Bir Afrika romanı: Lejyoner-Libya'nın anti-kolonyal savaşı-

Ahmet Sait Akçay Independent Türkçe için yazdı

Afrika edebiyatının sömürgecilik sonrasında Batı dillerinde ortaya çıktığı kanısı yaygın da olsa gerçeği yansıtmaz. 

Afrika edebiyatına bakarken, sömürgeci Batı dillerinin egemen olması, yerli dillerde üretimin olmadığını göstermez, bilakis yerli ana akım dillerde üretilen edebi yekûn, barındırdığı imgelem ve yazınsal gücünden dolayı zaman zaman öne çıkmaktadır.

Kıta Afrikası'nın en çok konuşulan dili Svahili'nin yanı sıra Soto, Gikuyu, Xhosa, İgbo, Tigrinya, Hausa, Şona, Yoruba ve Zulu dillerinde yazılan ilk metinler, Batı dillerinde yazılan metinlerle kıyaslandığında edebi niteliğinin gücü de ortaya çıkacaktır. 

İki bin civarında yerli dilin konuşulduğu kıta coğrafyasında bazı dillerde ancak yazınsal bir yekûn oluşmuştur. Batı'da olduğu gibi Afrika'da da yerli dillerin ortaya çıkışı, daha doğrusu yapısal olarak kabul görmesinde romancıların, şairlerin rolü azımsanamaz.

Bu bağlamda 'Afrika'nın Rönesans'ı, kültürel özerkliğini elde etmesiyle başladı, bu da bağımsızlıktan neredeyse yarım asır öncesine denk düşer; örneğin, Thomas Mofolo'nun 1920'lerde Soto dilinde kaleme aldığı Chaka romanı, farklı dilde olmasına rağmen etkisini Fransızca yazında bile hissettirmiştir.
 


Yerli dillerin kapasitesi açısından bakıldığında ise; Tanzanya'dan Aniceti Kitereza'nın Svahilice yazdığı dört yüz sayfalık Myombekere romanının yanında, söz gelimi Yoruba dilinde yazılmış ilk roman olan Forest of a Thousand Daemons da sadece iki örnek olarak Afrika yazınının modern imgelem dünyasını yeterince gösterir.

Aynı şekilde Svahili'nin Dante'si olarak anabileceğimiz Tanzanyalı Shaaban Robert'ın 1951 yılında yayımladığı ve gökyüzünde inşa edilen bir ülkeyi anlatan ütopik romanı Kusadikika, Afrika'daki yerel dillerin şiirden romana kadar geniş yelpazede varlık gösterdiğini göstermesi açısından bir örnek olarak alınabilir. 

Aslında önemli bir saptama olarak şunu belirtmekte yarar vardır: Afrikalı yazarlar en az iki dilde birden konuşmak ve üretmek zorundaydılar, bu da Afrika'nın karmaşıklığının boyutunu göstermesi açısından önemli vurgu olarak anlaşılmalıdır.

Bir Afrikalı yazarın iki dilde birden aynı anda yetkin olması kıta için olağan bir durumdur. Ancak yazarların kendi ana dillerinde ya da eğitim dillerinde yazmaları bir tercihten ziyade kimi zaman bir zorunluluktu.

Çift dilli okur-yazarlığın yanı sıra dönemin siyah entelektüelleri dünyadan kopuk değillerdi, Afrika diasporasıyla temas halindeydiler.

Pan-Afrikanizm düşüncesi hem diaspora hem Afrika kıtasında etkindi, on dokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyıl başlarında WEB Du Bois dönemin öncü filozofu olarak siyah düşünceye ebelik yapıyordu.

Dolayısıyla Afrikalılık düşüncesi, misyoner okullarında yetişen siyah entelektüellerin oluşturmuş olduğu kültür ve dil bilinciyle birlikte yaygınlaşarak sömürgecilik karşıtlığına dönüştü.

Bu da şunu açıkça gösteriyor: Afrika'nın yerli dillerindeki edebi performans azımsanmayacak ölçüdedir.
 


Lejyoner'i okurken

Afrika edebiyatının ilk yerli romanlarından birisi olan The Conscript [Lejyoner], sömürgeci ve tebaası arasındaki ilişkinin insani boyutunu irdeler. 

İlk Eritre romanı Lejyoner,  Gebreyesus Hailu tarafından kaleme alınmıştır. Roman, "Libya'nın anti-kolonyal savaşı" alt başlığıyla sunulur.

1927 yılında yazılmış ancak 1950 yılında yayımlanmış olan Lejyoner, Tigrinya dilinin ilk romanı sayılır.

Roman, 2012 yılında Ghirmai Negash'ın yetkin çevirisiyle uluslararası camianın dikkatini çekti. Afrika edebiyat tarihyazımı bu tarz eserlerle yeniden değerlendirmeye alınıyor.

Hailu'nun Afrika edebiyatında nerede durduğu Afrika edebiyat tarihçilerinin görevidir, ancak romanını Tigrinya dilinde yazmış olması, sömürgeciliğin şiddet dilini nasıl yarattığını canlı-kanlı sahnelerle aktarması Hailu'ya sarsılmaz bir paye verecektir. 

Misyoner okullarında yetişen Hailu, 1924 yılında Vatikan'daki Etiyopya kolejinde okur. Felsefe ve teoloji alanında doktora derecesi alan Hailu, tezini Latince yazar.

Eritre'ye dönüşünde, İtalyan sömürgeciliği devam ederken ülkenin kültür ve entelektüel hayatının önemli isimlerinden birisi olur. Etiyopya'da ve Eritre'de önemli görevler üstlenir, Eritre Katolik kilisesinin piskopos vekilliği yapar. 

Yukarıda bahsettiğim gibi, Hailu da çok dilli bir siyah entelektüel olarak yazdığı bu romanıyla, sömürgeciliğin insanı nasıl canavarlaştırdığını, bir lejyonerin şahsında yansıtır.  

Lejyoner, İtalyanların Eritreli askerleri, sömürgecilikten kurtulmak için savaşan Libya'nın kurtuluş mücadelesine karşı savaştırmalarını anlatır.

1910-1941 yılları arasında İtalyanlar Eritre'den asker toplayarak kendileri için savaştırıyorlardı. Bu yıllar arasında yüz otuz bin Eritreli askerin İtalyanlar için savaştığı söylenir.

Roman, Eritreli bir delikanlı olan Tuquabo'nun İtalyan ordusuna yazılarak Libya cephesinde savaşa katılmasını ve sonuçlarını anlatır.

Roman, Habeşli cesur bir genç olan Tuquabo'nun şahsında savaş psikolojisini, başkası için savaşmanın ne demek olduğunu, sömürgeci bakışın nasıl sömürge tebaasında yeniden üretildiği, sömüren/sömürülen ilişkisinde özellikle ezilen halkların itaat etmeyi nasıl kanıksadıklarını, kısacası yabancılaşmanın bütün boyutlarını sorgular. 

Laura Chrisman'ın romanın önsözündeki ifadesiyle, Lejyoner tam anlamıyla İtalyan sömürgeciliğinin yıkıcı yapısını gözler önüne serer.

Chrisman, romanda İtalyanların askerlere davranışlarını, onları insan yerine koymamalarını, bir hayvan gibi muamele etmelerini Frantz Fanon ve Aime Cesaire'ın dediği sömürgeciliğin "insanlıktan çıkartma" eyleminin açıkça göstergesi olarak görür. 

Romanın girişinde kahramanlık ve ün için savaşmaya can atan Habeşliler gemide bile ikinci sınıf insan olduklarını, İtalyanların onları bir yere sürü gibi yığmalarıyla anlarlar.

Kızgın çöl kumlarında susuz kalan Habeşlilere bir damla su bile verilmez. İtalyanların su çadırını korurken kendisi susuzluktan dili damağına yapışsa da bir damla su ona çok görülür.

İtalyanlar için Habeşli zayıf eşeğe benzer, ne saklayabilirsin ne de eti için kesebilirsin; bu yüzden Tanrı'nın elinde ölmesi için geride bırakırsınız. Gücünü genç ve kuvvetli Habeşlilerden alan korkak İtalyanlar, Habeşlilerin zayıf düştüklerini ve susuzluktan öleceklerini anlayınca kaçtılar.


Cesaire sömürgeci vicdanını şöyle tarif eder:

Sömürgeci vicdanını rahatlatmak için öteki adamı bir hayvan olarak görme alışkanlığı edinir, ona bir hayvan gibi bakmaya kendini alıştırır ve tarafsız olarak kendisini bir hayvana dönüştürmeye meyleder.


Sözgelimi, tren istasyonunda savaştan sağ kurtulanları bekleyen kalabalık da aynı şekilde keçilere, koyunlara benzetilir:

Bir süre sonra askerler tren hizasında sıra olunca kalabalığın akınına uğradılar. Kalabalık, yavru kuzular annelerini bulmak için zıplayıp inlerken, onları yakalamak üzere olan ve önüne çıkan ne varsa itip kakan keçi ya da koyunlar gibiydi. İnsanlar sevdiceklerini bulmak için kavga ederken her iki taraftan isimlerin çağrılmasının yanı sıra gürültü, karmaşa, gözyaşları vardı. Tekrar bir araya gelenler kucaklaşıp öpüşürken diğerleri çaresizce kalabalığı ite kaka sevdiklerini arıyorlardı.


Roman, Afrika gerçekliğinin trajik yüzünü gösterir. Sömürgecilerin tebaalarını nasıl yönettiklerini ve kendi kültürlerine, dillerine ve değerlerine nasıl yabancılaştırdıklarını dramatik biçimde gözler önüne serer Hailu. 

Sömürgeciliğin ürettiği yabancılaşma sayesinde siyahlar birbirlerini sömürgecinin gözüyle değerlendirmeye başlar. Romanda Etiyopyalılarla Sudanlıların karşılaşması ve iki ezilen halkın birbirini yargılaması çok çarpıcıdır: 

Kara ve iri pek çok Sudanlı gemiye akın etmeye başladı. Sudanlılar ve Etiyopyalılar karşı karşıya geldiler. Sudanlılar Etiyopyalılar hakkında, 'Şu kölelere bak! Tribuli'ye para için gidiyorlar', Etiyopyalılar da onlar hakkında, 'Şu siyahlara bak! Bizden asla daha üstün olamazlar' diye düşünüyorlardı, birbirlerini sertçe yargılıyordu her iki taraf.


Hailu, Habeşlinin sömürgecilere hayranlığının psişik boyutunu gösterirken, beyaz adama hayranlığın/hizmetin nasıl bir değer ürettiğini ve statü bağışladığını ve bunun bir ayrıcalık olarak algılanmasını da sorgular.

Bir Habeş çocuğu beyaz adama hizmet etmek ayrıcalığına sahip olduğunda ister yatağını yapsın ister kılıcını ve silahını temizlesin, ister yemek pişirsin ya da sigarasını yaksın, o arkadaşlarından yedi gök daha yukarıya ulaştığını düşünüyordu. Bir katırı takip edip gübresini koklayarak tatmin olan işe yaramaz adam sırf başına şapka giydi diye kendisini arkadaşları arasında kral olarak düşünür.


Sömürgeciliğin yarattığı yabancılaşma sayesinde siyah halkların birbirlerine duyarsız olmalarının yanı sıra kendileri gibi sömürülen Araplara karşı sömürgecileri desteklemeleri sağlanmıştır.

Tuquabo ve arkadaşları 'düşman' Araplara doğru yol alırken Araplar da siyah lejyonerlere karşı savaş hazırlığı yapıyorlardı, lejyonerleri 'Massawa köleleri' diye çağırıyorlardı.


Eritrelilerin Arap algısının İtalyanlar tarafından oluşturulduğu vurgulanır romanda.

Tigrinyalar için Arapların şöhreti kötüydü. Araplar güvenilmezdi, haindi ve kin güderlerdi. Fırsatını bulduklarında acımasız katil olmakla nam salmışlardı. İtalyanların aktardıkları klişeye göre bir Arabın sözüne sadık olduğunu söylemek yalan söylemektir.  Yemin ettikleri için onlara güvenmek zorunda kalmışsan, sana gülerlerdi. Bütün bunlar beyaz adamın onlar hakkında söyledikleridir.


Hailu, aşağıda yer verdiğim uzun alıntıyla, sömürgecilerin yüzyıllardır siyahlara yüklediği "tembellik" vasfını bu kez Araplar için ürettiğini göstermeye çalışır: 

Karısı doğuracak bir adam varmış. Adam bir marangoza gider ve doğacak bebeği için bir beşik ısmarlar. Marangoz adamla anlaşır ve parasını alır. Ancak adam geri geldiğinde bebek beşiği yoktu. İkinci ve üçüncü kez uğradığında daha beşik yapılmamıştı.

Çocuk doğdu, büyüdü, yirmi yaşına girdi. Çocuk evlendi ve bir gün babasına, 'Eşim doğum yapacak, bebeği içinde uyutacağımız bir beşiğe ihtiyacım var' dedi. Babası oğluna, 'Sen doğmadan önce beşik yapması için bir marangoza ödeme yapmıştım. Şimdiye bitirmiş olması lazım. Git ve onu al oradan' dedi.  

Babasının parasını ödediği bebek beşiğini sormaya giden çocuk marangozu kızdırır ve 'Bana neden sorun çıkartıyorsun, işleri aceleyle yapmak istemiyorum. Şimdi beşiği yapmamı istemiyorsan al paranı ve git' cevabını alır. Marangoz kendisinden sipariş edilen bir işi yirmi yılda bitirememiş.


Hailu Habeşli askerlerin İtalyanlara boyun eğip Arapları sömürgeleştirme çabalarına ortak olmalarını sert biçimde eleştirir.

Aslında Hailu, daha önce kölelik yoluyla sömürülen siyahların bu defa paralı asker olarak sömürgecilerin hizmetinde olmalarını bir "akıl tutulması" olarak görür.

Sömürgeciliğe boyun eğmeyi de "hayvanileşme" eseri olarak görür. 

… toprakları ellerinden alınırken İtalyanlara köpek gibi boyun eğen [Yeterince utanç verici değilmiş gibi] Habeşlilerin kendi ülkelerini savunmak isteyen Araplara karşı savaşa hazırlanmaları garipti.

Habeşliler, kendi toplum ya da ülkelerine hiçbir şekilde yarar sağlamaksızın, kendilerini sömürgeleştirmeye gelen ve ötekileri komşu Afrika ülkelerini sömürmek için araç kılan sömürgeciler için savaşıyorlardı. 

Arapların ve siyah Afrikalıların tarihsel olarak düşman olduğunu düşünen birileri İtalyanlar adına Araplarla savaşıp onları dünya yüzünden yok etmeyi makul görebilir. Ancak bugünün bir düşüşü de olacaktı bir gün.


Tuquabo, savaş yıllarında sömürgecilerin karşısında bir sinek kadar değersiz olduklarını fark etmesiyle birlikte kendisini, ulusunu sorgulamaya başlar.  

Arapların çorak toprakları için verdiği mücadeleye hayran kalan Tuquabo, kendi halkının sömürgecilere teslimiyetini, aymazlığını ve sorgusuz itaatini eleştirir. 

Bu çorak topraklar için savaşır Araplar. Ya bizler? Lanet üzerimize olsun! Münbit topraklarımızı işgal etmeye geldiklerinde İtalyanlara karşı çıkmadık. Sadece onunla kalsa iyi, İtalyanları körler gibi ağırladık, yol gösterdik, çocuklar gibi taşıdık ve topraklarımız girmelerine biz önayak olduk.

Şimdi ise, İtalyanları şu toprakları işgal etmesi için destek veririz. Ülkemizi kaybettik, yetmedi başka toprakları sömürmeleri İtalyanlara için ellerimizi uzattık. Araplar nasıl savaşırdı düşünsenize eğer bizim gibi mümbit topraklara sahip olsaydılar?

Bunu düşündüğün zaman, Araplar burada göçebedirler, çorak toprakları İtalyanlara bırakıp rahatça başka yere taşınabilecekken çok da umursamamaları gerekmez miydi? Bütün bunlara rağmen, Araplar İtalyanların yönetimini önünde diz çökmediler.


Roman, Habeşli askerlerin bozguna uğratılmasıyla birlikte Eritreli askerlerin dağılması ve hayatta kalanların eve dönmesiyle sona erer. Romanın en çarpıcı ve insanın içini sızlatan bölümü askerlerin susuzlukla verdiği mücadeledir.

Günlerce susuz kalan bir kısım askerlerin su bulmasıyla birlikte yaşanan izdihamı anlatıcı şöyle betimler: 

Bazıları da suya ulaşmada gerçekten şanslıydılar ancak vızıldayan sineklerin bir süt kâsesine üşüşmesi gibi suya ulaşmak için askerler kalabalık bir izdiham yarattılar, üst üste üşüşen askerler öldüler.

Altta ezilerek boğulanlar yukarı çıkmak için üzerlerine binen diğer arkadaşlarını bıçakladılar. Öldüren ve öldürülen de, her ikisi de karınları açık, iç organları kana bulaşmış bir şekilde helak oldular. Ah, korkunç bir manzaraydı bu.


Nasıl korkunç olmasın ki!

Hailu Lejyoner romanıyla sömürgeciliğin doğası gereği şiddete meyilli olduğunu, keskin bakışı ve değerlendirmeleriyle dönemine tanıklık edip sömürgecilik karşıtı söyleme katkı sağlar.   

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU