İdeoloji, etimolojik olarak eidos ve logos kelimelerinin birleşiminden meydana gelip, fikirler bilimi anlamına gelir. Bunu bir bilim olarak teorize eden isim De Tracy'dir. İlk kullanımı da 1796 yılında kendisi yapar.
De Tracy, Fransız Devrimi'nden sonra ideolojiyi bir bilim olarak kurar. İnsan zihni fizyolojik bir varlık olduğundan dolayı, bu bilimi zoolojinin altında sınıflandırdığını söyler.
Kuracağı bu bilimle, artık dinsel herhangi bir mite ya da açıklamaya gerek duymadan, bilimsel olarak ideoloji ile gerçeğin açıklanabilmesini amaçlar.
Yeni bir bilim kurmalıyız ve dinsel bir atıf yapmadan bilimsel bir analiz yapmalıyız.
Devrim sonrası dinin yerine ikame edilecek sistematik yaklaşımlardan biri ideoloji bilimi iken, bu dönemde hep yeni bir din kurma furyası vardır.
Vatan Dini ya da Comte'un kurduğu İnsanlık Dini bunlara örnek verilebilir. Ayrıca muhafazakarlık, sosyalizm, milliyetçilik vb. sistematik yapılar da, dinin boşaldığı alanı doldurmak için ortaya çıkmışlardır.
Alexis de Tocqueville, Ancien Regime kitabında, devrimden sonra dinin ortadan kalktığını ama yerinin boş kalmadığını ifade eder.
Yaşanan sekülerleşme sonucunda ideoloji denilen yeni dinler kuruluyor, yeni tanrılar, yeni cennetler ve yeni cehennemler tahayyül ediliyordu.
Şimdi De Tracy'den başlayarak Fukuyama'ya kadar ideoloji kavramının serüvenine bakalım.
De Tracy bu bilimi kurarken buna olumlu ya da olumsuz bir anlam yüklemeden ortaya koyar. Nötr bir yaklaşımı vardır. İdeoljiyi bir inanç sistemi olarak görür.
Napolyon ise ideolojiye pejüratif bir anlam yükler. İdeologları "gevezeler ve masa başındaki filozoflar" olarak görür.
Marx, ideolojiyi gerçeklerin çarpıtılması olarak görür. Ona göre, hakim sınıf bize gerçeği çarpıtarak verir. Kendi teorilerinin ise ideoloji olmadığını; olgusal, nesnel bir temele dayandığını ve gerçekliğin çarpıtılmadığını iddia eder.
20'nci yüzyılın başından itibaren ise Marksizm'de ideolojiye dair olumlu bir anlayış ortaya çıkar. Lenin 1902'de yazdığı Ne Yapmalı? kitabında, işçi sınıfının belli bir ideolojisi olmalıdır demektedir.
Daha sonra Gramsci ideolojiye daha fazla olumlu anlam yükler. Ona göre; burjuvanın hegemonyasına karşı ancak siyasi ve entelektüel düzeyde mücadele edilebilir ve mücadele ideoloji kapsamında olmalıdır, kültüre ve siyasete ağırlık verilmelidir.
Ayrıca kültürel iktidarın yoğunluğu iktidarı yaratır.
Bununla beraber, Gramsci hegemonya kavramını ortaya koyar. Kelime anlamı olarak hegemonya, Eski Yunan'da bir sitenin başka bir site üzerindeki hakimiyeti anlamına gelir.
Hegemonyanın egemenliğin hakim sınıfça topluma kabul ettirilmesi olduğunu söyleyen Gramsci, bu egemenlik yoluyla devrimin de engellendiğini söyler.
1929 yılında Karl Mahneim, İdeoloji ve Ütopya kitabında marksist bir terminoloji kullanır. Ona göre ideoloji, belirli bir sosyal düzeni sürdürmeyi amaçlayan yöneticilerin çıkarlarıdır. Dolayısıyla ideoloji, kurulu düzeni sürdürmeyi amaçlar.
Ütopya ise bir gelecek tasarımıdır. Geleceğe bakma ve sosyal düzeni değiştirme, eleştirmenin ifadesidir. Dolayısıyla ideoloji ve ütopya karşıttır. Ayrıca ideoloji iktidarın, ütopya ise muhaliflerin çıkarlarına hizmet eder.
Şerif Mardin de, İdeoloji kitabının sonuç kısmını Manheim'in bu görüşü etrafında değerlendirir. "Jön Türkler bir ideoloji miydi, bir ütopya mıydı" sorusu etrafında konuyu tartışır. Kuşkusuz bunu her ideoloji için tartışabiliriz.
1960'lara geldiğimizde, Daniel Bell, The End of Ideology kitabında Fukuyama'dan 30 yıl önce tarihin sonunu ilan eder.
Scmhitt'e göre, ideolojiler çatışmayı ifade eder. Ama Bell, bunun sonuna gelindiğini ve ideolojinin artık çatışma unsuru olmadığını iddia eder.
Serbest piyasa ekonomisinin olduğu, modernitenin olgunluğa erdiği bu dönemde, liberal demokrasi ön plana çıkmış ve çatışma son bulmuş demektedir.
Fukuyama'nınsa 1989 yılında "artık 1960'larda olmadığımızı ve soğuk savaşın da olmadığı bu yılların ideolojinin sonu için çok daha elverişli olduğunu" iddia ettiğini görürüz.
Ona göre, artık tek bir kutup olan Batı kalmıştır. Dolayısıyla liberalizmi de tek bir ideoloji olarak dayatır. Batı'nın iki çatışma tarafının olduğunu ve bunlardan birincisi olan Sovyetler'in çöktüğünü, İslam'ın ise Batı ile mücadele edecek gücü olmadığını söyler.
Dolayısıyla tarihin ve ideolojilerin sonu gelmiştir. Fukuyama bunları yazdıktan kısa bir süre sonra Körfez Savaşı, Ruanda Katliamı ve Bosna Savaşı gibi ağır durumlar yaşanır.
Bunların üstüne 1993 yılında Huntington devreye girer ve ideolojilerin bittiğini ama modernitenin yeni kimlikler doğurduğunu söyleyerek "Medeniyetler Çatışması" fikrini ortaya atar.
Huntington, Çin, İslam ve Batı arasında 21'nci yüzyılda yaşanacak olan bir çatışma olacağını ve bu çatışmayı kazananın galip çıkacağını söyler.
Bir sonraki yazıda, Althusser'in Devletin İdeolojik Aygıtları kitabı üzerinden ideoloji konusuna devam etmeye çalışacağım. Althusser ile beraber Gramsci'yi de konuşmuş olacağız.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish