeki alanda, 1 milyar 400 milyonu aşan nüfusunu muazzam bir kontrol sistemi ile üretime katarak hızla dünya devi olmaya başladı.
Akla gelen her tür sanayi ve teknolojide, geliştirdikleri ticaret ağı ile batı dünyasına ortak oldu.
Batı dünyası ise ortaklıktan öteye geçecek Çin yükselişini gelecekleri için tehdit olarak görmeye başladı.
Çin, Batı istemiyor diye yakaladıkları gelişim trendini durdurmadı. Kovid-19 bulaşının başlangıç noktası olan Vuhan ve tüm Çin'de salgın kontrol altına alındı.
Kovid-19'un ABD ve Batı Avrupa'da tüm hayatı hala olumsuz etkilemesi bazı komplo teorilerini haklı çıkarabilir.
Ekonomik gerekçeler ile dünyanın son iki savaşını yapan Batı, daha büyük ekonomik kayıplar için üçüncü bir dünya savaşına kolay karar verebilir.
Dünya haritasına bakıldığında Çin ile Batı dünyası arasındaki kapışma alanı Ortadoğu coğrafyası olacağını anlamak mümkündür.
1980'li yıllardan beri Ortadoğu'da yaşanan hesaplarda bu minval üzerinde düşünülmelidir. Ortadoğu ülkelerinin tamamı siyasi, ekonomik ve askeri anlamda dışa bağımlı olduklarından kendileri ile ilgili hesapların karar mekanizmalarında olmadı.
Ortadoğu ülkelerinin bu yönleri ile Batı veya Çin için bir tehdit olamayacağı öngörülmelidir. Birbirilerine çok yönlü tehdit olabilecek Çin ve Batı dünyasının arasında Ortadoğu amansız bir savaşın/mücadelenin alanı olamaya adaydır.
Ortadoğu ülkeleri ise rotalarını şaşırmışçasına günlük haftalık politikalar ile yön değiştiriyor.
Ortadoğu'da kimin dost kimin düşman olduğunun yargılanmadığı, herkesin birbirine müttefik/partner veya karşıt olabileceği ucube bir süreç yaşanıyor.
Suriye'de aynı tarafın ülkeleri Karabağ'da karşı cepheye çalışabiliyor. Çökmüş ekonomik yapının içinde yeni nesil savaşın, siyasetin, terörün, tanım katarına milliyetçi, dindar kavramları da eklendi.
Rijit, agresif, manipülatif yetenekler sahici hayatı, sahtenin altında ezmiştir. Çin ve Batı dünyasında bunların yaşanmadığını gören var mı?
M.Ö. 727 başkenti Ninova olan Asur Kralı Sargon, dünya ile entegre olma ihtiyacı duymadan zamanın koşullarına göre 1400 yıllık imparatorluğunun tüm ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu.
Devletler, başka ülkelere bağımlı kalmadan gelişim ve varlıklarını sürdürmeleri 18'nci yüzyılda sanayi devrimine kadar devam etti.
Üretim, ulaşım ve iletişim ağı geliştikçe birçok ülke siyasi, ekonomik ve sosyokültürel yönden birbirine bağlı/bağımlı hale geldi.
Siyasi ve ekonomik yönden karşılıklı ilişkilerde ülke sayısının artması politik başarı olarak kabul edildi. Bazı alanlarda karşıt olan devletler dahi ticari ve siyasi konularda işbirliklerini geliştirdi.
"Tam bağımsızlık" kavramında anlamda dönüşüm başladı. Liderler; devlet olarak yalnız kalmamak adına başkalaşım ve değişim politikalarına zorlandı.
Karakteristik yapıları ile Müslüman coğrafyası; Hıristiyan Batı ve İsrail devletine muhalif bir cephede bulunur. Ancak ekonomik ve siyasi ilişkiler bu cepheyi çoğu yerde esnetmiştir.
15'nci yüzyılda İnkalar, Güney Amerika'da 3 milyon kilometrekare alanda 700'ü aşkın farklı dil ve etnik grubu, sosyokültürel özellikleri ile tek çatı altında örgütleyebilmişti.
Benzer devlet yapıları her coğrafyanın ortak özelliklerindendi. 1789 Fransız İhtilâli'ne kadar toplumları sulh içinde tutan dil ve etnik kimlikleri değil inançları olmuştur.
Dil ve etnik kökende ayrışma; topluluklar arasındaki fay hatlarını artırmış, acıları çoğaltmıştır. Demokratik olmayan her ülke kendi içindeki farklı dil ve etnik kimlikleri bir tehdit olarak görmeye başladı.
Kurum kültürü oturmamış bu devletler, geliştirdikleri fobilerle; eğitim ve ekonomilerini bu uğurda feda etti.
M.S. 622 yılında bir çöl şehri olan Yesrib, yaklaşık 10 bin nüfusunun yarısı putperest, diğer yarısı Musevi, Muhammedi ve İsevi olmasına rağmen "medeni" bir anlaşma sağlayarak birlikte yaşayabiliyordu.
Farklı inançların bir arada yaşaması eksik ve yanlışları karşılıklı görünür kılıyordu. En iyi olmak uğruna hassasiyetlerini artırıyordu.
Kudüs, Mardin, Antakya farklı dinlerin bir arada yaşam bulduğu model kentlerdir. Kolaycı iktidar emelleri, din tacirlerinin siyasi hırsları bu kentleri defalarca enkaza çevirdi.
M.Ö. 6'ncı yüzyılda Mezopotamya'da Zerdüşt halkına "iyiliği" gösteriyordu. Dünden yarına sel gibi akan kötülüğün, bu coğrafyanın kaderi olduğunu görüyordu.
M.Ö. 5'nci yüzyılda uzak doğuda Sidarta Gautama "Buda" öğretisi ile insanları merhamete çağırdı. Hint coğrafyasında tarih boyunca sefalet içindeki acı hayat, merhamete duyulan açlığı gösteriyordu.
Hz. Musa doğduğunda karşısında Firavun gibi bir zalimi gördü. Ölümün akıbetini bildiği için tablet üzerindeki on emrinden biri; "Öldürmeyeceksin" idi.
Yahudilerin, ötekileri yok etmeye çalıştıkça imhaya maruz kalacaklarını öngörebiliyordu. İsrailoğulları tarih boyunca bunu defalarca yaşadı. Yine aynı tehdidin korkusu ile yaşıyorlar.
Hz. İsa havarilerine; "Hepiniz günahkârsınız" diyor, bu nedenle kimsenin "ilk taşı vurmaya" hakkı olmadığını söylüyor ve onlara "sevmeyi ve empatiyi" öğretiyordu.
Hıristiyanlar tarih boyunca ne birbirlerini ne de ötekileri sevdi. Tarihin en kanlı savaşlarını kendi aralarında yaptılar. Kendileri dışındaki dünyayı acımasızca sömürdüler.
Bugün ise günahkâr bir kadına ilk taşı atamadıkları Ortadoğuya toplandılar. Kendi medeniyetlerinin köklerinin de yer aldığı bu coğrafyaya "nefret" içinde "efendi" olmaya geldiler.
M.S. 632 yılında Hz. Muhammed, Veda Hutbesi ile sahabelerini takvaya çağırıyordu. Peygamber biliyordu ki; üstünlük hastalığı ümmetini cephelere ayıracaktı.
Onun ölümü ile birlikte İslam, cahiliye döneminin putları olan "Hubal, Lat, Uzza ve Menat" gibi Kâbe'nin içine hapsedildi.
Takvanın sağladığı sulh ve selameti görmeden iktidar olmak adına amansız savaşlar verildi. İslam adını kullanıp kendi hizip ve cemiyetleri ile devlete sahiplendiler.
Gerçek niyetleri örtünmüş, İslam'a paralel yapılara baş oldular. Önce insanlığa sonra İslam'a ihanet ettiler. Hilafet ve iktidarları uğruna "dinleri için dine karşı savaştılar."
Gerçeği gören âlimler ya düşünce dünyalarında ya da sarayların zindanlarında hapis kaldı. Doğruları öğrenmeden/öğretmeden avamı cehalet içinde; zorda, yoklukta, yoksunlukta şükre davet ettiler.
Oysaki Kur'an; üstünlüğü takvada, huzuru adalette, gücü tevhitte olduğunu öğretmişti.
21'nci yüzyıla gelindiğinde bilim, insan, kültür ve medeniyet hızla evriliyordu. İdeologlar; kominizim, sosyalizm, sosyal demokrasi, demokrasi, liberalizm gibi yönetim biçimlerini toplumlara uyarlıyordu.
İslam ise zihinlerde kutsal bir sandukanın içinde, yüzlerce yıl geriden, hepsine sırtını dönmüştü. Oysaki adaleti, huzuru, barışı ve eşitliği sağlayan doktrinlerin her saptaması İslam'ın kapsamındaydı.
İslam'ın kutsal sandukanın içinde korunmasına ihtiyacı yoktu. Zamanı ve mekânı aşan tüm sınırlarda onu temsil ve teşhir edecek kabiliyetlere muhtaç kaldı.
21'nci yüzyılda dünya 622 tarihindeki Yesrib şehri kadar küçüldü. Tüm inançlar "medeni" bir anlaşma ile bir arada yaşayabilirdi.
Tek sorun hastalıklı zihniyetin iktidarları ellerinde tutmasıydı. Bu köhne yapı Batı ya da Çin'in esiri olamaya devam edecektir.
İbni Sina, Farabi, İbni Rüşt gibi düşünürler yüzlerce yıl kayıp olan Aristo'nun, Eflatun'un fikirleri ile İslam düşüncesini münazara etti.
Bu çalışmalar ile ortaya çıkan medeniyet Avrupa'ya hayat verdi. Bugün Muhammed İkbal'i, Mevdudi'yi, Seyyid Kutub'u, Ali Şeriati gibilerini okuyanlar eksik kaldıklarını anladı.
René Descartes'i, Immanuel Kant'ı, Friedrich Wilhelm Nietzsche'yi, Jean-Paul Sartre'yi, Erich Fromm'u ve Leo Tolstoy gibilerle münazara ihtiyacı duydu.
İslam coğrafyasında saçaklanan yaşamın kurumsal fikir ve kültür yapılarını inşa edecek beyinler bir araya gelemedi. Umutlar bir başka asra kaldı. Önceki asırlarda olduğu gibi..
İslam medeniyeti asırlardır karanlığın içinde rotasını bulmaya çalışıyor. Ambalajı Müslüman olan hizip ve cemiyetler sahte dindarlar ile birçok alanda koloniler kurdu.
Kazandıkları otoritelerle nüfuz ettikleri yerleri müstemleke alanlarına çevirdi. İnsanlığa ve İslam'a katma değer sunacak, takvayı önceleyen nice karakterler meçhule sürüklendi.
Ortadoğu'nun etnik yapıları; üstünlük kurmak adına ortak medeniyetlerine kendilerini tek varis atadılar. Düzelmek, gelişmek, iyileşmek yerine kapıdaki düşmana karşı gard almayı öğrettiler.
Suçu, kendilerini zayıf bırakan enfeksiyon kapmış zihniyetlerinde değil dışarıdaki güçlerde aradı. Acıya ve açlığa tahammül edemeyen insanları; düşman bildikleri devletlere mülteci kabul edilmek için her yolu deniyordu.
Bu ülkede kasaba siyaseti yapıp sınıf atlayamayan bir muhalefet döneminde, Müslüman dindarlara bir fırsat sunuldu. Takva yerine menfaat, toplum yerine asabiyet, devlet yerine cemaat öncelendi.
Değerler, normlar, ahlak ve adalet erozyona uğradı liyakat tehdit haline geldi. Toplumda güçlü ve ortak paydalar yıprandı. Toplum, topluluklara ayrıştırılarak ötekileştirildi.
Birlik için yaklaşık iki asırlık beklenti heba edildi. Her yıl bu topraklarda umutları kırılan yüz binlerce üretime hazır beyin "yarınları için" kedilerini kabul eden ülkelere yerleşti.
Biz ise umutları ertesi vakte bıraktık.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish