Savaşın doğasını etkilemese de 21'nci yüzyılda sürdürülmekte olan savaşların bazı değişiklikler gösterdiği söylenebilir. Birinci Dünya Savaşı'nın ideolojik mimarı olarak bilinen Prusyalı Carl von Clausewitz (1780-1831) savaşı; "hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet eylemi" olarak tanımlar.
Farklı savaş teorileri olsa da, günümüzde, bu tanımı aşan ve başka amaçlar için de şiddet, terör ve savaşa başvurulduğu görülmektedir.
Ancak değişmeyen gerçek şu ki savaş, egemenlerin, güç odakların, silah tüccarlarının, zenginlerin, tefecilerin, mütecebbir ve mütekebbirlerin, devlet-siyaset-ideolojiler-etnik-din ve inançlar üzerinden yürüttükleri bir sömürü aracıdır.
Savaş, egemenlerin hâkimiyet kurmak için başvurdukları bir şiddet yöntemi olarak değerlendirildiğinde bir kutsallığı, hatta meşruiyeti söz konusu değildir.
Kuşkusuz emperyal amaçlı savaşların bazı devletlere ve toplumlara yarar sağladığı, siyasal üstünlük kazandırdığı doğrudur. Ancak bu yarar, savaş için bir meşruiyet gerekçesi değildir.
John F. Kennedy'nin tespiti önemlidir:
Savaş insanı mahveden kötülüklerin en önemlisidir. Savaş, milletlerin varlığını yok eder; en güzel ülkelerin ziyan olmasına sebep olur; en iyi insanları yok eder ve kötülükleri yüceltir; bir ülkeye her türlü karışıklığı, anarşiyi ve yozlaşmayı getirir.
Çağın savaş silahları ve tahrip gücü dikkate alındığında, 'insan' kalarak savaşmanın veya savaşa taraf olmanın imkânı yoktur.
Gerçekten de her savaş, yıkım, kan, acı, ölüm, dram ve trajedi demektir. Buna rağmen savaşı, tamamıyla gereksiz ve yok saymanın da doğru olmadığını düşünüyorum. İşgal, zulüm ve saldırılar karşısında savaşmayı farklı değerlendirmek gerektiği inancındayım.
İnsan haysiyet ve onurunu yok sayan, aşağılayan, paymal eden işgal ve saldırılara karşı koymak bir tercih değil, bir zorunluluktur. Bu bağlamda savaşı, mazlumların, mahrumların, halkların "kurtuluş ve özgürlük savaşları" olarak da tanımlayabiliriz.
Kur'an-ı Kerim de, azgınlara, zorbalara, işgalcilere, zalimlere karşı zayıflara yardım etmeyi ve hakları korumak için savaşmayı meşru saymış, hatta teşvik etmiştir:
Nasıl olur da Allah yolunda savaşmayı ve "Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu topraklardan kurtar(ıp özgürlüğe kavuştur) ve rahmetinle bizim için bir koruyucu ve destek olacak bir yardımcı gönder!" diye yalvaran çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmayı reddedersiniz?
(Nisa Suresi/4:75)
Kur'an-ı Kerim'in inananlara yüklediği bu sorumluluğun, çağımızın savaş mantığı içinde yorumlamak yerine, ayette "kıtal" olarak ifade edilen savaş sözcüğünü çağımız savaş koşullarında 'sivil mücadele' olarak zamanın ruhuna uygun biçimde yorumlamanın daha doğru olduğu kanaatindeyim.
Oysa işgal ve saldırıda bulunmak bir tercihtir, egemenlerin, hükümranların, zorbaların, doyumsuzların, politikacıların savaşıdır, gerekçesi ne olursa olsun bir meşruiyeti yoktur! Bu nedenle de çağın savaşlarını halkların savaşı olarak görmediğimi ifade ediyorum.
Esas itibarıyla savaş; yeryüzünde kan döken, fesat çıkaran, bozgunculuk yapan beşer atamızın bize/insana, yani yapıp ettiklerinden sorumlu olan ve 'halife' olarak tanımlanan atamıza mirasıdır.
Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' buyurmuştu da onlar: 'Orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek seni tesbih ve takdis etmekteyiz' demişlerdi. 'Şüphesiz ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim' buyurmuştu.
(Bakara/2: 30)
Halife atamızdan farklı olarak beşer atamızın varisleri; adalet-ahlak-hak-hukuk bilmez, güç ve iktidar için sınır-ilke tanımaz, mütecebbir, mütekebbir, yıkıcı, bozguncu, yağmacı, savaşçı, doyumsuz ve geçimsiz nesillerdir.
Halife insan atamızın varisleri ise; üstün ahlak, adalet, merhamet, vicdan, ihsan ve barış gibi değerlere sahip nesillerdir. Tıpkı Hz. Âdem'in çocukları Kabil ve Habil gibi. Kabil, atası beşerin varisi ve azgınlığın, savaşın temsilcisi.
Habil ise üstün ahlakın ve barışın temsilcisi. Dolayısıyla savaş, zorba ve barbar Beşer'in, barış ise halife insanın yani medeni, ahlaklı insanın icraatıdır!..
Bu tarihsel gelenek, dün olduğu gibi, bugün ve yarın da hep böyle devam edecektir.
Bu anlayışla diyebilirim ki, 21'nci yüzyılın dünyasında, Filistin-Kürdistan ve Azerbaycan dâhil, yürütülmekte olan savaşların hiçbiri medeni insanların, halkların, yoksulların, masum ve mazlumların savaşı değildir.
Buna rağmen en ağır bedeli medeni insanlar, halklar, yoksullar ve mazlumlar ödemektedir.
Bugün ülkemizde, bölgemizde, coğrafyamızda sürdürülmekte olan karmaşık kirli savaşların halklarımızın yararına olmadığı, halklarımıza egemen siyasal unsurların ve küresel güçlerin yararına olduğu açıktır.
Bu bağlamda Azerbaycan-Ermenistan savaşında Türkiye'nin tutumunu hayretle karşılıyorum. Türkiye'nin, tek askerinin dahi fiili olarak savaşa ve çatışmalara katılmamasına ve bu durumu Azerbaycan devlet başkanı İlham Aliyev'in açıkça ifade etmesine rağmen, yöneticiler ve politikacılar tarafından çatışmaların içinde gösterilmesi akıllara ziyan bir durumdur.
Savaştan, kandan, yıkım ve ölümden nasıl bir yarar beklenebilir?
Azerbaycan için kullanılan "tek millet-iki devlet" söylemi hamasetten öte hiçbir gerçekliği ve geçerliliği yoktur. Azeriler, "Türk" kimliği ile değil, "Azeri ve Şii" kimliği ile kişilik edinmektedir ve kendilerini de böyle ifade ederler. Bu da doğru olandır.
Bize de düşen; onları Azeri kimlikleriyle kabul etmektir. Kimlikleri yok sayan bir "kardeşlik" iddiası hamaset ve yalandan ibaret kalır. Azeriler de bu coğrafyanın diğer halkları gibi kardeş ve dost bir halktır.
"Türk" oldukları iddia edilen Tacikler, Özbekler, Kazaklar ve dahi Kıbrıs Türklerinin "tek millet-iki devlet" söylemi ile ifade edilmemesi, hamaset ve çıkar siyaseti için yeterli bir gerekçe değil midir?
Ayrıca "Türklük" iddiasındaki samimiyet, Uygur Türklerine yaklaşımlarından yeterince anlaşılmaktadır!
Yine, Azerbaycan-Ermenistan savaşı gerekçe yapılarak ülkemizin yurttaşları ve bu toprakların evlatları olan Hıristiyanları taciz ve tehdit etmek, Diyarbakır Milletvekili Garo Paylan gibi sembol isimleri hedef göstermek açık bir ırkçılık ve dinbazlık değil midir?
Diyarbakır surlarına Azerbaycan bayraklarını asmak, Azeri veya Azerbaycan sevgisinden değil, Diyarbakır kimliğine ve halkına duyulan kin ve öfkeden dolayı olduğunu söylemek yanlış olabilir mi?
Ne yazık ki Hrant Dink örneğinde yaşanan ırkçılığın bir benzeri bugün yeniden sahneye konulmaktadır. Türkiye'nin ender aydınlarından, masum, mazlum, mağdur ve merhum Hrant DİNK cinayetinden hiçbir ders alınmamış gibi bugün de Garo Paylan ve benzerlerinin hedef gösterilmesi ancak "akıl tutulması" olarak izah edilebilir bir durumdur ve asla kabul edilemez!
Doğrudan Türkiye-Ermenistan savaşının yaşanması durumunda dahi, her yurttaş gibi Ermeni ve diğer azınlıkların canı, malı devletin namusudur, onurudur, şerefi ve sorumluluğudur. İhlal edilmesi züldür, zulümdür!
Türkiye'yi uluslararası toplum nezdinde bu kadar itibarsızlaştırmanın, küçük düşürmenin içerde toplumsal karşılık bulması da ayrı bir travma örneğidir.
Patolojik sorunu olan toplumsal kesimler bir tarafa, ülkenin siyaset ve devlet aklı, bu kadar mı aciz ve zayıf, yoksa tutsak ve rehin veya sakin, sabırlı ve temkinli?
Toplumun önemsediği, saygı duyduğu siyaset ve devlet adamlarının savaş başta olmak üzere bunca olumsuzluklar karşısında sessiz kalmalarının mutlaka bir gerekçesi ve anlamı vardır.
Umarım suskunlukları; iktidar ve muhalefet partilerinin birlikte yol aldığı karanlık tünelin sonunda bir ışık görmemeleri değildir. Aksi halde, tehlikenin bizim öngördüğümüzden daha büyük olduğu çok açıktır!
Sessiz ve tepkisizliği makul görmek artık kabul edilebilir değildir. İnsanlığa ve halkına borcu olduğunu düşünen herkesin, savaşa, zorbalığa, hukuksuzluğa, ayırımcılığa, ırkçılığa karşı yüksek sesle ve cesaretle söyleyebileceği bir cümlesi olsun!
Artık yeter! Ayıptır, yazıktır, vebaldir!
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish